10 Aralık 2012 Pazartesi

Fenerbahçe radara takıldı


Biz futbola sevdalandığımızda futbol henüz bacasız sanayi değildi.

“Futbol asla futbol değildir “ sözünü daha kimse söylememişti.

Maçlara geceden gidilip verilen tribün kapma mücadelesi dışında, tribünlerde hala taraftarlar aynı anda maç izleyebiliyor, satırlarla, baltalarla birbirlerini kovalamıyordu.

O zamanlar çim saha diye adlandırılan yeşil zeminler, azıcık yağmuru gördü mü rengini atıp kahverengi oluyordu.  Saha içinde sakatlanan futbolcu ile bile röportajın mümkün olduğu maç yayınlarında, televizyonda haftada bir maç izlediğimizde bile mutlu oluyorduk. 

“Şimdi mikrofonlarımız Ankara’da” lafını duymamış 40’lı yaşlarında futbolsever sanırım yoktur. 

“Yenildik ama ezilmedik” edebiyatı o zamanlar bize bu kadar ezik gelmiyordu.

Sonra ne olduysa oldu ve birden futbola para bulaştı. Hem de çok para! Ama para ile birlikte futbolun içindeki profiller de değişmeye başladı. Futbolun sadece futbol olmadığının farkına varan bazı tipler üç paralık zevkimizin içine etmeye başladılar.

Her şey değişmeye başladı. Kavgalar, gürültüler, her türlü dansözlükler… Futbol dört bir tarafı beyaz çizgilerle çevrili zeminden çıkıp, kapılar arkasında da oynan bir oyun haline gelmeye başladı.

Elbette aşağıda yazacaklarımı kâğıt kalem üstünde ispatlamak hemen hemen imkânsız. Ama bunlar Türk futbolseverleri tarafından çok iyi bilinen gerçekler.

Futbolun sadece futbol olmadığının farkına varan ilk kulüp Galatasaray oldu.  En büyük rakibi Fenerbahçe’nin taraftara yönelik popilist uygulamaları yerine, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) içinde bir şekilde etkin olmaya başladı. Tüm kilit noktaları eline geçirdi. Alınacak takdire dayalı tüm kararların kendi lehinde alınmasını bir şekilde sağladı. Taraftar konusundaki farkındalığın Türkiye’deki başarıda değil, Avrupa’da elde edilecek başarılarla oluşacağını tespit etti ve bu konuda kendine hedef belirledi. 80’lerin sonundan 2000’li yılların başına kadar bu strateji ile büyük başarıları elde etti.  Hayal bile edilemezi yapıp, Avrupa hedefine de ulaştı.
Beşiktaş kendine başka bir strateji seçti. O da devletin gücünü kendi için kullanarak Galatasaray’ı yakalamaya çalıştı. Devletin bürokratlarıyla iyi ilişikler içinde olarak futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğini aşmayı başardı. Siyasi ve bürokratik güçle gerekli toleransların gösterilmesi bir şekilde sağlandı.  Ancak devletin gücü futbolda Avrupa’ya uzanamadığı için Avrupa’da başarı maalesef Beşiktaş için hayallerin ötesinde kaldı. Sınırlı başarı nedeniyle de taraftar sayısı da Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yanına yaklaşamadı.

Ve Fenerbahçe… Hiç şüphesiz Türkiye’de bir Fenerbahçe gerçeği vardı. 80’li yılların sonunda Galatasaray’ın başarılarının ardı ardına geldiği yıllara kadar çok büyük bir güçtü Fenerbahçe.   Fenerbahçe gücünü taraftarından alıyordu. Fenerbahçe bir yana diğerleri bir yana. Taraftar sayısı bakımından da sahadaki başarılar açısın da tek büyüktü. Ama maalesef Avrupa’da o da başarılı olamadı hiçbir zaman.

Fenerbahçe’nin futbolun sadece futbol olmadığını anlaması biraz geç oldu.

Anlamıştı ama iş işten geçmişti. Aziz Yıldırım başkan seçildikten yaklaşık iki yıl sonra ilginç bir çıkış yapıp “Yöneticilik hayatımda Futbolun yalnızca sahada oynanmadığını öğrendim” şeklinde tuhaf bir açıklama yapıyordu. Zaten bu açıklamadan sonra da Fenerbahçe’nin tarzı gözle görülür bir şekilde değişiyordu.  Ancak tek bir farkla…  Aziz Yıldırım’ın “Futbol sadece futbol değildir” anlayışı rakiplerininkinden çok ama çok farklıydı.

Galatasaray bu işi takdir haklarını kendine kullanmak, Beşiktaş devletin varlığını ve gücünü yanında hissetmek için kullanırken Fenerbahçe Aziz Yıldırım’ın kişisel egolarıyla bu işi “Başarı için her yol mubah” mantığına döküyordu.  Rakiplerinin ufak tefek ama sınırlar çerçevesinde, rekabet boyutunda yaptığı saha dışı çalışmaları, sistematik ve sınır tanımadan yapmaya kalkıştı. Hal böyle olunca da radara takıldı!

2005 yılında Ergün Gürsoy “Fenerbahçe bizi geçti” derken aslında tam olarak bunu söylemeye çalışıyordu. Aziz Yıldırım ilmek ilmek çalışıyor ve TFF’nin ve Türk futbolunun içini oyuyordu. Türk futbolunun göçmesini bile göze alacak hamleler yapıyor, kural tanımıyordu.

Önemli her mevkiye kendi adamlarını yerleştirmek için çabaladı durdu. Adamı olmayan herkesi kötüledi, kavga etti, gerekirse çamur attı ve sonunda yerinden etti.

Bu çalışmaları meyvesini verdi elbet. Bakıldığında son 10 yılda her şampiyonada finalin bir ayağında Fenerbahçe vardı, öbür tarafında diğer rakipler. Sarı Lacivertliler her alanda hem saha içinde hem de saha dışında başarı elde etti. Rakiplerinin kazandıkları şampiyonluklarda mutlaka onların karşısında oldu ya ikinciydi ya finalist.

Ta ki takke düşüp, kel görününceye kadar…  

Çünkü Aziz Yıldırım İmparatorluk Hastalığına yakalanmıştı. Kimsenin kendisini durduramayacağını dahası dokunamayacağını düşünüyordu. Her konuda istediğini yapabileceğini, kuralları kendisinin koyabileceğini, başka hiçbir gücün olmadığını varsayıyordu. Başarılı olmak için takdir, tolerans hatta taviz dışında bir takım şeylerin de yapılmasının sakıncalı olmadığı kanısındaydı. Onun bu hastalığı kendisini ve beraberindekileri şike suçuyla cezaevine gönderirken, Fenerbahçe’nin tepe taklak olmasına neden oldu.

İşin en üzücü tarafıysa Fenerbahçe’ye gönül vermiş birçok kişi Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’ye ve Türk futboluna verdiği zararın hala farkında değil. 

17 Ekim 2012 Çarşamba

Armutlar olgunlaştı

Milli Takımımız ardı ardına kaybetti, dip göründü ya; artık herkes yazmaya, eleştirmeye başladı. Bugüne kadar dut yemiş bülbül gibi susanlar artık şakıyor. Moda gibi bir şey. Siz tek başınıza yazınca tepkili bakışlar üzerinizde oluyor. Topluca yazılınca da camianın önde gelenleri liderlik etmiş oluyor. Bizim yıllardır yazdıklarımızı, çözüm yollarıyla birlikte ortaya koyduklarımızı şimdi futbol camiası dile getirmeye, konuşmaya başladı. Sanki olan biten yeniymiş gibi, büyük bir keşifte bulunmuş gibi herkes yazmaya çizmeye başladı.


Ülkemizde gelenek bu olsa gerek. Biz de kuralların uygulanması için illaki aksiliklerin öncelikle yaşanması lazım. Önce adam ölecek sonra tedbir alınacak.


Sanırım edebiyatımızın en önemli isimlerinden Peyami Safa  “Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır. Zaman insanları değil armutları olgunlaştırır” derken bunu edindiği tecrübelere dayanarak söylemişti. Evet Armutlar olgunlaştı!


Yıllarca, hem de canlı olarak göremediğimiz 3-1’lik Macar zaferi ile avunmuş ve başka bir başarıyı tadamamış bir neslin temsilcisi olarak, Macaristan’a 3-1 yenilmek açıkçası bana çok da garipsenecek bir durum gelmedi. Tıpkı daha düne kadar bizim için çantada keklik görünen futbol fakiri 4. sınıf rakiplerimizin, yaklaşık 5 yıl sonra bize fark attıklarında hissedecekleri gibi.


Milli Takımımız son 20 yılın en kötü dönemini yaşıyor. Oynadığımız gurup eleme maçlarında 4 maç sonunda sadece 3 puan alındığını hatırlayan 20 yaşında kaç kişi vardır acaba?

Yolun sonuna gelindi mi? Hayır! Dahası da var… 90’lı yılların öncesine dönmemize ramak kaldı. Belki daha da kötüsüne.


Dikkatler şu an Milli Takıma çekildi. Sorunun sadece Milli Takımda olmadığını futbolun içindeki herkes çok iyi biliyor.


Siyasetin futbola el attığı günden bu yana işler arap saçına dönmüş durumda. Sporda siyaset olmaz, olmamalı! Sporun kendi siyaseti olur. Bir spor kulübünün yöneticileri sırf A partisinden, sırf B partisinden olacak diye spor yöneticiliğini bilmeyen, sporun kendi siyasetini yaşamamış insanları koltuklara oturtursanız başarısızlık kaçınılmazdır. Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir. Bunları söylüyoruz da takan kim? Takacak olan kim? O da ayrı bir konu!


Asıl Çöküş Federasyonun Kendisinde

Gelelim asıl bombaya! Türkiye Futbol Federasyonu’nun uzun bir aradan sonra yine Başbakanlık Teftiş Kurulu’ndan ziyaretçileri var. Mali İşler didik didik sorgulanıyor. Atılan imzalar, ödenen faturalar tek tek kontrol ediliyor. Son olarak Haluk Ulusoy döneminde aynı işleme tabi tutulan TFF’de o dönem çok üstüne gidilmesine rağmen usulsüz hiçbir işleme rastlanmamıştı. Ne tesadüftür ki geçtiğimiz hafta Spor Bakanlığı mahkemenin verdiği şike kararına itiraz ederek, müdahil oldu. Görünen o ki hükmet TFF’ye verdiği desteği çekti.


Geçtiğimiz hafta satır aralarında bir haber yer aldı birkaç gazete ve internet sitesinde. Birçok gazete haberi vermedi bile. Oysa ciddi bir dönüm noktası yaşandı Türkiye Futbol Federasyonun'da.

TFF yönetimi Eskişehir’de yaptığı yönetim kurulu toplantısında alelacele bir karara imza attı. Daha önce Genel Sekreter Ebru Köksal ve ardından da genel sekreter vekili Ali Parlak'ın görevine son veren Yıldırım Demirören federasyonu önceki dönemden kalan son genel sekreter vekili Ahmet Müfit Cengiz'in de görevine son verdi.

Mevcut hükumete yakınlığıyla bilinen ve Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün dayısının da oğlu olan Finans ve Destekten Sorumlu Genel Sekreter vekili Ahmet Müfit Cengiz ile Başkan Yıldırım Demirören arasında yönetici Cengiz Zülfikaroğlu’ndan kaynaklanan soğuk bir savaş yaşandığı ortaya çıktı.


Müfit Cengiz usulsüz bulduğu bazı evraklara imza atmayınca yönetici Cengiz Zülfikaroğlu’nun hışmına uğradı. 


Nisan ayında sponsorluk anlaşması karşılığı bedelsiz olarak yapılmasına karar verilen Antalya'daki yönetim toplantısıyla ilgili, Gloria Golf Otel'den o toplantıyla ilgili gelen 380 bin TL'lik faturaya "ödenemez" diyerek imza atmayan ardından da, bir ajansa verilmek istenen U20 Dünya Kupası organizasyon işine "Veriliş biçimi usule uygun değil" gerekçesiyle muhalefet eden Müfit Cengiz adeta dürüstlüğünün bedelini işini kaybederek ödedi.

Müfit Cengiz’in “Usulsüz” diyerek muhalefet edip imzalamadığı ödemenin, Cengiz’in görevden alındığı gün yapıldığı söylememize sanırım gerek yok. Daha önce Mali İşler Direktörlüğü yapan ve Müfit Cengiz’in yaptığı re-organizasyonla Mali İşler Müdürlüğü’ne düşürülen Özkan Kılık’ın da, Cengiz’in görevden ayrılmasıyla birlikte tekrar Mali İşler Direktörü olması da hayli enteresan geldi bana.


Beşiktaş’ta yaptığı harcamalar ve geride bıraktığı mali tablo nedeniyle sabıkalı olan Yıldırım Demirören, TFF’de de mali yapı ile ilgili pek rahat durmayacağa benziyor.


Ancak kulağıma gelen haberlere göre Başkan Yıldırım Demirören dönemi de miadını doldurmuş durumda. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, gerek milli takımın başarısız gidişatı gerekse TFF içinde yaşanan bazı tatsızlıklardan dolayı huzursuz olduğu ve çevresindekilere Yıldırım Demirören’i kastederek “tam bir hayal kırıklığı” dediği söylentileri var. Bu söylenti doğruysa Yıldırım Demirören federasyonu sezonun sonunu getiremez. Bunun doğru olup olmadığını hep birlikte göreceğiz.

Doğru olduğunu bildiğimiz şey ise artık TFF’nin her anlamda eski başarılı günlerini mumla aradığı…

9 Eylül 2012 Pazar

Bulunmaz Hint Kumaşı mı?


Futbolumuz kimlerin elinde? Kimler tarafından yönetiliyor? Bu insanlar çok mu yetenekliler? Kariyerleri başarılarla mı dolu? Futbolun içinden mi geliyorlar? Futbol ailesinin her kesiminden destek mi görüyorlar? Bizim bilmediğimiz futbol üzerine özel eğitimler mi aldılar? Ya da çekirdekten mi yetiştiler? Yoksa sadece siyaset böyle istediği için mi oradalar?

Yönetim bir sanattır, yetenektir ancak bir öğreti, eğitim de gerektirir.  Neyi yönetiyor olursanız olun bu böyledir. İster ülkeyi, ister bir kurumu, ister bir şirketi, isterse bir aileyi bu değişmez.

Bu satırların sürekli okuyucuları iyi bilirler; yaklaşık 4 yıldır bu sürecin hangi yönde olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya, olanı biteni yazamaya çalışıyorum. Bas bas bağırıyorum, çırpınıyorum, haykırıyorum. Türk Futbolu elden gidiyor. Günden güne eriyor.  Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıyor.  Türk futbolu A’dan Z’ye kötü yönetiliyor. Bu her geçen gün de kötüye gidiyor. Bu kafayla daha da kötü olacağından hiç şüphem yok. Hem idari, hem sportif açıdan dibe doğru gidiyoruz.

Uzun dönemli risklerin önüne geçebilmek, kurumun gelecekteki gereksinimlerini karşılayabilmek için ve en önemlisi değişime hazır olabilmek için planlı olmak şarttır. İleride olabilecek çatışmaları önceden ortaya çıkarabilmek için ve gündemi belirlemek pro aktif olabilmek için sistemi ve yapıyı çok iyi bilmek gerekir.

Futbol planlı ve yönetilen bir yapıdır. Ancak futbol arenasında kaotik ve karmaşık bir iletişim ve yapılanma söz konusudur. Potansiyel senaryolar üzerinde çalışıp çok yönlü olabilmek ve önemlisi faydalı olabilmek için, profesyonel düşünüp amatör davranmak gerekir. Mevcut yönetim amatör düşünüp profesyonel davranıyor. Hal böyle olunca da iletişim kopuyor, başarı hayal oluyor.

Elbette yarım milyar doları geçen bir miktarın döndüğü sektörde çok amatörce düşünmek, safi yane duygularla olaya yaklaşmak çok beklendik bir durum değil. Parayı veren şu an için düdüğü çalıyor. Digitürk yüzlerce milyon doları babasının hayrına vermiyor pek tabii. Kim ne derse desin şu anda Türk Futbolunu Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) değil, Digitürk yönetiyor.

Ancak planlar ve hedefler varsa gerçek başarı ölçülebileceği için, hedefi ve planları olmayan yönetimler başarıyı yakalayamazlar. Tıpkı şu an içinde bulunduğumuz durumdaki gibi.

Ve bizi aldatmaya çalışanlara Victor Hugo’dan güzel bir söz:

Yalan zekâ işidir. Dürüstlük ise cesaret.  Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.

31 Ağustos 2012 Cuma

Türk Futbolu Fenerbahçe’nin esiri olmamalı


Az sonra okuyacaklarınız aslında sporseverlerin, futbolseverlerin ya da genel anlamıyla okuyucuların değil, futbol yöneticilerinin, medya müdürlerinin, yetkili kişilerin yani profesyonellerin dikkatine yazılmıştır. 

Bu yazınının içeriğinde ciddi hakaretler bulunmaktadır. Bu yazının muhataplarının normal şartlarda yüzünün kızarması, utanması gerekmektedir. Bu kişilerin külahlarını önüne koyup bir değil bin defa düşünmesi, olanı biteni idrak edip kendine çeki düzen vermesi gerekir. Ama hepimiz biliyoruz ki burası Türkiye ve olması gerekenler burada asla olmaz!

Benim de içinde bulunduğum, elle sayılacak kadar az birkaç spor yazarı, sessiz çoğunluğun haykıran çığlığı olarak çıktı ve her fırsatta belgeleriyle, ispatlarıyla “Türk Futbolu iyi yönetilemiyor” dedi.

Aslına bakarsanız sorun sadece Türk futbolunun iyi yönetilememesinde değil. Sorun yönetilemeyen Türk Futbolunun kimse tarafından görünmemesinde ya da gösterilmemesinde. Sorun var olan sorunların, hep ötelenmesinde.


Ayna görevi görmesi gereken medyamız işlevini çoktan yitirmiş durumda. Deve kuşu misali kafasını kuma gömmüş vaziyette olan biteni yok saymakta. Ulusal Gazetelerimizin aciz müdürleri koltukları uğruna ve pek tabi ki ekmek paralarını kaybetmemek için tarafsızlıklarını çoktan şeytana satmış durumdalar.  Meslek onuru, gazeteci duruşu gibi tabirler lügatlerden çıkalı epeyce bir zaman oldu.

Elbette ki yaşadığımız bu kötü tablonun mimarı meslektaşlarım değil.  Medya bu iğrençliğin sadece piyonu ve taşeronu…  Kimimiz bilerek ve isteyerek, kimimiz ise olan bitenden bihaber bir amaca hizmet ediyoruz. Ve amaç sahipleri çoğunlukla amaçlarına ulaşıyorlar.

Sanırım Türk Futbolunun nasıl bir çöküşte olduğunu artık medyamız yansıtmasa da hepimiz görebiliyoruz. Takımlarımız Avrupa’da tel tel dökülüyor, Milli Takımımız son iki büyük turnuvaya katılamadığı gibi, hazırlık maçlarında oynadığı futbol da pek iç açıcı değil. Daha önceleri büyük başarılara imza attığımız milli takımlar alt yapılarında sıfır başarı ile ilerliyoruz. Yurtdışında yetişen Türk asıllı futbolcuları hep yaşadıkları ülkelere kaptırır duruma geldik. Ve en önemlisi içine bulaştırıldığımız şike pisliğinden hala kurtulamadık.

Türk Futbolunu üç zaman dilimine ayırabiliriz. Özerklik öncesi, özerklik sonrası ve 2008 sonrası.
Özerklik öncesini konuşmaya bile gerek yok. Nerede olduğumuz ve başarı-sızlıklarımız! Hepimiz tarafında biliniyor. Allah bir daha o günleri bize yaşatmasın!

Özerklik sonrası ise kendi içinde değerlendirilebilir. İlk yıllarda Şenes Erzik ile yeni bir yapılanma süreci. Alt yapılarda ve profesyonel kadrolaşmalarda başarılı yönetim. Ancak aşılmayan bir naklen yayın kaosu. Ardından gelen sürekli başkanların değiştiği sancılı bir süreç. Ve son olarak da Haluk Ulusoy yönetimi ile birlikte gelen istikrar ve gurur tabloları. Dünya 3.lüğü, Avrupa Şampiyonluğu, Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek ve yarı finaller… Keşke yine bu başarılarla göğsümüz kabarsa!

2008 gelen futbol darbesi ve istikrarın kesintiye uğraması… Siyasi destekli bir ismin ortalığı karıştırarak göreve gelmesi ve uzantılarının günümüze kadar futbolu yiyip bitirmesi.  Bu süreç ne zaman sona erecek sabırla bekliyoruz!

Hiçbir şey tesadüf değildir. Zira bu futbol darbesine de en büyük desteği Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe vermiştir.  Tıpkı şike sürecinde olduğu gibi bu darbe esnasında da bir dinleme ve araştırma yapılmış olsaydı olayın vahameti ortaya çıkabilirdi. Nitekim Türk Futbolunda nasıl çirkin ilişkilerin döndüğünü şike süreci ve yargı gözler önüne koymuştur.

Şike süreci esnasında Türk Futbolunun önüne gelen fırsat değerlendirilmiş olsa ve adaletin kılıcı keskinliğini korumuş olsaydı, bugün futbol geleceğine umutla bakıyor olacaktık.
Hiç kimse kızmasın, Fenerbahçe için Türk Futbolu kurban edildi.  Fenerbahçe zarar görmesin diye Türk Futbolunun zarar görmesine göz yumuldu.

Türk Futbolu Fenerbahçe’nin esiri olmuş durumda.  Bu esaret elbette uzun sürmeyecek. Uluslararası güçler (UEFA, FİFA) tıpkı Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe’nin yaptığı gibi darbe yapacak ve duruma el koyacak. Türk Futbolu özgür kalacak ama o güne kadar esaret altında alınan zararların telafisi oldukça uzun sürecek.

22 Temmuz 2012 Pazar

Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu


Ülkemizde yaşanan şike soruşturması ve akabinde ortaya çıkan sonuçlar bir tek Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) sorunu olmaktan çıkıp, dünya futbolunun sorunu haline gelmeye başladı.

Açılan soruşturma sonrasında ortaya çıkan belgeler ve deliller neticesinde alınması gereken kararlar alınmayınca ve de TFF tarafından suçlu takımlar korunmaya kalkışınca, rahatlıkla çözülebilecek bir sorun işin içinden çıkılmaz bir durum halini aldı.

Her ne kadar Spor Bakanımız işin içine siyaset karışmadı dediyse de, bir gecede değişen henüz hiç uygulanmamış bir yasa, oy kaygısıyla mahkeme devam edilirken verilen beyanatlar, soruşturmanın içindeki bir kulübün başkanını TFF Başkanlığı için desteklemek ve UEFA ile yapılan pazarlıklar bunun aslında pek de öyle olmadığını ortaya koyuyor.

Zaten, soruşturmayı başlatan ve yürüten, ardından da ceza veren mahkemenin kararlarına karşın, TFF’nin ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranması, aslında durumun ne kadar vahim olduğunun ispatı değil mi?

İşin en garip ve başından beri kavrayamadığım yanı ise UEFA’yı da kendimize benzetmemiz olmuştu. Daha önceki bütün benzeri konularda ivedilikle ve kesin çözümler üreten ve bunu uygulatan UEFA bu kez  işi ağırdan aldı. Diğer Avrupa ülkelerinden gelen baskıları bile göğüsledi.

Ancak geçtiğimiz hafta durum değişti. TFF içinde etkin bir görevde yer alan ve UEFA ile ilişkileri çok güçlü olan bir arkadaşım, FİFA’nın bu konuyla artık kendi ilgilenmeye başladığını belirterek, “Yıllarımı bu işe verdim. FİFA’nın yazmış olduğu mektup bugüne kadar gördüğüm en sert FİFA - UEFA yazışması” dedi. FİFA, UEFA ve TFF’ye gönderdiği yazıda, bu konuda bugüne kadar atılan adımların bir raporunu isteyerek adeta kulak çekmiş.

Zaten UEFA Genel Sekreteri Gianni Infantino da bu yazışmanın hemen ardından basında yer alan Fenerbahçe ile ilgili sürecin bitmediğine dair açıklamayı yaptı.

Ancak başından beri korktuğumuz yaptırım ile karşı karşıya kalma tehlikesindeyiz. TFF’nin mahkemede ortaya çıkan delil ve gerçeklere rağmen, UEFA ve FİFA’ya yanıltıcı ve taraflı bilgi aktarması sonrası, soruşturmaya FİFA’nın doğrudan müdahale etmesine yol açtı. Bu da beraberinde TFF’nin ceza almasını tekrar gündeme geldi. 

Bütün bu yaşananlar ve TFF, kulüpler, UEFA ile FİFA ilişkisi bana çok sevdiğim bir fıkrayı hatırlattı.  Umarım TFF’nin sonu fıkradaki gibi olmaz.

Ormanda kral seçimi yapılmış ve en iyi kulis yapan eşek "Ormanın Kralı" seçilmiş.

Eşek ertesi sabah kral olarak uyandığında "Acaba rüyamda mı kral seçildim" diye kuşku yaşamaktaymış. Ormanda ilerlerken uzakta bir kurt görüp anırmış. Eşeğin anırtısını duyan kurt yere kapanmış ve "Kral hazretleri, hoş geldiniz" demiş.

Bu durum eşeğe güven vermiş. Önüne çıkan her hayvana anırmaya başlamış. Onu duyan hayvanlar da yere kapanıp "Kral hazretleri hoş geldiniz" diyorlarmış.

Bakmış bir aslan bir ağacın gölgesinde uyuyor.

Aslanın kulağına doğru şiddetle anırmış.

Aslan uyanıp gözünü açmış... Başının ucunda duran eşeği bir pençe atıp öldürmüş.

Meğer aslan kral seçimi yapılacağını da, bu seçimin sonucunu da duymamış.

12 Temmuz 2012 Perşembe

İtibarınız kadar konuşun


Türkiye Futbol Federasyonu (TFF)’nin iyi idare edilemediğini, itibarının yok olduğunu, marka değerinin ayaklar altında olduğunu söyleyip duruyorum. Bunları yazarken laf olsun diye yazmıyorum ya da işkembeden atmıyorum. Yazdığım her satırın, söylediğim her sözün arkasındayım.

Peki, Türk Futbolunun marka değeri, itibarı nasıl belirlenir? Kriterler ne? Ne zaman iyi yönetildiğini iddia ederiz?

İtibar yönetimi diye bilimsel bir olgu var! Olmazsa olmazlar ve olmayacaklar var.

Lider Kalitesi
Bir kurumun itibarı öncelikle liderinden kaynaklanır. Lider dediğimiz kişi o kurumdaki herkes tarafından benimsenmeli, kişisel itibarı da en az temsil ettiği kurum kadar güçlü olmalıdır. Lafına, sözüne inanılmalıdır. Geçmişi temiz olmalıdır. Yaptığı işte belli başarıları bulunmalıdır. Yani eğer Türk futbolunda itibardan bahsedeceksek öncelikle bu saydığım kriterleri taşıyan kaliteli bir liderimiz olmalıdır.

Yönetim Kalitesi
Lider yöneteceği kurumu tek başına yönetmez. Bir ekibi vardır. Bu ekibin her bir bireyi aynı kalitede olmayabilir. Bazen bazı isimler alanlarında uzman oldukları için yönetimlerde yer alırlar.  Bu kişilerin eksik yanları, yönetim içindeki diğer bireyler tarafından giderilir. Önemli olan yönetim kalitesidir. Eğer verilen kararlarda kalite ve başarı varsa itibar konusunda bir adım daha ileriye gittiniz demektir.

Ürün-Hizmet Kalitesi
Türk futbolunun yönetilmeyi bekleyen başlı başına ürünleri vardır. Bu ürünlerde belli bir standartı ve kaliteyi yakalamalıdır ki toplam kaliteye etkileri olsun. Aslında bunlar işin vizyonudur bir anlamda. Süper Lig, 1. Lig, Türkiye Kupası, Milli Takım, MHK her biri Türk Futbolunun ürünleri ve hizmetleridir. Ürün defolu hizmet eksikse itibardan ve marka değerinden bahsetmek pek mümkün olmaz.

Finans
Elbette olmazsa olmazlardan biri de paradır. Para yoksa kalite düşer. Kalite yoksa itibar da yok demektir. Eğer siz gelirleriniz doğru yönetemezseniz, yakın gelecekte o gelirleri de kaybetmeye başlarsınız.  Futbolda para yönetimi de tecrübe ve itibar işidir. Kendi itibarınız ve tecrübeniz yoksa kurumun itibarından söz etmek biraz hayal olur.

Çalışan Kalitesi
İtibarlı kurumlarda çalışanların kalitesi de çok önemlidir. Eş, dost, ahbap yerine o işi bilen tecrübe ve eğitim sahibi kişiler çalıştırılırsa işler yürür. Başarı gelir. İtibar oluşur. Marka değeri tavan yapar.
Ve en önemlisi futbol bir keyif işidir. Oyundur. Bu bilinç futbolsevere aşılanmalıdır. Yani Türk Futbolunu yönetenler sosyal sorumluluk sahibi olması gereken insanlardır. Birinci vazifeleri futbolu sevdirmek, futbolseveri mutlu etmek ve onları futbolun içine sokmaktır. Herkes futbol oynamaya başlar ya da futbolun bir paydaşı olmayı başarabilirse hedefe ulaşılmış olur. Zaten hedefe ulaşmış bir kurumda itibar sahibidir.
Şimdi bu satırları okuyanlardan ellerini vicdanlarına koyarak yanıt vermesini bekliyorum. Son 4 yıldır yukarıda saydığım kriterlerin kaçı Türk Futbolunda mevcut.  İtibar ve kalite bu satırlarda gizli bakalım bulabilecek misiniz?

FUTBOLU BİZ Mİ KURTARACAĞIZ?

İşte bu itibar ve kalite ortamında haftada bir toplanarak Türk futbolu üzerine konuştuğumuz çekirdek bir gurubumuz var. İçinde spor yazarlarının, yorumcuların, muhabirlerin, spor hukukçularının bulunduğu bu gurup, köşe başlarını tutmuş örümcek kafalara inat, Türk Futbolunu konuşuyor, fikirleri tartışıyor kısacası beyin fırtınası yapıyor. Her geçen günde aramıza yeni isimler katılıyor. Çok ilginçtir bu kadar spor adamının içinde olduğu bu gurubu, futbolun çok dışından Kerim Ayanoğlu isminde gencecik bir arkadaş bir araya getirdi. Bu platformda herkes özgürce düşüncelerini dile getiriyor. Fikirler masaya yatırılıyor, olgunlaştırılıyor. Hepimizin mesleklerine katkı haline gelecek formlara dönüştürülüyor. Benim yazılarım için de buradan iyi malzeme çıkıyor. Zaten son zamanlarda futbolla ilgili yaptığım tek aktivite de bu olsa gerek.

Yazdığım yazılardan ciddi şekilde rahatsız olan bir kitle var. Muhalif tarzım, tarafsız durma gayretim ve en önemlisi objektif yansımam bazılarını mutlu etmiyor. Bunlar arasında meslektaşlarım da önemli bir yer tutuyor. Çünkü birçok gazeteci arkadaşımın çalıştıkları kurumlarda, gerek patron baskısından gerek siyasi baskıdan ve de gerekse Türk Futbolunu yöneten isimlerin kendilerine yakın olmasından dolayı, olanı biteni tüm çıplaklığıyla dile getirmeleri mümkün olmuyor. Doğal olarak bu isimler, gerçekleri dile getirenlere de sıcak bakmıyorlar. Çünkü o zaman kendi eksiklikleri ortaya çıkıyor.

İster birilerinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, ben düşüncelerimi yazmaktan geri durmayacağım.  Her platformda bunları dile getireceğim.

Futbol Adamı diye tanımlayabileceğimiz bazı isimler de bana “Türk Futbolunu sen mi kurtaracaksın?” diye soruyorlar. Elbette futbolu ben kurtaracak değilim ama kurtaracak bir ekip olursa da seve seve o ekibin içinde yer alacağım.



7 Temmuz 2012 Cumartesi

Buyurun Cenaze Namazına


Şike soruşturmasının başlamasının üzerinden tam 1 yıl geçti. Hepimiz süreci yakından takip ettik. Eskiden futbolla yatıp futbolla kalkan bizler, şike ile yatıp mahkeme ile kalktık. Yapılanı görmezden geldik,  önümüze çıkan fırsatları elimizle bir kenara ittik, söylendik durduk, ama bir şey yapmadık ve zamanı tükettik.

İslamiyet’in en büyük dört halifesinden biri olan Hz. Ömer (R.A.) ‘in söylediği bir söz aynen gerçek oldu;  “Atılan ok, kaçırılan fırsat, söylenen söz, geçen zaman geri getirilemez.”

Şike Operasyonun yapılmasının ardından ortaya çıkan tapeler, konuşmalar, belgeler ve ilişki yumağı şikenin varlığını ortaya çıkarmıştı. Türk Futbolunun önemli 8 takımı birden bu iğrençliğin içindeydi. Polis çok güzel çalışmış yaşanılanları gün yüzüne çıkarmıştı. Ne yazık ki işin içinde Türkiye’nin en büyük iki kulübü de olunca kurallar yasalar işlemez oldu. Devreye gizli güçler girdi.

TFF’nin o dönem çiçeği burnunda, Başbakan torpilli başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’yi düşüren Başkan olmamak uğruna Türk Futbolunu ateşe atmaktan bir beis görmedi. Daha hiç uygulanmamış olan 4 aylık kanun bir gecede bütün partilerin katılımıyla değiştiriliverdi. Kimsenin gıkı çıkmadı. TFF başkanlığına adı şike soruşturmasında geçen bir kulübümüzün başkanı getirildi.  Bunlar atılan oklardı. Geri döndürmek imkânsız.

TFF eline geçen Türk Futbolunu kurtarma şansını eliyle bir kenara itti ve günü kurtardı. Adı şikeye bulaşmış kulüplere vereceği bir ceza ile hem saygınlığını, hem otoritesini hem de bir anlamda namusunu koruma şansını kaçırdı.  Temizlenme ve aklanma hayal oldu. Marka değeri yerlere düştü. Fırsat kaçtı. Geri gelmesi imkânsız.

Maalesef, amatör ruh profesyonel yönetim olmadığı için, profesyonel ruh ve amatör yönetimle buraya kadar gelinebilirdi. Amatörce söylemlerde bulunuldu. Etik Kurulu önce şike var dedi, sonra yeni seçilen temiz dedi.  Sportif ceza konusunda tam yetkili olan Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK) mahkemenin ceza verdiklerini akladı. Mahkemenin ceza vermediklerine ceza verdi. Bütün bunları yaparken bağımsız davranmadı.  Verilen kararların koşulsuz kabullenileceğini düşündüler. Artık verdikleri karardan dönmeleri ve ağızlarından çıkan sözleri geri almaları imkânsız.

Tam bir yıl geçti. Ve koskoca bir sezon. Dahası şimdi yeni sezon da başlamak üzere.  Olası bir UEFA yaptırımı karşısında oynanan sezonun telafisi de yok. Hele ki yeni sezon başladıktan sonra uygulanmak zorunda olacak bir cezanın izahı bile yok. Biliyorum, mevcut durumda takımlar ceza almayacak gibi duruyor. Ama ben hala UEFA’nın bu konuda bir yaptırım uygulayacağı konusunda ısrarcıyım. Görüldüğü gibi geçen zamanı geri getirebilmek de mümkün değil.

Ben bir yazımda “Böyle giderse Türk Futbolu sakat kalacak demiştim”. Maalesef sakat kalmak bir yana kurtaramadık Türk Futbolunu ve kaybettik. Artık Türk futbolu için sala veriliyor. Mevta olmuş bir vaziyette musalla taşında bekleyen Türk Futbolu için artık Fatiha okumaktan başka çaremiz yok.  Ancak cenaze namazı sonrası ne yapabiliriz ona bakmak lazım.

3 Temmuz 2012 Salı

Türkiye Seninle Gurur Duyuyor!


Bas bas bağırdık, çırpındık, haykırdık… Türk Futbolu elden gidiyor, günden güne eriyor dedik. Yaşanılanlar, yapılanlar işi her geçen gün daha dönülmez noktaya taşıyor dedik. Sesimizi bir türlü duyuramadık. Maalesef sessiz çoğunluğun, zayıf çığlığı olduk…

Birçoğunuz gibi ben de adliye sürecini bilmezdim. Hatta bir insan nasıl tutuklanır, sonra nasıl hüküm yer bu tür detaylarını ilk kez bu şike operasyonu ile birlikte öğrendim.  Bir tek tutuklananların değil, futbol camiasının içinde olan herkesin yaşam şekli değişti bir yıl önceki operasyonla birlikte.


Tutuklananların birçoğu arkadaşımdı. Tutuklamalar karşısında çok üzüldüm. Birkaç tutuklama hariç elbette. Üzülmediğim isimlerin en başında masumiyetine en başından bu yana inanmadığım Aziz Yıldırım geliyordu. Nitekim haklı çıktım; Mahkeme kesin kararını verdi: Masum değil! Örgüt kurmaktan 2,5 yıl, şike ve teşvik primi vermekten 3 yıl 9 ay hapis cezası aldı.

Buna karşılık gerek mahkeme önünde gerekse de cezaevi önünde toplanan bir gurup taraftar “Türkiye seninle gurur duyuyor” şeklinde tezahürat yaptılar. Gerçekten Türkiye şike yapan, örgüt kurmaktan ceza alan birinden mi gurur duyuyor? Hiç sanmıyorum! Burası Muz Cumhuriyeti değil. Geçmişi başarılarla dolu, medarı iftiharımız, anlı şanlı koskoca Fenerbahçe Spor Kulübü, kendi adını şikeye bulaştıran, dünyaya rezil eden, maddi manevi yaptırımlara maruz kalmasına neden olan bir suçludan gurur duymaz, duyamaz. Çünkü Fenerbahçe bir tek Aziz Yıldırım taraftarlarının, Fenerbahçe taraftarlarının değil, Türkiye’nin bir değeridir. Tıpkı Galatasaray, tıpkı Beşiktaş gibi.


Şike soruşturması başladığında önce “Mahkeme ne derse o,  Türkiye Futbol Federasyonu’nu (TFF) tanımayız” diyenler, TFF’nin verdiği eyyamcı lehte kararlar sonrasında, “TFF ne derse o mahkemeyi tanımayız” diyerek, mahkemenin kararlarını hiçe saymaya başladılar. Bir türlü tutarlı olamadılar. Şimdi aynı isimler Yargıtay kararını bekliyorlar!


Hemen hatırlatayım, Aziz Yıldırım’ın cezası Yargıtay tarafından onandığı an 3 sene 2 ay daha ceza yatacak. Başkanlığı da düşecek. Bir daha spor sahalarının etrafında bile dolanamayacak.Dünyaya sadece tek bir pencereden bakma gafletinde bulunan bazı kişiler, hadlerini aşarak gerçekleştirmeleri hemen hemen imkansız olan vaatlerde bulundular. Bu sözleri milyonların gözünün içine bakarak verdiler hem de. Aynen Aziz Yıldırım’ın herkesin gözünün içine bakarak, suç olan eylemleri gerçekleştirdiği gibi.Aziz Yıldırım’ın hüküm giymesi durumunda;


Rıdvan Dilmen: Şike yapıldıysa yorumculuğu bırakırım.

Aykut Kocaman: Şike varsa teknik direktörlüğü bırakırım.
Ziya Şengül: Başkanın suratına tükürürüm.

demişti. Elbette bu kişiler bu vaatleri gerçekleştirmeyecekler. Böyle bir şeyi beklemek ahmaklık olur. Hatta Muslera’nın penaltı atmasını etik bulmayan Rıdvan Dilmen, Aziz Yıldırım’ı evinde ilk ziyaret eden kişi olmaktan bir beis görmedi.


Bu arada necip medyamız beni yine şaşırtmadı. Tahliye haberlerine bakınca suçlular beraat etti sanırsınız. Verilen hükümler yokmuş gibi algılatılıyor. Ama artık biz bu durumu kabullendik. Oysa aynı haberler dış basında Türkiye'de Şike! Ülkenin en büyük kulübünün başkanı şikeden ceza yedi başlıkları ile veriliyor.


Ancak aldığım çok ciddi duyumlara göre Aziz Yıldırım, Yargıtay’ın vereceği kararı beklemeden istifa ederek başkanlığı bırakacak. Hem de bunu kendisini destekleyen özel taraftar gurbuna rağmen yapacak. Hep birlikte izleyip göreceğiz..

26 Haziran 2012 Salı

Söylenmedik sözü bulmak


Bu kez spor yazmayacağım! Futbolun yakınından bile geçmeyeceğim. Bu kadar çirkinleşmiş bir ortamda nefesimi boşa harcamayacağım. Her ne kadar dostlarım şike yaz, TFF yaz, UEFA yaz, duyumlarını aktar dese de bu kez bunu dile getirmeyeceğim.

Zaten anlamı da yok ki! Uzun yazı okumayı sevmiyoruz. Kısa yazılandan da anlamıyoruz. Aslında okumayı hiç sevmiyoruz! Neden var ki bu yazılar? Yazılıyor da ne oluyor?

Ne zaman yazı yazmak için bilgisayarımın başına otursam, çok sevdiğim bir arkadaşımın epeyce bir zaman önce bana söylemiş olduğu o söz aklıma gelir: “Dünyada yazılmadık yazı, söylenmedik söz, çizilmedik resim, çekilmedik fotoğraf, bestelenmedik müzik kaldığını hiç sanmıyorum?”

Gerçekten de öyle midir? Hep bu soruyu düşünüyorum. Benim şu satırlarda vermeye çalıştığım mesajın, daha önce verilmemiş olma ihtimali ne kadar? Ya da az sonra söyleyeceğim sözler kaç kez bir başkası tarafından telaffuz edildi?

Victor Hugo,” Yalan zekâ işidir. Dürüstlük ise cesaret.  Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.” demiş ya ben de öyle yapıyorum, dürüst oluyorum. Yazılarımda kalbimden ne geçiyorsa, aklıma ne geliyorsa onu döküyorum ekrana. Ama bu cesaret çoğu zaman başkalarını rahatsız ediyor. Birçok insan doğruyu değil, duymak istediğini okumak istiyor. Doğrular ağır geliyor onlara. Kabullenemiyorlar gerçekleri…
Her yazımı yazarken tek bir hedefim var o da “Söylenmedik sözü bulmak!” Henüz bulabildiğimi sanmıyorum.

Gazetelerde, dergilerde, internette, kısaca her mecrada yazı yazan yazarlar filozof edasıyla yazarlar yazılarını. Onların bildiklerini başkaları bilmezmişçesine kaleme alırlar. Bir tek onların yorumları değerlidir çoğu zaman. Dünya onların etrafında döner. En çok okunan da, kalemi en kuvvetli olan da onlardır o an. Hani Türk televizyonlarının klişeleşmiş bir lafı vardır ya “70 milyon bizi izliyor” diye, işte onlar da o edayla yazar yazılarını ve toplumun yazdıkları gibi yön değiştirmesini bekler.

Ama onlar da bulamamıştır aslında “Söylenmedik sözü”. Zaten buldukları an biterler. O arayış tüm hızıyla her yazıda devam eder.

İnsanların 140 karakterle hayatlarını anlattıkları bir dönemde “ Söylenmedik söz kalmış mıdır acaba?”



22 Mayıs 2012 Salı

Bu işte bir yanlış var!


İyisiyle kötüsüyle bir sezon daha geride kaldı. Şike soruşturması gölgesinde oynanan ve futbolseverlerin bir an önce sona ersin diye dua ettiği Süper Lig sona erdi. Gazetelerin ilk haberi vermek için mücadele ettiği, yalanların havada uçuştuğu transfer sezonu başladı.

Peki, Türkiye’de futbol deyince akla ne gelir?

Bu soruya ülkenin dörtte üçünün vereceği yanıt hemen hemen aynıdır; Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş

Üç Büyükler diye adlandırdığımız ve ülkedeki hemen herkesin ucundan bir yerinden tuttukları bu güzide futbol kulüplerimize bir de Trabzonspor’u ekleyebiliriz. Trabzonspor Anadolu’dan çıkan ilk şampiyon olması nedeniyle üç büyüklerden sonra adı en çok zikredilen takımımızdır.

Hiç şüphesiz ülkemizde top peşinde koşan her futbolcunun hayalinde de bu takımlar yatar… Halı sahada oynayan da, Süper Lig’de oynayan da o efsane formaları sırtına geçirmek için yanıp tutuşur.

Bu kulüpler dışında oynayan hangi futbolcuya sorsanız “ O formayı sırtıma geçireyim başka bir şey istemem. Üzerine para bile veririm” der. Gelin görün ki iş ciddiye binip de bu kulüplerden teklif alırlarsa isteyecekleri rakamın sıfırlarını kendileri bile sayamazlar.

Aslına bakarsanız bu iş basit bir matematik hesabıdır. Oysa futbol camiamızın matematik bilimi ile pek işi yoktur.

Bir futbol kulübünün profesyonel takımının geniş kadrosunda ortalama olarak 25 futbolcu bulunur. Spor Toto Süper Lig’de 8 yabancı uygulaması olduğundan ve hemen hemen bütün kulüplerimiz bu hakkı sonuna kadar değerlendirdiğinden, yerli futbolcu sayısı otomatikman 17’ye düşer.  8 yabancı futbolcudan 6 sının sahaya çıkma hakkı vardır ve yine kulüplerimiz bunu sonuna kadar kullanırlar. Bu durumda sahada oynayabilecek yerli futbolcu sayısı sadece 5’tir.

Düşünebiliyor musunuz 25 kişilik geniş kadroda sadece 5 yerli futbolcu forma şansını yakalayabiliyor. Yani üç büyüklerde sahada yer alan toplam yerli oyuncu sayısı 15 ile sınırlı.
Ve ülkedeki bütün futbolcuların mücadelesi bu 15’i sahada olan, 30’u da kadroda bulunan  45 ila 50 yerli futbolcu arasına girebilmek için…

Futbolcuların iyi para kazanabilmesi, kendini gösterebilmesi, milli takıma girebilmesi, Avrupa arenasında boy gösterebilmesi için başka da bir şansı yok aslına bakarsanız.
70 milyon nüfusu olan bir ülkede 50 şanslı futbolcudan biri olabilmek hiç de kolay değilken bir de üstüne astronomik transfer ücretleri istemek ne kadar mantıklı?

Ancak işte öyle olmuyor. Transfer döneminin başlamasıyla birlikte yine milyon dolarlar telaffuz edilmeye ve havada uçuşmaya başladı.

Üç büyük kulübümüzün de her sezon tek bir amacı vardır o da şampiyonluk. Camialar şampiyonluk dışındaki tüm sonuçları başarısızlık olarak addederler. Dolaysıyla da kesenin ağzı sonuna kadar açılır. Yüksek şampiyonluk primi vaatleri daha sezon başından telaffuz edilmeye başlanır.

Yabancı futbolcu transferinde harcanan paralar dudak uçuklatır. Ama yerli futbolculara ödenen fiyatlar ise tam anlamıyla servettir.

50 futbolcu arasına girmek için can atan futbolcular için üç büyük kulübümüz adeta yarışır.
Bedavaya alabilecekleri futbolculara milyonları verirler bir de üzerine kavga ederler…
Peki neden? Bana göre yöneticilerimiz ya beceriksiz, ya basiretsiz, ya da üç kağıtçı!!!

Oysa ki futbolcularla yaptıkları sözleşmeleri başarı ve performans üzerine yapmış olsalar, çok da cüz’i rakamlara çok daha büyük başarılara imza atabilirler. Sözleşmelerde maç başına ücretlerin yanı sıra, alınacak puana, atılacak golle, sıralamadaki yere vb kriterler göre ücretlendirme yoluna gitseler her şey çok daha farklı olur.

Elbette ki bu konuda en üst merci olan Türkiye Futbol Federasyonu’na da büyük roller düşüyor.  Eğer TFF yakın vadede yabancı futbolcu konusunda gerekli tedbirleri almaz ise bu günleri de mumla arayacağız.

8 olan yabancı sayısın acilen düşürülmesi gerektiğini futbol dünyasındaki herkes her fırsatta dile getiriyor. Nitekim yabancı transferine kriterler konması, böylelikle nitelik ve niceliğin arttırılmasının en büyük gereksinim olduğu da her platformda konuşuluyor.

Ancak aynı tas aynı hamam ve hatta aynı kurnacı ile yolumuza devam ediyoruz.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Fenerbahçe mi Azizbahçe mi?


Türk toplumu köy kökenlidir ve tarihi kısa olan burjuvazinin oluşmasının ardından insanlarımızın sınıf atlama çabalarında kullanılan yöntem politika olmuştur.

Zaten Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dolduranların eğitim kalitesindeki düşüklüğün sebebi de sınıf atlamak için politikayı kullananların milletvekili olmasıdır. Bu yüzden el âlem marsa giderken biz hala İstanbul- İzmir yolunu zayiat vermeden tamamlayamıyoruz.

Karayollarında verdiğimiz zayiatlarına bir benzerini de geçtiğimiz süreç içinde futbolda verdik. TFF’nin özerkliğinin kaportası zaten çizilmişti ama sonunda yediği darbelerle kullanılamaz hale de geldi.
Futbolun ve TFF’nin bu hale gelmesinin tek bir nedeni var o da Aziz Yıldırım

Kendi çıkarları için Fenerbahçe’yi kullanan, Türkiye Futbol Federasyonu’nda politik manevralar çeviren Aziz Yıldırım, futbol camiasında olduğu kadar siyasete de ne kadar etkili olduğunu, tutuklu bulunduğu bu süreçte gösterdi.

Aziz Yıldırım mahkeme süresince ülkeyi yönetenlere, hukuk adamlarına, spor adamlarına demediğini bırakmadı. Hakarete varan kelimelerle suçlamalarda bulundu. Kimsenin gıkı çıkmadı.

Fenerbahçe Kulübü kendini uçuruma götüren, alnına kara leke sürdüren, ismine “Şikeci” damgası vurduran yöneticilerinden kurtulmak yerine, onları başta Aziz Yıldırım olmak üzere, baş tacı etti. Bunu anlamak gerçekten mümkün değil!

Aslında her şey büyük resmi görebilmekle mümkün. Bu güç tek başına kazanılmış bir güç değil. Planlı, programlı bir çalışma neticesinde elde edilmiş bir sistematik ve siyasi bir güç!  Ucu da elbette paraya dayanıyor. Sonuçları mı? Sonuçları kimsenin umurunda değil; Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…

2008 yılının Şubat ayında Türkiye Futbol Federasyonu olağanüstü seçime gitti ve Haluk Ulusoy yönetimi tabiri caiz ise devrildi. Böylece yıllarca futbolun içine girmeye çalışan siyasiler bir anlamda emellerine ulaştılar. Spora siyaseti bulaştırmayı başardılar.

Peki, ama neden iktidar sahipleri bu mücadele içine girdi? Sebep sadece TFF’nin ve kulüplerin iştah kabartan bütçesi miydi? Yayın gelirleri ve sponsorlardan gelen para elbette önemli! Ama TFF’yi ele geçirmek isteyenler, uçan kuşa borcu olan ve TFF den gelecek kuruşa bile ihtiyacı olan kulüplerin kendi paylarından hiçbir şekilde başka bir yere zırnık bile koklatmayacağını bilmiyorlar mıydı?

Hiç şüphesiz merhum Hasan Doğan ve ekibinin seçilmesinde en büyük rol, futbolun gerçek sahiplerinden çok, siyasiler tarafından yönetilmekte olan belediyelerindir.

2008’den sonra başlayan stat yenileme projeleri acaba bu planın bir parçası olabilir mi? Maliyetleri 4, 4,5 milyar doları bulan bu statların maliyetlerinden kimler nemalanıyor? Kimler ne kadar komisyon alıyor?

Malum yıkılan bütün statlar şehirlerin göbeklerinde, yeni yapılanlar ise şehrin dışında… Yıkılan statların yerleri ne oluyor? TFF yönetiminde görev alanlar, TFF Genel Kurulu’nda oy verenler bu projenin ne kadar içinde? Fenerbahçe Yönetimi’nde olan ama yeni yapılacak yönetime girmeyeceğini açıklayan bazı isimler bu amaç için mi futbola bulaşmışlardı? Şike soruşturmasında adı geçen isimlerden bu proje ile bağlantısı olanlar var mı?

Ve en önemli soru Aziz Yıldırım bu projenin asıl mimarı olabilir mi?

Bu sorular araştırıldığında asıl meselenin aslında sportif olmadığını ve yaşanılan her şeyin temel nedeninin PARA olduğunu göreceksiniz!

Fenerbahçeli taraftarların ve kongre üyelerinin asıl karar vermesi gereken şey “Fenerbahçeliler mi yoksa Azizbahçeliler mi?” Verecekleri karar sokaktaki vatandaşı bile ilgilendiriyor.

Benim fikrim mi? Ceza evinde tutuklu bulunan Aziz Yıldırım büyük bir ihtimalle yeniden Fenerbahçe Başkanı olacak! Şimdiden hayırlı olsun diyelim.




12 Mayıs 2012 Cumartesi

YUMURTA KIRILDI, İÇİNDEN FIRSAT ÇIKTI!


Hep başkalarını, başkalarının olaylarını kaleme alan gazeteciler, çok nadir de olsa kendilerini ve yaptıklarını yazarlar. Ben şimdiye kadar kendimle ilgili bir kez yazı yazmıştım o da 2010 yılında meslek büyüklerime kızdığım bir anda yazdığım “Biri bana anlatsın” başlıklı bir anlamda isyan yazısıydı. O yazıma şöyle bir bakıp bugünkü ortamla örtüştürünce aslında doğru yolda olduğumu da gördüm.

Kendimi bildim bileli yazıp duruyorum. Beni yakından tanıyanlar iyi bilirler. Hep idealist oldum. Etliye sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan edemedim.

Bir yerde hata gördüysem “Kral çıplak” demekten de geri kalmadım, başarı karşısında “Yalaka” damgasını yemek pahasına alkıştan da… Politik olmadım, olamadım.  Sözümü söylemekten hiçbir zaman geri durmadım. 

Meslek yaşantım boyunca kendi tanıştığım ve yanında çalıştığım insanlar dışında, amcalarım, dayılarım olmadı hiç.

Henüz 14 yaşımda amatör saha muhabirliği, 16’ımda ise Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde Galatasaray muhabirliği yapma fırsatını elde ettim. 22 yaşımda reytingi yüksek olan bir televizyonda, Kanal 6’da Spor Servisi istihbarat şefiydim. Yıllarca o gazete senin bu gazete benim it gibi çalıştıktan sonra, 26 yaşımda kendi işimi kurma kararı aldığımda, Türkiye’de daha önce yapılmamışları yaptım.

Türk Futbol Tarihi’ni içeren interaktif bir CD projesini ortaya koyduğumda, hâlihazırda insanların evlerinde bu CD’yi çalıştıracakları bir bilgisayarları bile yoktu. İlk kişisel futbolcu web sitesini Alpay Özalan’a kurduğumda ise Türkiye daha internetle yeni tanışmıştı ve bilinen kayıtlı sadece 350 bin civarı internet kullanıcısı vardı. Ardından yayına açtığım futbolcu sitelerinin ve danışmanlığını yaptığım kişilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı ilgi sebebiyle fazla trafiğin oluşturduğu maliyetten dolayı resmim.com’u üç otuz paraya satmak zorunda kaldığımızda, tahminimce bugünün onun muadili olan Facebook’un kurucuları internete girmek için ailelerden izin alıyorlardı.

Milli Takım’ın özel anlarını bir belgeselle seyirciye aktarma fikrini ortaya attığımda, o zaman daha henüz TFF Başkanı olmamış olan Başkanvekili Haluk Ulusoy dışında kimse bu fikrimi anlayamamış, birkaç ay sonra Fransa Milli Takımı’nın Dünya Şampiyonası öncesi çekilmiş özel görüntülerini izlediklerinde, ancak vizyonumu biraz tahmin eder gibi olmuşlardı. Hocaların hocası lakabıyla gönüllerde taht kurmuş rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın, Türk Futbolunu yapılandırmak için kurduğu geniş ekipte, ona en yakın olarak çalışma fırsatını elde etmiş olan biri olarak da ayrıca gurur duyuyorum
Yazdıklarım çok megalomanca gelebilir. Ama aslında biz gazeteciler hepimiz gizli megalomanlarız. Sadece bunu açığa vurmak büyük cesaret ve özgüven ister.  Ben bunu insanlarla paylaşmaktan çekinmiyorum. Kendimle gurur duyuyorum çünkü bakıldığında hiç de fena sayılmayan ve kolayca elde edilemeyecek iyi bir CV oluşturmuşum. Her ne kadar bir işe yaramasa da geriye dönüp baktığımda bu tablodan büyük haz alıyorum. Ama yaptığım işin tanımsızlığı çok canımı sıkıyor. Gazeteciyim dediğimde “Hangi gazete?”, Yönetmenim dediğimde “Hangi filmleri yönettiniz?” ve Yapımcıyım dediğimde de “Ne yapıyorsunuz?” sorularına muhatap olmaktan nefret ediyorum.

Ama şimdi meyve verme zamanı.  Yine bir ilke imza atıyorum.

Twitter kullanıcılarının doğrudan para kazanacağı dünyanın ilk ve tek platformunu hayata geçirdim. www.tweetad.net

Dünyanın en büyük mikro blog sitesi olan Twitter üzerinde, tam anlamıyla reklam ve gelir modeli diye tanımlayabileceğimiz tweetad.net sistemi, 7 Mayıs itibarı ile sosyal medya kullanıcılarına fırsat kapılarını açtı.
İlk olarak Türkçe olarak yayına başladığımız site 5,3 milyonu aktif olmak üzere 7,2 milyon Türk kullanıcıya hitap edeiyoruz. Günlük 1.7 milyon Türkçe Tweet atılan ülkemizde, Twitter kullanıcılarının reklam yapmasına olanak tanıyacak sistem böylelikle siteye üye olan herkese bir anlamda sponsor olmuş olacak.
“Yeni Dünyanın Büyük Kumbarası” sloganını seçtik. Logomuzda da Twitter’in yumurtasından esinlenerek kırık yumurtanın içinden para çıkarttık. Tweetad.net’in İngilizce versiyonnuu ise önümüzdeki günlerde aktif hale getireceğiz.

Tweetad.net sitesine giren bir Twitter kullanıcısı, öncelikle bir Tweetinin bedelini öğreniyor. Bu bedel giren kullanıcının takipçi sayısına göre hesaplanıyor. Ne kadar çok kullanıcısı varsa Tweet bedeli o kadar artıyor.
Twitter kullanıcısı sisteme bir kez kayıt olduktan sonra, sistemdeki ilanları görebiliyor. Kullanıcı, reklam verenin belirlemiş olduğu takipçi sayısı ve zaman kriterlerine uygun olan her ilanı dilediği gibi tweetleyebiliyor.
Bir takipçi için Twitter kullanıcısına ilk aşamada ödenecek bedel 0,001 TL.
Kullanıcı hesabında 50 TL ve üzerinde bir rakam topladığında, kayıt olurken vermiş olduğu banka bilgilerine biriktirdiği para yatırılıyor.

Twitter kullanıcısı tweetlediği her ilan başına, tweet bedeli kadar kazanırken, reklam verenin açmış olduğu krediden de reklam fiyatı kadar kredi eksiliyor.

Reklam veren için sistemde yer almanın minimum bedeli 50 TL. Reklam veren kaç kişiye ulaşmak istiyorsa rakamını kendi belirleyip sistemin içinde yer alabiliyor. Reklam verenin açtığı kredi bittiğinde reklam kendiliğinden sistemden kalkıyor. Yayın zamanı, günlük limit, saatlik limit, aynı kişi tarafından yeniden tweetlenme vb. gibi kriterler reklam veren tarafından önceden belirleniyor. Aynı şekilde Twitter kullanıcıları sisteme üye olurken, yaşları, ilgi alanları, tuttukları takım ve yaşadıkları şehir gibi belli başlı bilgileri sistemle paylaştıkları için reklam verene ilgi alanına göre ilan gösterme kolaylığı da sağlıyor.

Kısacası bu kez hedefim çok büyük. Daha önce yapılmamışları yapmak çok zordur. Kendini ve projeni ispat mecburiyetin vardır. Ama sanırım bu kez bunu yaparken en büyük destekçim sosyal medya kullanıcıları olacak.