22 Mayıs 2012 Salı

Bu işte bir yanlış var!


İyisiyle kötüsüyle bir sezon daha geride kaldı. Şike soruşturması gölgesinde oynanan ve futbolseverlerin bir an önce sona ersin diye dua ettiği Süper Lig sona erdi. Gazetelerin ilk haberi vermek için mücadele ettiği, yalanların havada uçuştuğu transfer sezonu başladı.

Peki, Türkiye’de futbol deyince akla ne gelir?

Bu soruya ülkenin dörtte üçünün vereceği yanıt hemen hemen aynıdır; Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş

Üç Büyükler diye adlandırdığımız ve ülkedeki hemen herkesin ucundan bir yerinden tuttukları bu güzide futbol kulüplerimize bir de Trabzonspor’u ekleyebiliriz. Trabzonspor Anadolu’dan çıkan ilk şampiyon olması nedeniyle üç büyüklerden sonra adı en çok zikredilen takımımızdır.

Hiç şüphesiz ülkemizde top peşinde koşan her futbolcunun hayalinde de bu takımlar yatar… Halı sahada oynayan da, Süper Lig’de oynayan da o efsane formaları sırtına geçirmek için yanıp tutuşur.

Bu kulüpler dışında oynayan hangi futbolcuya sorsanız “ O formayı sırtıma geçireyim başka bir şey istemem. Üzerine para bile veririm” der. Gelin görün ki iş ciddiye binip de bu kulüplerden teklif alırlarsa isteyecekleri rakamın sıfırlarını kendileri bile sayamazlar.

Aslına bakarsanız bu iş basit bir matematik hesabıdır. Oysa futbol camiamızın matematik bilimi ile pek işi yoktur.

Bir futbol kulübünün profesyonel takımının geniş kadrosunda ortalama olarak 25 futbolcu bulunur. Spor Toto Süper Lig’de 8 yabancı uygulaması olduğundan ve hemen hemen bütün kulüplerimiz bu hakkı sonuna kadar değerlendirdiğinden, yerli futbolcu sayısı otomatikman 17’ye düşer.  8 yabancı futbolcudan 6 sının sahaya çıkma hakkı vardır ve yine kulüplerimiz bunu sonuna kadar kullanırlar. Bu durumda sahada oynayabilecek yerli futbolcu sayısı sadece 5’tir.

Düşünebiliyor musunuz 25 kişilik geniş kadroda sadece 5 yerli futbolcu forma şansını yakalayabiliyor. Yani üç büyüklerde sahada yer alan toplam yerli oyuncu sayısı 15 ile sınırlı.
Ve ülkedeki bütün futbolcuların mücadelesi bu 15’i sahada olan, 30’u da kadroda bulunan  45 ila 50 yerli futbolcu arasına girebilmek için…

Futbolcuların iyi para kazanabilmesi, kendini gösterebilmesi, milli takıma girebilmesi, Avrupa arenasında boy gösterebilmesi için başka da bir şansı yok aslına bakarsanız.
70 milyon nüfusu olan bir ülkede 50 şanslı futbolcudan biri olabilmek hiç de kolay değilken bir de üstüne astronomik transfer ücretleri istemek ne kadar mantıklı?

Ancak işte öyle olmuyor. Transfer döneminin başlamasıyla birlikte yine milyon dolarlar telaffuz edilmeye ve havada uçuşmaya başladı.

Üç büyük kulübümüzün de her sezon tek bir amacı vardır o da şampiyonluk. Camialar şampiyonluk dışındaki tüm sonuçları başarısızlık olarak addederler. Dolaysıyla da kesenin ağzı sonuna kadar açılır. Yüksek şampiyonluk primi vaatleri daha sezon başından telaffuz edilmeye başlanır.

Yabancı futbolcu transferinde harcanan paralar dudak uçuklatır. Ama yerli futbolculara ödenen fiyatlar ise tam anlamıyla servettir.

50 futbolcu arasına girmek için can atan futbolcular için üç büyük kulübümüz adeta yarışır.
Bedavaya alabilecekleri futbolculara milyonları verirler bir de üzerine kavga ederler…
Peki neden? Bana göre yöneticilerimiz ya beceriksiz, ya basiretsiz, ya da üç kağıtçı!!!

Oysa ki futbolcularla yaptıkları sözleşmeleri başarı ve performans üzerine yapmış olsalar, çok da cüz’i rakamlara çok daha büyük başarılara imza atabilirler. Sözleşmelerde maç başına ücretlerin yanı sıra, alınacak puana, atılacak golle, sıralamadaki yere vb kriterler göre ücretlendirme yoluna gitseler her şey çok daha farklı olur.

Elbette ki bu konuda en üst merci olan Türkiye Futbol Federasyonu’na da büyük roller düşüyor.  Eğer TFF yakın vadede yabancı futbolcu konusunda gerekli tedbirleri almaz ise bu günleri de mumla arayacağız.

8 olan yabancı sayısın acilen düşürülmesi gerektiğini futbol dünyasındaki herkes her fırsatta dile getiriyor. Nitekim yabancı transferine kriterler konması, böylelikle nitelik ve niceliğin arttırılmasının en büyük gereksinim olduğu da her platformda konuşuluyor.

Ancak aynı tas aynı hamam ve hatta aynı kurnacı ile yolumuza devam ediyoruz.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Fenerbahçe mi Azizbahçe mi?


Türk toplumu köy kökenlidir ve tarihi kısa olan burjuvazinin oluşmasının ardından insanlarımızın sınıf atlama çabalarında kullanılan yöntem politika olmuştur.

Zaten Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dolduranların eğitim kalitesindeki düşüklüğün sebebi de sınıf atlamak için politikayı kullananların milletvekili olmasıdır. Bu yüzden el âlem marsa giderken biz hala İstanbul- İzmir yolunu zayiat vermeden tamamlayamıyoruz.

Karayollarında verdiğimiz zayiatlarına bir benzerini de geçtiğimiz süreç içinde futbolda verdik. TFF’nin özerkliğinin kaportası zaten çizilmişti ama sonunda yediği darbelerle kullanılamaz hale de geldi.
Futbolun ve TFF’nin bu hale gelmesinin tek bir nedeni var o da Aziz Yıldırım

Kendi çıkarları için Fenerbahçe’yi kullanan, Türkiye Futbol Federasyonu’nda politik manevralar çeviren Aziz Yıldırım, futbol camiasında olduğu kadar siyasete de ne kadar etkili olduğunu, tutuklu bulunduğu bu süreçte gösterdi.

Aziz Yıldırım mahkeme süresince ülkeyi yönetenlere, hukuk adamlarına, spor adamlarına demediğini bırakmadı. Hakarete varan kelimelerle suçlamalarda bulundu. Kimsenin gıkı çıkmadı.

Fenerbahçe Kulübü kendini uçuruma götüren, alnına kara leke sürdüren, ismine “Şikeci” damgası vurduran yöneticilerinden kurtulmak yerine, onları başta Aziz Yıldırım olmak üzere, baş tacı etti. Bunu anlamak gerçekten mümkün değil!

Aslında her şey büyük resmi görebilmekle mümkün. Bu güç tek başına kazanılmış bir güç değil. Planlı, programlı bir çalışma neticesinde elde edilmiş bir sistematik ve siyasi bir güç!  Ucu da elbette paraya dayanıyor. Sonuçları mı? Sonuçları kimsenin umurunda değil; Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…

2008 yılının Şubat ayında Türkiye Futbol Federasyonu olağanüstü seçime gitti ve Haluk Ulusoy yönetimi tabiri caiz ise devrildi. Böylece yıllarca futbolun içine girmeye çalışan siyasiler bir anlamda emellerine ulaştılar. Spora siyaseti bulaştırmayı başardılar.

Peki, ama neden iktidar sahipleri bu mücadele içine girdi? Sebep sadece TFF’nin ve kulüplerin iştah kabartan bütçesi miydi? Yayın gelirleri ve sponsorlardan gelen para elbette önemli! Ama TFF’yi ele geçirmek isteyenler, uçan kuşa borcu olan ve TFF den gelecek kuruşa bile ihtiyacı olan kulüplerin kendi paylarından hiçbir şekilde başka bir yere zırnık bile koklatmayacağını bilmiyorlar mıydı?

Hiç şüphesiz merhum Hasan Doğan ve ekibinin seçilmesinde en büyük rol, futbolun gerçek sahiplerinden çok, siyasiler tarafından yönetilmekte olan belediyelerindir.

2008’den sonra başlayan stat yenileme projeleri acaba bu planın bir parçası olabilir mi? Maliyetleri 4, 4,5 milyar doları bulan bu statların maliyetlerinden kimler nemalanıyor? Kimler ne kadar komisyon alıyor?

Malum yıkılan bütün statlar şehirlerin göbeklerinde, yeni yapılanlar ise şehrin dışında… Yıkılan statların yerleri ne oluyor? TFF yönetiminde görev alanlar, TFF Genel Kurulu’nda oy verenler bu projenin ne kadar içinde? Fenerbahçe Yönetimi’nde olan ama yeni yapılacak yönetime girmeyeceğini açıklayan bazı isimler bu amaç için mi futbola bulaşmışlardı? Şike soruşturmasında adı geçen isimlerden bu proje ile bağlantısı olanlar var mı?

Ve en önemli soru Aziz Yıldırım bu projenin asıl mimarı olabilir mi?

Bu sorular araştırıldığında asıl meselenin aslında sportif olmadığını ve yaşanılan her şeyin temel nedeninin PARA olduğunu göreceksiniz!

Fenerbahçeli taraftarların ve kongre üyelerinin asıl karar vermesi gereken şey “Fenerbahçeliler mi yoksa Azizbahçeliler mi?” Verecekleri karar sokaktaki vatandaşı bile ilgilendiriyor.

Benim fikrim mi? Ceza evinde tutuklu bulunan Aziz Yıldırım büyük bir ihtimalle yeniden Fenerbahçe Başkanı olacak! Şimdiden hayırlı olsun diyelim.




12 Mayıs 2012 Cumartesi

YUMURTA KIRILDI, İÇİNDEN FIRSAT ÇIKTI!


Hep başkalarını, başkalarının olaylarını kaleme alan gazeteciler, çok nadir de olsa kendilerini ve yaptıklarını yazarlar. Ben şimdiye kadar kendimle ilgili bir kez yazı yazmıştım o da 2010 yılında meslek büyüklerime kızdığım bir anda yazdığım “Biri bana anlatsın” başlıklı bir anlamda isyan yazısıydı. O yazıma şöyle bir bakıp bugünkü ortamla örtüştürünce aslında doğru yolda olduğumu da gördüm.

Kendimi bildim bileli yazıp duruyorum. Beni yakından tanıyanlar iyi bilirler. Hep idealist oldum. Etliye sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan edemedim.

Bir yerde hata gördüysem “Kral çıplak” demekten de geri kalmadım, başarı karşısında “Yalaka” damgasını yemek pahasına alkıştan da… Politik olmadım, olamadım.  Sözümü söylemekten hiçbir zaman geri durmadım. 

Meslek yaşantım boyunca kendi tanıştığım ve yanında çalıştığım insanlar dışında, amcalarım, dayılarım olmadı hiç.

Henüz 14 yaşımda amatör saha muhabirliği, 16’ımda ise Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde Galatasaray muhabirliği yapma fırsatını elde ettim. 22 yaşımda reytingi yüksek olan bir televizyonda, Kanal 6’da Spor Servisi istihbarat şefiydim. Yıllarca o gazete senin bu gazete benim it gibi çalıştıktan sonra, 26 yaşımda kendi işimi kurma kararı aldığımda, Türkiye’de daha önce yapılmamışları yaptım.

Türk Futbol Tarihi’ni içeren interaktif bir CD projesini ortaya koyduğumda, hâlihazırda insanların evlerinde bu CD’yi çalıştıracakları bir bilgisayarları bile yoktu. İlk kişisel futbolcu web sitesini Alpay Özalan’a kurduğumda ise Türkiye daha internetle yeni tanışmıştı ve bilinen kayıtlı sadece 350 bin civarı internet kullanıcısı vardı. Ardından yayına açtığım futbolcu sitelerinin ve danışmanlığını yaptığım kişilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı ilgi sebebiyle fazla trafiğin oluşturduğu maliyetten dolayı resmim.com’u üç otuz paraya satmak zorunda kaldığımızda, tahminimce bugünün onun muadili olan Facebook’un kurucuları internete girmek için ailelerden izin alıyorlardı.

Milli Takım’ın özel anlarını bir belgeselle seyirciye aktarma fikrini ortaya attığımda, o zaman daha henüz TFF Başkanı olmamış olan Başkanvekili Haluk Ulusoy dışında kimse bu fikrimi anlayamamış, birkaç ay sonra Fransa Milli Takımı’nın Dünya Şampiyonası öncesi çekilmiş özel görüntülerini izlediklerinde, ancak vizyonumu biraz tahmin eder gibi olmuşlardı. Hocaların hocası lakabıyla gönüllerde taht kurmuş rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın, Türk Futbolunu yapılandırmak için kurduğu geniş ekipte, ona en yakın olarak çalışma fırsatını elde etmiş olan biri olarak da ayrıca gurur duyuyorum
Yazdıklarım çok megalomanca gelebilir. Ama aslında biz gazeteciler hepimiz gizli megalomanlarız. Sadece bunu açığa vurmak büyük cesaret ve özgüven ister.  Ben bunu insanlarla paylaşmaktan çekinmiyorum. Kendimle gurur duyuyorum çünkü bakıldığında hiç de fena sayılmayan ve kolayca elde edilemeyecek iyi bir CV oluşturmuşum. Her ne kadar bir işe yaramasa da geriye dönüp baktığımda bu tablodan büyük haz alıyorum. Ama yaptığım işin tanımsızlığı çok canımı sıkıyor. Gazeteciyim dediğimde “Hangi gazete?”, Yönetmenim dediğimde “Hangi filmleri yönettiniz?” ve Yapımcıyım dediğimde de “Ne yapıyorsunuz?” sorularına muhatap olmaktan nefret ediyorum.

Ama şimdi meyve verme zamanı.  Yine bir ilke imza atıyorum.

Twitter kullanıcılarının doğrudan para kazanacağı dünyanın ilk ve tek platformunu hayata geçirdim. www.tweetad.net

Dünyanın en büyük mikro blog sitesi olan Twitter üzerinde, tam anlamıyla reklam ve gelir modeli diye tanımlayabileceğimiz tweetad.net sistemi, 7 Mayıs itibarı ile sosyal medya kullanıcılarına fırsat kapılarını açtı.
İlk olarak Türkçe olarak yayına başladığımız site 5,3 milyonu aktif olmak üzere 7,2 milyon Türk kullanıcıya hitap edeiyoruz. Günlük 1.7 milyon Türkçe Tweet atılan ülkemizde, Twitter kullanıcılarının reklam yapmasına olanak tanıyacak sistem böylelikle siteye üye olan herkese bir anlamda sponsor olmuş olacak.
“Yeni Dünyanın Büyük Kumbarası” sloganını seçtik. Logomuzda da Twitter’in yumurtasından esinlenerek kırık yumurtanın içinden para çıkarttık. Tweetad.net’in İngilizce versiyonnuu ise önümüzdeki günlerde aktif hale getireceğiz.

Tweetad.net sitesine giren bir Twitter kullanıcısı, öncelikle bir Tweetinin bedelini öğreniyor. Bu bedel giren kullanıcının takipçi sayısına göre hesaplanıyor. Ne kadar çok kullanıcısı varsa Tweet bedeli o kadar artıyor.
Twitter kullanıcısı sisteme bir kez kayıt olduktan sonra, sistemdeki ilanları görebiliyor. Kullanıcı, reklam verenin belirlemiş olduğu takipçi sayısı ve zaman kriterlerine uygun olan her ilanı dilediği gibi tweetleyebiliyor.
Bir takipçi için Twitter kullanıcısına ilk aşamada ödenecek bedel 0,001 TL.
Kullanıcı hesabında 50 TL ve üzerinde bir rakam topladığında, kayıt olurken vermiş olduğu banka bilgilerine biriktirdiği para yatırılıyor.

Twitter kullanıcısı tweetlediği her ilan başına, tweet bedeli kadar kazanırken, reklam verenin açmış olduğu krediden de reklam fiyatı kadar kredi eksiliyor.

Reklam veren için sistemde yer almanın minimum bedeli 50 TL. Reklam veren kaç kişiye ulaşmak istiyorsa rakamını kendi belirleyip sistemin içinde yer alabiliyor. Reklam verenin açtığı kredi bittiğinde reklam kendiliğinden sistemden kalkıyor. Yayın zamanı, günlük limit, saatlik limit, aynı kişi tarafından yeniden tweetlenme vb. gibi kriterler reklam veren tarafından önceden belirleniyor. Aynı şekilde Twitter kullanıcıları sisteme üye olurken, yaşları, ilgi alanları, tuttukları takım ve yaşadıkları şehir gibi belli başlı bilgileri sistemle paylaştıkları için reklam verene ilgi alanına göre ilan gösterme kolaylığı da sağlıyor.

Kısacası bu kez hedefim çok büyük. Daha önce yapılmamışları yapmak çok zordur. Kendini ve projeni ispat mecburiyetin vardır. Ama sanırım bu kez bunu yaparken en büyük destekçim sosyal medya kullanıcıları olacak.