10 Şubat 2010 Çarşamba

Biri bana anlatsın!

Hep birileri adına, belli bir konu için yazmaktan sıkıldım. Bugüne kadar yapmadığımı yapacağım ve bu sefer kendim için, içimden gelenleri, kısaca kendimi yazacağım. Burası benim Facebook sayfam ve Blog'um olduğuna göre, sanırım bunu burada yapabilirim ve istediğimi yazabilirim. Bir formata bağlı olmadan, özgürce. Profesyonelce değil, amatörce…

Kendimi bildim bileli yazıp duruyorum. Beni yakından tanıyanlar iyi bilirler. Hep idealist oldum. Etliye sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan edemedim. Bir yerde hata gördüysem “Kral çıplak” demekten de geri kalmadım, başarı karşısında “Yalaka” damgasını yemek pahasına alkıştan da… Politik olmadım, olamadım. Sözümü söylemekten hiçbir zaman geri durmadım.

Meslek yaşantım boyunca kendi tanıştığım ve yanında çalıştığım insanlar dışında, amcalarım, dayılarım olmadı hiç. Henüz 14 yaşımda amatör saha muhabirliği, 16’ımda ise Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde Galatasaray muhabirliği yapma fırsatını elde ettim. 22 yaşımda reytingi yüksek olan bir televizyonda, Kanal 6’da Spor Servisi istihbarat şefiydim. Yıllarca o gazete senin bu gazete benim it gibi çalıştıktan sonra, 26 yaşımda kendi işimi kurma kararı aldığımda, Türkiye’de daha önce yapılmamışları yaptım. Türk Futbol Tarihi’ni içeren interaktif bir CD projesini ortaya koyduğumda, hâlihazırda insanların evlerinde bu CD’yi çalıştıracakları bir bilgisayarları bile yoktu. İlk kişisel futbolcu web sitesini Alpay Özalan’a kurduğumda ise Türkiye daha internetle yeni tanışmıştı ve bilinen kayıtlı sadece 350 bin civarı internet kullanıcısı vardı. 

Ardından yayına açtığım futbolcu sitelerinin ve danışmanlığını yaptığım kişilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı ilgi sebebiyle fazla trafiğin oluşturduğu maliyetten dolayı resmim.com’u üç otuz paraya satmak zorunda kaldığımızda, tahminimce bugünün onun muadili olan Facebook’un kurucuları internete girmek için ailelerden izin alıyorlardı. Milli Takım’ın özel anlarını bir belgeselle seyirciye aktarma fikrini ortaya attığımda, o zaman daha henüz TFF Başkanı olmamış olan Başkanvekili Haluk Ulusoy dışında kimse bu fikrimi anlayamamış, birkaç ay sonra Fransa Milli Takımı’nın Dünya Şampiyonası öncesi çekilmiş özel görüntülerini izlediklerinde, ancak vizyonumu biraz tahmin eder gibi olmuşlardı.

Hocaların hocası lakabıyla gönüllerde taht kurmuş rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın, Türk Futbolunu yapılandırmak için kurduğu geniş ekipte, ona en yakın olarak çalışma fırsatını elde etmiş olan biri olarak gurur duyuyorum. Öyle ki, bugünkü TFF yönetiminin bizim projelerimizi kendi projeleri gibi lanse etmeleri bile, bu gururu üzüntüye çevirmeye yetmiyor.

Yazdıklarım çok megalomanca gelebilir. Ama aslında biz gazeteciler hepimiz gizli megalomanlarız. Sadece bunu açığa vurmak büyük cesaret ve özgüven ister. Ben bunu insanlarla paylaşmaktan çekinmiyorum. Kendimle gurur duyuyorum çünkü bakıldığında hiç de fena sayılmayan ve kolayca elde edilemeyecek iyi bir CV oluşturmuşum. Her ne kadar bir işe yaramasa da geriye dönüp baktığımda bu tablodan büyük haz alıyorum. Ama yaptığım işin tanımsızlığı çok canımı sıkıyor. Gazeteciyim dediğimde “Hangi gazete?”, Yönetmenim dediğimde “Hangi filmleri yönettiniz?” ve Yapımcıyım dediğimde de “Ne yapıyorsunuz?” sorularına muhatap olmaktan nefret ediyorum. O zaman anlıyorum ki ben gerçekten bir şey yapmamışım!

Bunları yazdığımı görüp de mutsuz olduğumu düşünmeyin sakın! İyi bir mesleğim, ekmek paramı kazandığım bir şirketim, çok sevdiğim bir eşim, 2 tane de yaşam kaynağı çocuğum var. Böyle düşününce ben çok zengin bir adamım diyorum. Ancak kafama takılan bazı sorular var ve günlerdir kendime hep bu soruları sorup duruyorum: Ne kadar ömrüm kaldı? Geriye ne bıraktım? Hak ettiğim yerde miyim? Neden benim de bir gazetede köşem yok? Televizyonlara sunduğum benzersiz projeler neden kabul görmüyor? Bu zaman diliminde değil de farklı bir zaman diliminde mi yaşamalıydım?

Bir yerlerde hata yapmış olmalıyım! Ama nerede? Bunu henüz bulabilmiş değilim.