28 Aralık 2011 Çarşamba

Vicdan


Özdemir Asaf  İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri? Yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?” derken sanki benim şu anki duygularımı yaşıyormuş.

Gerçekten biz hep böyle miydik? Yoksa zaman içinde mi bu hale geldik?

Bir tek sportif konularda değil çevremdeki her konuda yaşanılanlardan büyük rahatsızlık duymaya başladım. Elbette haddim olmayan konular benim yazabileceğim, yorum yapabileceğim konular değil. Ben bildiğim konuda yorum yapıp sizlerle paylaşmaktan keyif alıyorum.

Türk insanı etik değerlerini yitiriyor mu? Ya da çoktan yitirdi mi?  Toplumsal olayları değerlendirirken kişisel çıkarlarını, ahlaki, insani ve ulusal çıkarların üstünde tutmak artık işe yaramıyor mu?

Ahlak, onur, erdem… Bunlar artık masallarda mı kaldı?

Kişisel çıkarlar dışında düşünebilmek, her insanın harcı değildir. Bunun için bazı erdemler gerekir. Cömertlik, fedakârlık, adil olma, hoşgörü ve cesaret gibi…

Bu anlamda aslında Türk futbolu adına ciddi bir imtihandan geçiyoruz. Kim ne derse desin bu ülkede, futbolda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu imtihanı verebilirsek sınıf atlayacağız. Yok, eğer veremezsek…

Düşünün ki, 18 yaşından büyük çok sevdiğiniz aile bireyiniz, cinayet suçlamasıyla mahkeme tarafından yargılanıyor. Burada çok sevdiğiniz aile bireyi, anneniz, babanız, oğlunuz kızınız ya da kardeşiniz olabilir. Ama sonuçta canınız, kanınız. Yakınınız kişisel bir çıkarı için iş ortağını anlının tam orta yerinden vurmakla suçlanıyor. İlk bakışta tüm deliller aleyhinize. Bütün işaretler katilin sizin yakınınız olduğunu gösteriyor. Olayın suç aletleri polisin eline geçmiş, mağdurlar var ve hatta şahitler. Bir adım daha öteye gidelim; Siz de bu olayın yakınınız tarafından gerçekleştirildiğine inanıyorsunuz, belki de biliyorsunuz; Hatta şahitsiniz!  Ne yapardınız?

Vicdanınız mı ön planda olurdu yoksa duygularınız mı? Mahkemede şahitliğiniz hangi yönde olurdu? Bırakın şahitliği mahkeme yakınınıza ceza verdiğinde, o suçsuzdur ceza çekmemeli diyebilir miydiniz? Sevdiğiniz kişinin suçuna rağmen ceza almaması için girişimlerde bulunur muydunuz?

Yaşadığımız şike soruşturması aslında bu tip bir davaya benziyor. Fenerbahçeli dostlarımız ortaya çıkan onca belgeye rağmen takımlarının suçlu olabileceği gerçeğini kabullenemiyorlar.
“Ben Fenerbahçeliyim” adı altında oluşumlar başlatıp, olayın örtbas edilmesi, meşru sayılması için mücadele ediyorlar.  Hatta daha ileri giderek “Başkanımız yaptıysa Fenerbahçe için yaptı. Helal olsun!” diyerek suçu meşrulaştırıyorlar. Bu konuda deliller sunan ya da şahitlik yapanları aforoz edip, tehdit ediyorlar. Bilgisi olan gazeteciler sus pus!

Elbette ki tek suçlu Fenerbahçe değil. Nerdeyse tüm büyük kulüplerimiz ucundan kıyısından bu pisliğe bulaşmış durumdalar. Ama Fenerbahçe gerek büyüklüğünden gerekse de yukarıda anlattığım yaklaşım tarzından dolayı ön plana çıkmış durumda.

Her fırsatta dile getiriyorum. Ben yeşil saha üzerinde beyaz çizgilerle çevrili olarak oynanan oyunu seviyorum. Çizgilerin dışında oynananı değil!

Futbolun oyun olduğu gerçeği ile yüz yüze kalmadıkça bu sorunlar bitmeyecek. İnsanlara futbolu gerçekten sevdirmedikçe, hacim büyümeyecek, sponsorluklar artmayacak, tribünler dolmayacak ve amatör ruh canlanmayacak.

30 bin sayfayı aşkın ek iddianame klasörlerinde adı geçen isimlerin konuşmaları, zaten iyice soğuduğum futbola karşı olan sevgimi alıp götürmeye yetti.

Ancak adalete olan inancım da zedelenmeye başladı. Aziz Yıldırım ve arkadaşları 6 aydır içeride yatarken, bu olaylara en az onun kadar bulaşmış ve olayları yönlendirmiş olan Göksel Gümüşdağ nasıl olur da elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşabiliyor anlamış değilim. 30 bin sayfayı kimseden okumasını beklemiyorum ama özellikle 25. Klasörde Göksel Gümüşdağ ile Aziz Yıldırım arasında geçen diyaloglara şöyle bir göz atmanızı isterim. Ben bu konuşmaları gördükten sonra bu camianın bir paydaşı olmaktan utandım.

Son olarak bu gelişmeleri taraflı olarak yönlendiren ve her yaptığı icraatle Türk Futboluna zarar veren Türkiye Futbol Federasyonu Yönetimi onurlu bir davranış örneği sergileyerek artık acilen istifa etmeli. Türk Futbolunun önünü açmalı.

Hadi madem koltuklarını çok seven bu insanlar istifa etmiyorlar ya da edemiyorlar. Bulunduğu makam nedeniyle delilleri karartma riski bulunan ve şu anda spor müsabakalarını izlemesi bile yasak olan Göksel Gümüşdağ nasıl olur da hala TFF Başkanvekilliğini sürdürebilir? Bunun izahını yapabilecek biri var mı? Ben bunu anlayamıyorum.

20 Aralık 2011 Salı

İşimiz ALLAH'a kaldı

‘Türk Futbolu Allahlık oldu’ diyorum, kimseyi inandıramıyorum.

“Gece yatmaz, gündüz kalkmaz” bir şekilde yarasa modunda yaşadığım için, sabahın köründe çok önemli bir konu olmadıkça kimse beni cebimden aramaz.  Ancak 3 Temmuz Pazar sabahı erken saatte telefonum çalınca kendi kendime “HAYIRDIR İNŞALLAH” dedim. 

Şike suçlaması ile yakinen tanığım birçok kişinin gözaltına alındığını öğrenince “İNŞALLAH” önemli bir şey yoktur diye geçirdim içimden. 

Televizyonu açıp olanı biteni gördüğümde şaşkınlıktan “ALAH ALLAH” demekten kendimi alamadım.

Hele ki aralarında çok sevdiğim ve masum olduğuna inandığım birkaç kişiyi de görünce, üzülerek  “HAY ALLAH” diye sızlandım arkadaşlarıma.

Zaman ilerledikçe telefonlarım hiç susmaz oldu. Futbolun çok içindesin, “MAAZALLAH” sen de istemeden belki bulaşmışsındır, ‘Seninle ilgili bir şey yok değil mi?’ diyenler mi istersiniz yoksa sanki ben hukukçuymuşum gibi, ‘ Ne olacak şimdi, bırakırlar mı Aziz Yıldırım’ı?’ soruları soranlar mı?  “EVELALLAH” kendimize güvenimiz tam,  ama gelin görün ki sorular karşısında ” İLLALLAH” ettim.

Olaylar yaşanmadan birkaç gün önce yazdığım bir yazımda  ‘Kulağıma bir şeyler geldi, ama paylaşamam.’ diye satır arasında başka bir konudan bahsetmiştim.  Herkes bana ‘Kesin sen biliyordun,  neden “YA ALLAH” deyip sonuna kadar gitmedin?’  diye serzenişte bulundu.

Onlara ne kadar “VALLAH BİLLAH” diye yemin ederek, taahhütte bulunsam da; inandıramadım.

 “FESUBANNALLAH” diye sabır çektiysem de ,  “HASBÜNALLAH”  diyerek kendimi teskin etsem de; çok canım sıkılmıştı.

Fenerbahçeli dostlarımız durumdan çok etkilenmiş ve çok öfkeliydiler. “ALLAH ALLAH ALLAH” nidalarıyla Şükrü Saraçoğlu Stadı önünde toplandılar.  “MAŞALLAH” iyi organize olmuşlardı. Sonra baktılar ki ellerinden bir şey gelmiyor “EYVALLAH” diyerek dağıldılar.

İşin detayları ortaya çıktıkça, zaten başarısız bulduğum TFF’ye karşı, kendi çapımda bir savaş açtım. “BİSMİLLAH” diyerek sıvadım kolları ve “ALİMALLAH” o günden beri de bu konuda yazıp çiziyorum bıkıp usanmadan.

15 Aralık 2011 Perşembe

Umutsuz Vaka

Bizler büyük bir oyunun küçük bir parçasıyız. Hepimiz bize verilen rolü oynuyoruz. Kimimiz bu rolü kusursuz oynarken, kimimiz kurallara uymayarak ezber bozabiliyoruz. Ezber bozanlar, oyun sahipleri tarafından oyun dışına itilmeye çalışıyor. Rolünü eksiksiz ve kusursuz yerine getirenler ise mükâfat olarak köşe başlarını tutuyor. Bir de kendine verilen rolün farkına varmadan oyun içinde olanlar var. Onlar ise olup bitenden bir haber, oyun sahiplerine hizmet ediyorlar. Bu oyunun adı kimi zaman siyaset, kimi zaman spor, kimi zaman da yaşamın ta kendisi…

Ben kendi adıma rolünün farkında olmayanlarla ezber bozanlar arasında gidip geldiğimi düşünüyorum.  Oyun arkadaşlarım ise çoğunlukla rolünün farkında olmayanlar ile zaman zaman rolünü eksiksiz oynayanlar.

Bugüne kadar futbol camiasında bu oyunu oynadık durduk. Ama bu oyunda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Oyun belki tam anlamıyla bozulmadı, ama oyun sahipleri ciddi bir yara aldılar.

Herkesin bildiklerini, herkesin yazdıklarını kaleme almayı sevmiyorum. Bana bu mesleği öğreten büyüklerim farklı olmayı, bakış açımı değiştirmeyi öğrettiler. Ben de elimden geldiğince bu öğretileri uygulamaya çalışıyorum.

Bu mesleğin içinde olup “Tarafsızım,” diyen herkes yalan söyler.  Ama mühim olan taraf olduğu halde tarafsız,  yalın ve objektif gözle bakmayı becerebilmektir. İşte ben de olaylara renkli gözlüklerle bakmak yerine saydam gözlüklerle bakıyorum.

Benim aylar önce yazdıklarımı şimdilerde birçok meslektaşım ilk kez kendileri kaleme alıyormuşçasına yazıp, sonra da atıp tutuyorlar. Arkalarına aldıkları rüzgâra göre yön alan bu kişiler, kardan adam olduklarının bile farkında değiller.

Sevdiklerimden, dostlarımdan sürekli uyarılar alıyorum. “Sana ne sana mı kaldı Türk Futbolunu kurtarmak?”, “Sakin ol! Bu ne şiddet bu ne celal!”,  “Bulaşma bu işlere” … Son zamanlarda en çok duyduğum sözler bunlar oldu.

Yazdıklarımdan keyif almaya başladım. İnsanların telefonla arayıp ihbarlarda bulunması, bilgiler aktarması,  attıkları maillerle tepkiler vermesi beni çok mutlu ediyor.

Maillerde en fazla iddianame ile ilgili düşüncem sorulmuş. Sokaktan geçen en alakasız kişilerin bile fikir sahibi olduğu bu iddianameyi yorumlamayacağım.  Hukukçu değilim ki hukuki bir değerlendirme yapabileyim.  Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, savcı çok zor bir konuda, çok zor bir iddianameyi olabildiğince başarılı bir şekilde hazırlamış. Yüzlerce sayfa iddianame hakkında birkaç satırda yorum yapmak doğru değil.

Türkiye Futbol Federasyonu krizi iyi yönetemedi. Hemen hemen herkes bu konuda hem fikir. İlk başta alması gereken kararları alamadı. İçindeki çürük yumurtaları temizleyemedi. UEFA ile ilişkileri koordine edemedi. Yayıncı kuruluşun etkisi altında kaldı. Ve en önemlisi tüm hamlelerini “Fenerbahçe’yi nasıl düşürmem!”  hesabı yaptı. Verilen tüm kararların arkasında bu düşünce var.

Hal böyle olunca da bugünlere geldik. Günü kurtarmak adına yarınları çoktan feda ettik.  19 Nisan 2011’de yazdığım bir yazımda “Yanlış tedavi hastayı öldürmese bile sakat bırakırmış. Aynı hesap Türk Futbolu da ha öldü ha ölecek, ama ölmese bile bu gidişle sakat kalacak,” demiştim. Türk Futbol beceriksiz ve yeteneksiz yöneticilerin elinde ciddi bir şekilde sakatlandı. Umarım sahalara dönüşü uzamaz.

prosentez@prosentez.com

www.twitter.com/prosentez

28 Kasım 2011 Pazartesi

Dedikodu ya doğruysa ?


Bas bas bağırıyoruz, çırpınıyoruz, haykırıyoruz.. Türk Futbolu elden gidiyor. Günden güne eriyor.  Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıyor. 

Futbolsever sayısındaki düşüş,  futbola olan ilgi, güven, dibe vurmuş durumda. Futbolun içinde olanlar, bu spordan beslenenler, bu sporla yaşayanlar bindikleri dalı kesmekten geri durmuyorlar.
Medya anlaşılmaz bir şekilde olaylara seyirci kalmakta. Hatta birçok noktada, olayların bu şekilde cereyan etmesine çanak tutmakta.

Kim ne derse desin bu ülkede, futbolda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

7 ay önce büyük bir titizlikle çıkartıldığı iddia edilen, Avrupa’ya iftiharla sunulan ve Kamuoyu tarafından şike yasası diye bilinen yasa, bir çırpıda tüm partilerin uzlaşısıyla değiştiriliverdi. Her ne kadar BDP son anda geri çekilmiş olsa da, ilk başta bu yasa değişikliğine onlar da onay vermişlerdi.

Kimse aptal değil. Bir yasanın bu şekilde alelacele değiştirilmesi alıştığımız bir şey de değil. Bu ülkede yaşayan, bu işlerin gelişimini biraz takip eden veya kafası biraz çalışan herkes bunun neden yapıldığını biliyor. Zaten bu konuda yazma ve konuşma cesareti olan birkaç kişi bunu çeşitli organlarda açıkladılar. Bir düğmeye basıldı ve bu operasyon yapıldı.

Spor tarihimizin bu en büyük şike operasyonunda baş aktörlerden birinin Fenerbahçe olması yaşanılanların bu noktaya gelmesinde başlıca sebep.  Öyle ya da böyle birçok kulübün adı bu işe bulaşmış olsa da, söz konusu Fenerbahçe olunca akan sular duruyor. Devlet Büyüklerimiz, Siyasilerimiz, Hukukçularımız, Aydınlarımız, Muhaliflerimiz, mantıklarından, vicdanlarından önce kalplerine ve duygularına yenik düşüyorlar.

Yine hepimiz biliyoruz ki bu olayların içinde Fenerbahçe olmasa , ne yasa değişirdi ne de tutuklanan isimler için bugün konuşulan tahliye seçenekleri gündeme gelirdi. Adı geçen tüm kulüpler zaten çoktan bir alt ligi boylamıştı. Fenerbahçe’nin hatırına diğer kulüplerde şu an için korunuyor.

Ne Fenerbahçeliyim ne de hukukçu. Ama olayları rahatlıkla görebiliyor ve yorumlayabiliyorum.  Zaten artık Fenerbahçe’nin içinde bulunduğu durum özellikten çıkarak,  tüm futbolseverleri yakından ilgilendiren bir duruma geldi.

Bu olaylar ilk patlak verdiğinde Fenerbahçe Başkan Vekili Nihat Özdemir çıkıp, “Başkanımızın ve tutuklanan diğer Yönetim Kurulu Üyelerimizin suçsuz olduklarına inanıyoruz. Ancak, kulübümüzün menfaatleri için mahkemece aklanana dek kulüpteki görevlerini askıya alıyoruz. Aklanırlarsa onlar birer Fenerbahçe kahramanıdır. “ dese ve Kulübü Olağanüstü Genel Kurula götürme yürekliliğini gösterseydi, bugün her şey daha farklı olurdu.

Fenerbahçe gerçekleriyle yüzleşmelidir. Bundan 4 yıl önce Türkiye Futbol Federasyonu’nun o zaman ki Yönetim Kurulu Üyesi, Fenerbahçe Altyapı Komitesi eski Başkanı Tahir Kıran’ın, kendi kulübü o gün söyledikleri, Fenerbahçeliler tarafından dikkate alınsa, belki bugün bu durumlara hiç gelinmeyecekti.  Ogün onu kulüpten ihraç edenler bugün kara kara kulüplerinin geleceğini düşünüyor.

Yine Fenerbahçe’nin içinden bir isim olan Cihan Oskay, vaktinde bugün yaşanılanlardan farklı ne söylemişti? Hemen hemen aynı şeylerin o zamanki versiyonlarını dile getirmemiş miydi? Fenerbahçeliler ne yaptı? Onu da aforoz etti!

Hukukçular bu durumu daha iyi yorumlayacaktır ancak Fenerbahçe’de bugün alınan bütün kararlar, atılan bütün imzalar hukuken geçersiz! Bunu da kimse irdelemiyor dile getirmiyor, konuşmuyor. Kimse açıp Fenerbahçe Tüzüğünü okumuyor. Fenerbahçe Tüzüğü’ne göre, her ne sebeple olursa olsun Başkan 3 ay görevinde bulunamadığı zaman, Fenerbahçe Olağanüstü Genel Kurula gitmek durumundadır. Düşünsenize Bugün Aziz Yıldırım hapiste değil de bitkisel hayata girmiş ve ne zaman ayılacağı bilinmez bir şekilde hastane de olabilirdi.  Ne olacaktı o durumda? Yine beklenecek miydi Mayıs ayına kadar?

Kimsenin yazmadığı ama kulaktan kulağa konuşulan bir konu var ki dudak uçuklatacak cinsten. Bu senaryoya her ne kadar inanmasam da son yaşanılan gelişmeler karşısında acaba demekten kendimi alamıyorum?

Ben bu tarz senaryolara itibar etmem. Siyasetten anlamadığım için de doğruluğunu bilemem, ama iş sporla birleşince soru işaretlerim artıyor.
Her yerde dillenmeye başlayan bu senaryoya göre;  Başbakanımız Alex ile birlikte Aziz Yıldırım’ı makamında ağırladığı gün, Aziz Yıldırım’dan bir Nato ihalesine girmemesini rica eder. Aziz Yıldırım ise ortaklarına bunu izah edemeyeceğini ve bu ihaleye girmesi gerektiğini söyler. Başbakan, beklemediği bu cevap karşısında  “Sen bilirsin” der.

Buraya kadar ki kısım bazı yayın organlarında yer aldığı için birçok kişi tarafından biliniyor. Söylenenlere göre asıl işin bundan sonraki kısmı çok ilginç.

Aziz Yıldırım bu görüşme sonrası çok sinirlenir. Telefonda Başbakan’ın bu talebini birilerine anlatır. Hatta sinirle Başbakan ve eşi için ağıza alınmayacak sinkaflı ifadeler kullanır. Bu konuşmalar Başbakanın önüne geldiğinde, o güne kadar şike soruşturmasını frenleyen Başbakan ne gerekiyorsa yapın talimatını verir.

Nitekim düğmeye basılır. Amaç; Aziz Yıldırım’ın sabıka almasını sağlamak, böylece hem haddini bildirmek hem de bundan sonra hiçbir Nato ihalesine katılmasına olanak tanımamaktır.

Ancak bir sorun vardır. Aziz Yıldırım’la birlikte Fenerbahçe ve diğer kulüpler de yanacaktır. Bunun için de Genel Seçimler ve TFF Başkanlık Seçimleri beklenir. TFF seçimlerine girmesine kesin olarak bakılan ve favori olarak görülen Mehmet Atalay son anda geri çekilir. Yerine Fenerbahçeli bir isim Mehmet Ali Aydınlar getirilir. Bu operasyonun birinci adımıdır.

Tutuklamalar sonrasında küme düşmeler gündeme geldiğinde, bu konuda baskı yapacak takımlarla ilgili tedbir alınması gerekiyordur. Bu amaçla UEFA ile yürütülen pazarlıklar sonrasında adı şike davasına bulaşmış olmasına rağmen Beşiktaş ve Trabzonspor Avrupa’ya gönderilir.  Olaylara tepkiyle ve hararetle yaklaşan Galatasaray’ı da susturmak gerekiyordur. Bu sebeple Galatasaray’ın da adı bir şekilde şikeye çekilir ve geçmişteki Denizlispor maçı gündeme taşınır. Zaten bu haberler gazetelere yansıdıktan itibaren Galatasaraylı hiçbir yönetici çıkıp bir daha şike lafını ağzına bile almamıştır. Fenerbahçe’nin küme düşürülmesi sezon sonuna ertelenir. Bu zaman çerçevesinde olay sulandırılacak, küllenmesi sağlanacak, değişecek bir talimatla da puan cezasıyla yırtması sağlanacaktır. Senaryo mükemmel ilerlemektedir. Ta ki Fenerbahçe’nin olayı kabullenmek ve kapanması için mücadele edecek yerde UEFA ile savaş içine girmesine kadar. Fenerbahçe’nin CAS’a başvurması ve UEFA ile mahkemelik olması üzerine, UEFA Başkanı Platini olaya el koyar.

Bu senaryoya göre Fenerbahçe’nin artık kurtulması imkânsız. Çünkü UEFA olayı onur meselesi yapmış durumda. Ya Türk Futbolu ya Fenerbahçe seçeneği ile karşımıza gelecek.

TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın seçimini merakla bekliyorum?

20 Kasım 2011 Pazar

Değişen ne?


Çok farklı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu az çok biliyordum, ama artık eminim. Bu ülkenin vatandaşı olmaktan, Türk olmaktan büyük bir mutluluk ve onur duyuyorum. Lakin gelin görün ki yaşanılan bazı olaylar insanı çileden çıkartıyor.

Sporda şiddet ve düzensizliğin önlenmesine dair 6222 nolu kanun, pek görülmedik bir biçimde tüm siyasi partilerin uzlaşısı ile 13 Nisan 2011 tarihinde Cumhurbaşkanı’nın onayından geçerek yürürlüğe girmişti.  

Aradan sadece 7 ay geçmiş olmasına rağmen bu kanunun değiştirilmesi gündeme geldi. Hem de
Mecliste gurubu bulunan bütün partiler başka hiçbir konuda varamadıkları uzlaşı ile bu kararı komisyona taşıdılar.

Eğer bu ülkede yaşamasam, gündemi takip etmeyen biri olsam ya da vurdumduymaz biri olsam, atladım diyeceğim, ama bu ülkede Mart ayından bu yana bir şey değişti de benim mi haberim yok?

O günden bu güne ülkemizde ne kadar köklü bir değişiklik oldu? İktidar mı, yoksa yasayı çıkaran partiler mi değişti? Yeni bir düşünce anlayışı mı geldi? Sosyo-ekonomik yapımızda görünmeyen bir şeyler mi oldu? Refah seviyemiz mi arttı ya da düştü? Suç oranlarımızda mı değişiklik var?

Ne olur biri çıksın benim burada sormayı akıl edemediğim bir soru varsa sorsun ya da sorduklarımın bir cevabı varsa yanıtlasın. Çünkü işin içinden çıkamıyorum.

Elbette bir ülkede yasalar değişir. Şartlar değişir, ihtiyaçlar değişir, suçlar değişir doğal olarak yasa da değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. 

Ancak,bu ülkede hayati önem taşıyan konularda bile uzlaşı sağlayamayan partilerin başına 7 ayda taş mı düştü? Bu iş yazboz tahtası mı? Ayrıca bir suç varsa, suçu işleyen cezasını çekmeli. Vicdanları nasıl temiz tutabilirsiniz sonra?

Ev sahibimiz bile en azından 1 yıllık kontrat olmadan evi kiralamıyorken, siz bu ülkeyi temsil eden partiler olarak çıkarttığınız bir yasayı 7 ayda değiştirme lüksünü nerden buluyorsunuz?

Çok değerli ve önemli bir mevkideki hukukçu bir büyüğüme bu yasa hakkındaki düşüncesini sorduğumda aldığım yanıt beni hepten umutsuzluğa itti: “Siyasi irade ne isterse o olur! Cinayete de af çıkmadı mı? Bunun onun yanında esamesi mi okunur?”

Siyasetten zaten nefret ediyordum, bir kez daha nefretim arttı. Sağ-sol, A partisi-B partisi beni hiç ilgilendirmiyor. Beni benim yaşadıklarım, aldığım hizmet ve her şeyden önemlisi adalet ilgilendiriyor.
Siyasi iradenin top yekûn almaya çalıştığı bu karar, beni derinden yaralıyor. 

Yazı içinde sorduğum soruların aslında tek bir yanıtı var. Sanırım onu da bugün bu yasadan yargılanmakta olan, bu kanunun ilk sanıkları biliyor. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

Sesimi duyan var mı?

Yok, hayır, başlığa bakıp da sakın yanlış anlamayın; Ben bağırmıyorum, ”Sesimi duyan var mı?” diye. Enkazın altında kalmış, can çekişen Türk Futbolunun haykırışı bu. Uzunca bir süredir haykırıyor : “Kimse yok mu? Sesimi duyan var mı?” diye…

Çoğunuz hatırlayacaktır. Çok değil, üzerinden sadece dört yıl geçti çünkü. 2007’nin son çeyreğinde ülke futbolumuz için yine kritik günler söz konusuydu. 2006 Dünya Şampiyonası’na, kötü yönetimler elinde katılamamış bir Milli Takımımız vardı. Ve EURO 2008’e katılamamak hayat memat meselesi halindeydi. Ardı ardına iki büyük turnuvaya katılmamak demek, bir jenerasyonun sonu anlamına geliyordu ki, bu bir anlamda küme düşmek demekti. Ay Yıldızlılarımızın önünde iki tane kritik maç vardı ve şampiyonaya katılabilmek için bu iki maçtan da galibiyetle ayrılmak gerekiyordu. Olası bir beraberlik bile gitmemize engeldi.

Medyamız başta olmak üzere, Haluk Ulusoy yönetimine karşı çıkanlar, ellerini ovuşturup, “Tamam bu kez bitti. Bu iş imkânsız” diyorlardı. Gerçekten de çok zordu Millilerimizin işi.  Uluslararası turnuvalardan ihraç edilmek üzereyken, Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının üstün gayreti nedeniyle cezası seyircisiz, yurtdışı maçlarına dönüştürülmüştü ama zar zor da olsa yine potadaydı işte.  Rakip ise güçlü Norveç ve sürekli yükselişte olan Bosna Hersek’ti.

Çok bilenlerimizin sandığı üzere, başarı bir tek sahada kazanılmıyor. Öyle hiç kolay değil, kritik maçlardan alnının akıyla ayrılmak.


15 günlük kamp süresince Haluk Ulusoy futbolcularla yattı, onlarla kalktı. Bir an olsun yalnız bırakmadı. Başkanvekili Affan Keçeci zaten kampın tek sorumlusuydu.  Ulusoy motivasyon için çırpındı durdu. Bir dediklerini iki etmedi. Özel hayatlarına varıncaya kadar tüm dertleri ile ilgilendi.

Takımın başında ise, futbolcumuzla aynı dili konuşan, o takıma yıllarca kaptanlık yapmış, kariyeri başarılarla dolu bizden bir teknik direktör vardı. Yalvararak getirmediğimiz, Süper Lig’deki teknik direktörlerle aşağı yukarı aynı parayı kazanan, Türk Futbolunun geleceği için mücadele eden bir hoca. Yani Fatih Terim. Türkiye’nin en iyi motivasyon uzmanlarından biri olan Fatih Hoca, takımımızı taktik ve fizik olarak olduğu kadar, psikolojik olarak da bu maçlara hazırladı. Tek amaç, tek inanç ve tek bir yürek vardı.

Sonuçta iki maçı da kazandık ve EURO 2008’e gitmeye hak kazandık. Millilerimizi bu büyük şampiyonaya götürmeyi başaran yöneticiler, teşekkür beklerken bir anda alaşağı edildiler üretilen suni depremlerle.
Ancak bu depremi hazırlayanların hesaplamadıkları bir şey vardı. Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşları, malzemeden çalınmamış, iyi yapılmış bir bina misali kuvvetli bir alt yapıya sahiptiler. Bu tür suni depremler onları yıkamazdı. Binaları ayakta kaldı. Ama depremi yapanlar derme çatma yaptıkları yapının altında kaldılar. Ama işin kötüsü emanet aldıkları Türk Futbolu da onlarla birlikte depremzede oldu.

Türk Futbolu 2008’de yaşadığı depremden bu yana enkaz altında ve hala can çekişiyor. O zamandan bu zamana, enkazın altından mesaj atan depremzede misali sinyallerini vermişti. Ama kurtarma ekipleri maalesef bu kadar kötü icraatlar karşısında bu depremzedeye ulaşamıyor.

Kimse bana masal anlatmasın, 2008 deki Avrupa Şampiyonası’ndaki başarı, mirası yiyen Hasan Doğan’ın değil, o mirası bırakan Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının başarısıdır.
Haluk Ulusoy öyle bir miras bıraktı ki, bu mirası hak etmeyen 3 tane mirasyedi başkan bile yiye yiye bitiremedi. Ta ki Hırvatistan maçına kadar. Maalesef miras bitti.

Mirasyediler her alanda çuvalladılar. Konfiçyusün dediği gibi; ”Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.”

Ulusoy yönetimi, 2008 senesinde görevi bıraktığında, federasyon kasasında 74 Milyon TL vardı. Mirasyedi depremzedeler döneminde çarçur edilen bu paranın bugün nerelere gittiği ve kasanın durumu meçhul…

Bilinen Hiddink’in bugüne kadar Türkiye Futbol Federasyonu’ndan tam 20 Milyon TL aldığı. Ayrıca Haluk Ulusoy döneminde çalışan personelin yüzde 90’nın görevine son verip, şişirilen kadrolar ve uydurma görevlerle,  600’ü bulan çalışan sayısı, israfın bir kanıtı niteliğinde adeta.

Oysa Haluk Ulusoy 18 ay zorunlu olarak görevine ara verip tekrar o göreve başladığında, bir kişinin görevine dahi son vermemişti. Hatta daha sonra kendisini arkasından vuracak, Truva atı Genel Sekreter Lütfi Arıboğan’ı bile tüm ikazlara ve uyarılara rağmen kovmamıştı.  Personel sayısını ise ihtiyaç olmasına rağmen mevcut sayının ancak yüzde 10’u kadar arttırmıştı.
Yıllarını futbola vermiş, hocaların hocası Gündüz Tekin Onay’a 15.000TL maaş veriyor diye eleştirildi. Oysa aynı görevleri yapan insanların bugün 100 binlerle ifade edilen maaşlarına kimse ses çıkarmadı.
Milli Takımın başarısı zaten ortada ama rakamlara vuracak olursak; O günden bugüne 44 Milli maç oynamışız. Bunun 19’u özel maç. 25 resmi maçta aldığımız galibiyet sayısı ise sadece 12.
Bu rakamlar bile enkazın ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Türk futbolunun acil olarak bir arama kurtarma ekibine ihtiyacı var.
Bunları dilim döndüğünce zaman zaman yazdım.  Kimileri yazdıklarıma inandı, kimileri ise ”Bu yönetim seni kovduğu için böyle yazıyorsun” dedi. Geldiğimiz noktada sanırım haklı çıktım.

Türk futbolu, girdiği bu enkazdan nasıl kurtulacak? Türk Futbolunun sesini duyan olacak mı?
Önümüzdeki günler hepimize, herkese o beklenen kurtarma ekibinin iş başına gelip gelmeyeceğini gösterecek. Merak etmeyin…

twitter.com/prosentez

3 Kasım 2011 Perşembe

Arapsaçı



Türk sporunu bekleyen gizli bir tehlike ile karşı karşıyayız. Türk Eğitim sistemindeki bir değişim nedeniyle okullar arası spor müsabakaları ve dolaylı olarak da Beden Eğitimi dersleri tehlike altına girmiş durumda. 
Sorun siyasi bir tercihten mi kaynaklanıyor, yoksa basiretsizce alınmış bir karardan mı (?)  bilmiyorum, ama acilen çözüme kavuşması gerekiyor.

Okullar arası spor müsabakalarının Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınarak, yapılan bir protokolle Gençlik Spor Genel Müdürlüğü’ne (GSGM) devredilmesi sonrası işler arapsaçına döndü. Kasım Ayı gelmesine rağmen okullar arası müsabakaların tarihi henüz açıklanmış değil. Hangi okulların hangi branşta yarışmalara katılacağının belirleneceği formlar dahi okullara ulaşmamış durumda.

Peki, asıl sorun nereden kaynaklanıyor, bu noktaya nasıl gelindi?

Geçtiğimiz senelerde bu tip müsabakaların kontrolü ve idaresi, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Beden Eğitimi Spor ve İzcilik Daire Başkanlığı tarafından gerçekleştiriliyordu. Müsabaka takvimleri, idarecilerin görev izinleri, hakemler hep bu kurum tarafından organize ediliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı döneminde de zaman zaman aksaklıklar yaşanıyordu ama bugünkü gelinen noktaya hiçbir zaman gelinmemişti.

Aslına bakarsanız yasaya göre bu işin asıl yükünün Türkiye Okul Sporları Federasyonu’nda olması gerekiyor.  Türkiye’deki özerk federasyonlar dışındaki tüm federasyonlar gibi TOSF da GSGM’ye bağlı. GSGM bu işin yükümlülüğünü MEB’ten alıp kendi üstlenince normal şartlarda TOSF’un daha etkin bir rol alması beklenir.  Ancak Türkiye’deki tüm okullardan sorumlu olan TOSF’un resmi internet sitesine göre çalışan sayısı Genel Sekreter dahil sadece 4 (dört) kişi. Binlerce okulun yükü sadece bu dört kişide.  Zaten başarı beklemek aptallık olurdu. Hal böyle olunca iş yine GSGM’ye kalıyor. 

Diyelim ki bir okul herhangi bir branşta müsabakaya katılacak. Takımdan sorumlu olacak Beden Eğitimi öğretmenin o gün idari olarak görevli izinli sayılması gerekiyor. Ancak MEB ortada kendileri ile yapılmış bir protokol olmadığı için, “yetkimiz yok” diyerek bu izni vermiyor. GSGM ise ortaya çıkan bürokrasi nedeniyle bir anlamda “uğraşamam” diyerek başından savıyor.  Ortaya garip bir işleyiş çıkmış durumda. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Çözmek için bir gayret gösteren de yok.
Olan tabi Lise ve ilköğretimdeki sporcu gençlere oluyor. Tüm amatör spor branşlarındaki alt yapıların paralı hale geldiği ülkemizde, ücretsiz spor okulu bulmakta zorlanan gençler, ücretsiz olarak spor yapabildikleri ender platformlardan birini daha yitirmek üzereler.

Sayın Spor Bakanımız Suat Kılıç’a buradan sesleniyorum; Böyle giderse değil olimpiyatlarda başarı elde etmek,olimpiyatlara gönderecek sporcu dahi bulamayacağız.  Acilen tedbir alıp bu soruna el atmalısınız. GSGM’de Mehmet Baykan sizin seçiminiz mi bilmiyorum (?) ama keşke kendisine bu büyük görevi vermeden önce, TFF’de amatörlerden sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak amatör futbolu ne hale soktuğuna bir baksaydınız.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Malzemeden Çalan Müteahhit TFF


Ülkemiz zor ve sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Bir tarafta vatan haini, bebek katili, bölücü teröristler askerimizi rahat bırakmazken, diğer tarafta bulunduğumuz coğrafyanın bize yaşattığı makûs talihimiz olan depremle yüzleştik. Gerek şehitlerimize gerekse depremde ölen vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, kederli ailelerine ise sabır ve başsağlığı diliyorum.

Çok yakında Türk Futbolu da bir deprem yaşayacak. Bunu sinyallerini uzunca bir zamandır alıyoruz. TFF, deprem bölgesinde inşaat yapan, ama malzemeden çalarak, plana ve projeye uymayan bir müteahhit gibi davranıyor. Tedbir almak bir yana dursun, her geçen gün daha da zarar göreceğimiz bir halde felakete zemin hazırlıyor.

Hakkında "Fenerbahçe'ye başkanlık hedefi var ve bu takımı küme düşüremez" iddiaları ayyuka çıkmış olan TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar ve çalışma arkadaşları, devam eden şike soruşturmasıyla ilgili kararları yıl sonuna erteleyerek, zaten krizde olan Türk Futbolunu hepten komaya soktu.

Bu ekip, futbolla yakından uzaktan biraz ilgisi olan herkesin, artık çok iyi bildiği gerçekleri görmezden gelip akıllarınca günü kurtarıyor.

Süreci hep birlikte takip ettik. Aşağıda yazdıklarımın birçoğunu bazı cesur meslektaşlarım kaleme aldı. Birçok medya mensubu ise ya gönül verdiği renklerden dolayı, ya çıkarlarından ötürü, ya da korktuklarından olsa gerek olanı biteni görmezden geldi. Tıpkı TFF gibi onlarda başını kuma gömdü devekuşu misali.
Bildiğiniz gibi, UEFA kulüplerimizden “Temiziz” kâğıdı alarak kendisini garantiye aldı. Şike çıkarsa “Temiziz” teminatı veren takımların cezası katlanacak.

Savcı Mehmet Berk’in yürüttüğü soruşturmada iddianame kabul edilirse ve şike kanıtlanırsa, TFF adı geçen kulüplerin tamamını mevcut talimatlar gereği bir alt lige düşürmek zorunda. Eksi puan cezası ancak alt lige düştükten sonra uygulanacak bir müeyyide. Yani hafif bir cezayla yırtmak söz konusu değil. Daha da ötesi bugün Avrupa’da mücadele eden ve adı şike soruşturmasında geçen Trabzonspor ve Beşiktaş’ın cezası daha ağır olacak. Avrupalı rakipler dava açabilecek ve bu kulüplerin 'ihracı' sonraki sezonları kapsayabilecek.

Yani UEFA’nın organize ettiği turnuvalar devam ederken bu iki takımımızın illegal faaliyetleri kanıtlanırsa, cezası daha ağır olacak. Çünkü “Temiziz” belgesi ile UEFA'yı kandırmış durumuna düşecek. Ayrıca adı geçen bütün takımlar, bununla birlikte Süper Lig'i yarıda bırakıp bir senesini yitirecek. Ertesi sene de Bank Asya Birinci Lig'de olacağı için kaybı 2 seneye çıkacak.

Daha kötüsü ise TFF’yi dolayısıyla Türk Futbolunu bekliyor elbette. UEFA'nın 'maç bağlama' yani match fixing ile ilgili talimatı çok açık. Bu konuda hiç taviz verilmiyor. Buna göre, yerel federasyonlar, kuralları tam olarak hayata geçirilmezse, ilgili takımın yanı sıra tüm kulüpler ve milli takım, uluslararası turnuvalardan men edilebilir.

UEFA Disiplin Talimatı aslına bakarsanız bizim talimatlarımızdan daha insaflı. Alelacele çıkarttığımız kanun nedeniyle bizim talimatlarımız, girişimde bulunmayı bile bir alt lige düşürmekle cezalandırıyor.
Oysa UEFA'nın “match fixing” bölümündeki madde, teşvik ve şike uygulaması, kurumlardan ve kulüplerden bağımsız olarak tamamen kişisel girişimle işlenmişse, adı geçen kulübün 1 ile 18 puan arasında puanının silinmesini, eğer şike ve teşvik girişimi, kulüp yöneticilerinden haberdar veya bizzat kulüp yöneticilerin katılımı ile gerçekleşmişse, söz konusu kulübün bir alt lige düşürülmesini emrediyor. Hatta eylemlerin sayısına göre daha alt liglere düşürmek de söz konusu.

Görüldüğü gibi TFF, UEFA talimatlarına uymak zorunda.

TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar ve çalışma arkadaşları elbette aldıkları yetkiyle, TFF’yi özgürce yönetme hakkına sahipler. Ancak bu özgürlükleri başlarına büyük bir bela açacak gibi görünüyor. Yazıma Tiziano Terzani`nin ‘Atlı Karıncada Bir Tur Daha’ adli kitabında anlattığı bir bölümle son vermek istiyorum.

Anlayana!

Adamın biri bilge bir kral olmakla ün salmış olan kralın yanına gider.
Krala şunu sorar:
`Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır? `
Kral `Elbette` der,
`Kaç bacağın var senin? `
Adam soruya şaşırarak `İki efendim` der.
Kral `Pekala, tek bacağının üstünde durabilir misin? `
`Elbette` diye cevap verir adam.
Kral `O halde hangi bacağın üstünde duracağına karar ver`.
Adam biraz düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir.
`Tamam` der Kral
`Simdi de öteki bacağını kaldır.`
Adam şaşırır `Bu imkansız Kralım` der.
`Gördün mü? ` der Kral `
Özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değil.`

1 Ekim 2011 Cumartesi

Sis yelpaze ile dağıtılmaz

Futbol benim için sadece bir oyun.  Oyunu izlerken aldığım keyif ve sonrasında arkadaşlarımla yaşadığım hararetli tartışmalar, bu oyunu benim için vazgeçilmez yapan nedenler. Kısacası her oyun gibi bir eğlence aracı. Eğer çevremdeki bir elin parmaklarını geçmeyecek insanları bir kenara ayıracak olursam, birçok kişi için futbol eğlenceli bir araç değil, tehlikeli bir amaç olmuş durumda.

Futbolsever diye tabir ettiğimiz ama aslında futbolu azcık olsun bile sevmeyen bu insanlar için, ne sahada oynanan futbolun, ne de ortaya çıkacak güzel görüntülerin kıymeti var. Varsa yoksa kendi tuttukları takımın galibiyeti ve iddiada oynadıkları kuponun önemi var.

Her ne kadar futbolun başındakiler, kulüp yöneticileri, devletimizin ileri gelenleri, pek tabi ki meslektaşlarım bu durumunda farkında da olsalar, bu gerçekleri ortaya koymak yerine, üç maymunu oynamayı tercih ediyorlar. Çünkü gerçekleri görmek, bunları aktarmak kimsenin çıkarına değil.

Elbette yarım milyar doları geçen bir miktarın döndüğü sektörde çok amatörce düşünmek, safiyene duygularla olaya yaklaşmak çok beklendik bir durum değil. Parayı veren şu an için düdüğü çalıyor. Digitürk yüzlerce milyon doları babasının hayrına vermiyor pek tabii. Kim ne derse desin şu anda Türk Futbolunu Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) değil, Digitürk yönetiyor.

Basiret de burada işte.  Başta TFF bu durumu kabullendi, sonra da kulüplerimiz. Kulüpler yılda alacağı 35 - 40 milyon dolar uğruna, ülke futbolunu satmayı göze aldılar.

TFF eline geçen Türk Futbolunu kurtarma şansını eliyle bir kenara itti ve günü kurtardı. TFF’nin çiçeği burnunda, Başbakan torpilli başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’yi düşüren Başkan olmamak uğruna Türk Futbolunu ateşe atmaktan bir beis görmedi. Maalesef, amatör ruh profesyonel yönetim olmadıkça, profesyonel ruh ve amatör yönetimle buraya kadar gelinebilirdi.
Artık yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan mahalle kültüründe bile, maç yapan çocuklar mızmız, hileci ve kendilerine zarar veren çocukları oyunları dışında tutarlar. “Top benim, ben yoksam oyun da yok“ mantığı ile hareket eden kulüplerimizin bulunduğu bir ortamda, mahallenin mızmız çocuğu ve ona bağlı çete gibi davranan kulüplerle Türk Futbolunun sonu pek hayırlı olmayacak gibi duruyor. 

Her geçen gün kan kaybeden tribünler bu sene dibi gördü gibi. Anadolu takımlarının 1TL ile 5 TL olan bilet fiyatlarına karşın tribünlerin boş kalması aslında Türk Futbolunun içinde bulunduğu durumun en büyük göstergesi. Digitürk’ün geçen sene çıkarttığı ve komik fiyatlardan sattığı Anadolu paketini acaba kaç kişi aldı?

Futbolun oyun olduğu gerçeği ile yüz yüze kalmadıkça bu sorunlar bitmeyecek. İnsanlara futbolu gerçekten sevdirmedikçe, hacim büyümeyecek, sponsorluklar artmayacak, tribünler dolmayacak ve amatör ruh canlanmayacak.

Bir de bahis sorunumuz var ki buna kimse gıkını bile çıkaramıyor. Çıkaramaz da. Çünkü herkes oradan besleniyor. Ortada bir ekonomi var ne de olsa. Şaibelerle dolu geçtiğimiz sezonun, son 6 maçında bahis şirketinin kasasında 90 milyon TL çıktığı iddia ediliyor. Varın gerisini siz düşünün. Yazdıklarım sektörün içindeki kimsenin hoşuna gitmiyor tabii. Benim yazdıklarımı kaleme almak, bindikleri dalı kesmek gibi geliyor onlara.

TFF için futbolun, sadece ve sadece Galatasaray, Fenerbahçe ve biraz da Beşiktaş’tan ibaret olması bu temel sorunların oluşmasına neden oluyor.  Bu üç güzide kulübümüz ne derse ve ne isterse o oluyor. Diğer kulüplerimiz tek başına piyon görevi görüyor. Eğer bir araya gelmeyi başarabilirlerse ancak o zaman bir büyük kulüp kadar olabiliyorlar. 

Şimdi ben savcının hazırlayacağı iddianameyi sabırsızlıkla bekliyorum. O iddianame ülke futbolunu ya kurtaracak ya batıracak. Aslında iddianame ne olursa olsun bu yönetimin adı geçen takımları düşürmeyeceği kesinleşmiş durumda. Tek bir beklentisi var zayıf bir iddianame ve kanun değişikliği. Fenerbahçe’yi kurtarmaktan başka mücadelesi olmayan Mehmet Ali  Aydınlar, iddianame sonrasında köşeye sıkışırsa, istifa edecek ama yine de o kararı vermeyecek.  

Bu nedenle şimdi gündemi sürekli değiştirme ve unutturma çabasında. Kadınlar ve çocuklarla ilgili alınan kararlarda bunun bir parçası elbet. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Japon atasözünde de dediği gibi “Sis yelpaze ile dağıtılmaz”

18 Eylül 2011 Pazar

Suç Duyurusu

Darmadağın olmuş durumdayım. Yazmak isteyip de nereden başlayacağımı bilemediğim için yazamadığım o kadar çok şey var ki! Zaten herkes bir şeyler yazıyor çiziyor. Kimileri Türk futbolunun içinden geçtiği süreci olağan karşılarken, kimileri kıyamet koparıyor. Görmezden gelen de var, isyan eden de… 
 
Türk Futbolu  gerçekten de önemli bir süreçten geçiyor. Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin başkanı, diğerinin teknik direktörü şike suçlaması ile cezaevinde bulunuyor.  Futbolcular, menajerler, teknik adamlar, taraftarlar ve yöneticilerden oluşan onlarca futbol adamı da yine aynı kaderi paylaşıyorlar.  Avrupa’nın futbol patronu istemedi diye ülkenin şampiyonu, TFF tarafından UEFA Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmiyor.  Soruşturmayı yürüten savcının sınırlı sayıda TFF’ye yolladığı ve sadece etik kurulu tarafından görüldüğü iddia edilen belgeleri nerdeyse okumayan yok. 

Ancak tüm bunlar olup biterken TFF’ye göre her şey süt liman. Ortada ne sorun var, ne de sıkıntı. Artık sokaktan geçen çocukların bile yakından bildiği konularda, TFF devekuşu misali başını kuma sokmuş beklemekte. Sürekli gündem değiştirerek ve yayıncı kuruluşun istekleri doğrultusunda kararlar alarak durumu hepten içinden çıkılamaz hale taşımakta. 

Süreç ile ilgili ve yakın gelecekte olacaklarla ilgili çok yakında bir yazı yazacağım. Geçtiğimiz sezonun son 10 maçında bahis şirketlerinde dönen anormal rakamlardan, kulüplerin TFF ile yaptığı toplantıda neler konuştuğuna kadar, beklentilere ve olabileceklere dair elimden geldiğince paylaşımda bulunmaya çalışacağım.

Fakat şimdilik, içinde bulunulan durumu en iyi şekilde özetleyen bir belge paylaşacağım. Trabzonlu bazı sivil toplum örgütleri ve vatandaşların başlattığı hukuki bir eylem 1 hafta içinde kampanyaya dönüşecek. Aşağıda başlıklarını verdiğim bir ihtarname binlerle ifade edilen kalabalık tarafından TFF'ye çekilecek. İhtarnamenin özü kısaca şu; Bulunduğun makama verilen yetkileri kullan! Kullanmazsan sırada hukuki süreç var! 

Kim bilir içinde her şeyi anlatan ihtarnamenin benzerini savcılıklarla paylaşmak isteyenler olabilir. İşte o zaman dananın kuyruğu tam olarak kopacak. Bazı ayrıntılar sizin de ilk kez dikkatinizi çekecek. Yani Trabzon tarafı cepheyi epey genişletip federasyonu baskı altına alacak. İşte bazı satırbaşları: 

MUHATAP                  :  Mehmet Ali Aydınlar, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı  (Adres: Türkiye Futbol Federasyonu, İstinye Mah. Darüşşafaka Cad. No: 45, Kat: 2-3, İstinye, İstanbul) 


KONU                          : 6222 sayılı kanun ve TCK çerçevesinde yürütülen şike ve teşvik soruşturması ile ilgili iddianamenin kabulünün ardından, TFF’nin 2011-2012 Futbol Sezonu’nun sonunu beklemeden şike ve teşviğe karışan kulüplerle ilgili olarak derhal gerekli disiplin işlemlerini uygulaması, aksi taktirde TFF Yönetim Kurulu ve İcra Kurulu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesini ihlalden dolayı Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunulacağının ihtarıdır.

A.1) 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesi ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun hükümlerinin ihlaline ilişkin kuvvetli delillere ulaşılması nedeniyle Temmuz ayı içinde İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı ve İstanbul Emniyeti’nce soruşturma başlatılmıştır.
A.2) Türkiye Futbol Federasyonu (“TFF”), yasalar ve ana statü nedeniyle kendisine yüklenen görevler nedeniyle, süreci başından itibaren yakinen takip etmiş; hatta 13.07.2011 tarihinde: Başta UEFA ve FIFA olmak üzere, tüm kulüplerimiz ve kamuoyunca kabul gören duruşumuz karşısında, TFF'nin hareketsiz kalarak şaibenin ortadan kaldırılmasına yönelik herhangi bir adım atmadığı iddiası şaşırtıcı ve manidardır. Türk futbolunu yöneten en üst makam olan TFF'nin ortada bir haksızlık varsa gidermesi ve bunun için adımlar atması, en temel var olma sebebidir.” şeklinde açıklamada bulunmuştur.
A.3) Fakat, yukarıdaki açıklamadan 1 ay sonra 15.08.2011 tarihinde, TFF bu açıklamasına tamamen aykırı biçimde, bazı hukuki gerekçeleri sebep göstererek yeni ve tamamen farklı bir karar açıklamıştır. Bu karara göre, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesi uyarınca iddianamenin kabul edilmesini müteakip, TFF’nin ifadesi ile: “(…) derhal şüpheli kulüp ve gerçek kişilerin savunmaları alınacak, bu savunmalar ve tüm soruşturma evrakı incelenmek suretiyle, Etik Kurulu'ndan nihai rapor istenecek daha sonra da hukuka ve adalete uygun bir karar verilecektir (…)” Federasyon başkanı aynı basın toplantısında “bazı maçlar ve kulüpler”le ilgili “şike kanaati oluştuğu” vurgusu da yapmıştır. Devamında UEFA da bizzat sürece katılmış, bir temsilci İstanbul'a gelerek soruşturmayı yürüten  Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı ile görüşmüştür. Akabinde ise TFF'nin UEFA'ya Spor Toto Süper Lig Şampiyonu olarak bildirdiği kulüp Şampiyonlar Ligi organizasyonuna alınmamış, ligi ikinci bitirdiği belirtilen kulüp “tüm haklarıyla” organizasyona, “lig şampiyonu” statüsünde davet edilmiştir.  
A.4) TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, yukarıdaki açıklamadan henüz 1 ay dahi geçmeden 09.09.2011 tarihinde yaptığı açıklamada, TFF’nin önceki tutum, karar ve açıklamalarını tekzip eden ve onlarla çelişkili yeni bir karar açıklamıştır. Buna göre:  “(…) sürmekte olan hukuki süreç ardından ortaya çıkacak sonuca ait kararı, 2011 - 2012 futbol sezonunun sonunda almaya karar vermiştir. (…)”
A.5) TFF Kongresinde seçilen başkan ve Yönetim Kurulu üyeleri ile ilgili tartışmalar da federasyonun karar almayı bilerek geciktirdiği iddialarına da neden olmaktadır. Şöyle ki; Soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı ilk etapta “görevdeki federasyon” içinde şüpheliler olduğu gerekçesiyle belge ve bilgi paylaşımı yapmamıştır. Bilahere dosyayla ilgili sadece “kısıtlı” bilgileri paylaşmış ve TFF başkanı 15.08.2011 tarihli basın toplantısında bunu açıkça duyurmuştur. İki başkanvekilinden birinin, sözkonusu soruşturmaya neden olan süreçte, başkanı olduğu kulubün 4 maçı inceleme altında ve 2 futbolcusu tutukludur. Keza bir diğer başkanvekili de aynı süreçte başkanı ve diğer yöneticileri gözaltına alınıp sorgulanan bir önceki federasyonda da görev yapmaktaydı. Hâl bu iken hem federasyonun tarafsızlığı hem de karar alma sürecinin geciktirilmesi mağduriyeti etkileyen bir diğer unsurdur. Ayrıca TFF Başkanı süreçte bazı zanlılarla görüşerek tarafsızlığı konusunda şüpheler yaratmıştır.

Olay bununla da sınırlı değil işte asıl olayın püf noktası;

*TFF, 09.09.2011 tarihli açıklaması ile 2011-2012 sezonunun sonuna kadar görevlerini yerine getirmeyeceğini açıklamıştır. Eğer TFF iddianame kabul edildiğinde Kanun ve diğer ilgili mevzuatın kendisine yüklediği görevleri yerine getirmezse, Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesini şu şekillerde ihlal edecektir:
(1)-Şike ve teşvik suçuna karışan kulüplere yaptırım uygulamayarak, şampiyonluk ve bağlı maddi menfaatler konusunda şike ve teşviğe karışmamış kulüpleri zarara uğratacak,
(2)-Şike veya teşvik yoluyla belli dereceye ulaşmış spor kulüplerine sağlanan maddi menfaatleri geri almayarak, bu kulüplere sezon sonuna kadar hem bu menfaatlere ilişkin faiz geliri hem de bankalar ve finans kurumları nezdinde haksız bir menfaat sağlamış olacak,
(3)-Devletin milyonlarca Türk Lirası vergi geliri elde ettiği futbol piyasasında kamu düzenini tekrar tesis edecek yaptırımları uygulamayarak, piyasadaki “güven ve adalet” unsurlarının ortadan kalkmasına, piyasanın zarar görmesine, kısa orta ve uzun vadede kamunun zararına neden olacak,
(4)-TFF yapacağı keyfi uygulama ile kamu görevinin yerine getirilmesindeki disiplini bozacak; görevlerini zamanında yerine getirmeyerek kulüpler, futbolcular, teknik personel ve taraftarların beklediği genel yararın sekteye uğramasına neden olacaktır.
İSTEM SONUCU: Yukarıda ayrıntıları ile açıklandığı üzere; eğer TFF, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesi uyarınca iddianame kabul edildiğinde, disiplin işlemlerini uygulamazsa Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesinde belirtilen “Görevi Kötüye Kullanma” suçunu işlemiş olacaktır. Bu anlamda, iddianamenin kabulü ile mevzuatın öngördüğü disiplin işlemlerinin TFF bünyesinde “derhal” sonuçlandırılması, aksi taktirde TFF Yönetim Kurulu ve İcra Kurulu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar hakkında,  Görevi Kötüye Kullanmaktan dolayı yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunacağımız ihtar olunur.

12 Temmuz 2011 Salı

Futbol sadece futbol değilmiş!


Aslında TFF Genel Kurulu sonrasında ilk yazımı farklı bir şekilde yazmayı planlamıştım. Genel Kurul öncesinde ve sonrasında yaşanılanları anlatmayı, “Kimse yok mu?” başlıklı yazıma gelen tepkileri aktarmayı düşünüyordum. Ancak geçtiğimiz hafta Pazar günü başlayan ve hali hazırda devam eden “Temiz-LİG” operasyonları sonrasında bu yazımın anlamı ve önemi kalmadı.

Gözaltılar, tutuklamalar başlayınca ben de süreci herkes gibi televizyonlardan, gazetelerden takip etmeye başladım. Ekranda, kimini yakinen tanıdığım, kimini gıyabında tanıdığım insanları gördükçe tanımsız duygular içine girdim. Birlikte çalıştığım, geçmişte üzerimde emeği olmuş insanlardan tutun da, nefret ettiğim, günahım kadar sevmediğim şahıslara kadar birçok kişi aynı karedeydi. Adliye sürecini bilmem. Hatta bir insan nasıl tutuklanır, sonra nasıl hüküm yer bu tür detaylarını ilk kez bu şike operasyonu ile birlikte öğrendim.  
Üzülmekle, sevinmek arasında git-geller yaşadım. Açıkçası ilk tutuklama kararı sonrasında ağlamamak için kendimi zor tuttum. İçim sızladı. Gerçekçi olmak gerekirse, belki masumiyetine pek inanmadığım Aziz Yıldırım’a değil ama içlerinde arkadaşlarımın da bulunduğu diğer tutuklananlara çok üzüldüm.

Bu satırlarda uzunca bir süredir yazdım, çizdim. Sesimi duyurmaya çalıştım. Olumlu olumsuz tepkiler aldım. Hatta yazdıklarımdan dolayı, TFF’nin İstinye binasına girişimin, güvenliğin önüne “girişi yasaktır” yazılı resmimin konularak yasaklandığına da şahit oldum. Ama yılmadım. Doğru bildiklerimi, sizlerle paylaşmaya çalıştım. Paylaşmaya da devam edeceğim. Ancak, artık futbol denen oyunu sevmiyorum. Ben yeşil saha üzerinde beyaz çizgilerle çevrili olarak oynanan oyunu seviyordum. Çizgilerin dışında oynananı değil!

TFF Genel Kurulu öncesinde bir takım anlam veremediğim gelişmelere şahit oluyordum.  Bunlardan en önemlisi dürüstlüğüne, bilgisine ve yeteneklerine güvendiğim Mehmet Atalay’ın ani bir kararla beklenmedik bir şekilde adaylıktan çekilmesiydi. 

Adaylıktan çekildiğinde şaşırmış, hatta kızmıştım. Kazanacağına kesin gözüyle bakılan bir seçime girmemesine akıl sır erdirememişim. Kendimce Atalay’ı basiretsizlikle suçlamıştım. Şu anda yaşanan gelişmeleri görünce Mehmet Atalay,” Allah’ın sevdiği kuluymuş” diyeceğim, ama aslında hiçbir şey tesadüf değil.  

Kafamda oturtamadığım birçok şeyden biri de, o güne kadar çokta istekli görünmeyen M. Ali Aydınlar’ın sürpriz bir şekilde aday olması ve basının yere göğe sığdıramadığı Mahmut Özgener’in çekilmesiydi. Milli Takımlar için yanıp tutuşan ve bunu her şeyden çok istediğini bildiğim Levent Kızıl’ın listede kendine yer bulmamış olması da garipti. Bütün bunlar çok mantıklı değildi. Trabzonspor’un Genel Kurul’daki muhalif tavrını amatörce bulmuştum.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım gözaltına alındığı gün kafamdaki soru işaretleri bir bir cevaplarını bulmaya başladı.  Mahmut Özgener’in, Levent Kızıl’ın ve birçok TFF çalışanın da gözaltına alınacağını daha o gün tahmin ettim. Hukuksal olarak sorun yaşamamak adına bundan sonraki süreçte gözaltına alınıp, tutuklanacağını tahmin ettiğim diğer isimleri burada yazmıyorum. Ama bu dalgalar artarak sürecek emin olabilirsiniz.

Operasyonla birlikte Türk futbolundaki taşlar yerinden oynamaya başladı. Fakat Mehmet Ali Aydınlar yönetimi bu sürece meydan okumaya çalışıyor. Ekonomik olarak başına gelecekleri çok iyi bilen kulüplerin desteğini de arkasına alan TFF’nin çiçeği burnunda yönetimi büyük bir riski almayı göze aldı. Eğer suçlamalar doğru çıkar ve yargılama süreci sonunda tutuklananlar ceza alırsa, başta Fenerbahçe olmak üzere, bu skandala bulaşan diğer kulüplerin düşürülmekten başka hiçbir şansı yok. İşte o zaman bugün TFF’nin erteleme kararına sevinen bu kulüpler gerçek felaket ile karşı karşıya kalacaklar. Kayıpları hem ekonomik, hem de maddi olarak çok daha büyük olacak. Bugün alınan karar TFF’nin kendini kurtarma amacıyla aldığı geçici çözüm oluşturan bir karardır.

Ben Fenerbahçe’nin ve diğer kulüplerin yerinde olsam, yarından tezi yok kendim TFF’ye müracaat ederek düşürülmeyi talep ederim.

Böylece sezon ortasında verilecek bir düşürülme kararında kaybedilecek bir sezonu kazanmış olurdum. Fenerbahçe çok büyük bir kulüp. Camia olarak kenetlenmeleri durumunda aşamayacakları engel yok. Bu sezon Bank Asya’da şampiyon olarak, önümüzdeki sezon kaldıkları yerden devam etmeleri çok daha mantıklı. Sarı Lacivertli kulübün önde gelenlerinin olaya el atıp, elllerini taşın altın koyması durumunda maddi olarak kaybettiklerini de fazlasıyla telafi edebilirler. Hatta kötü günler için özel olarak tasarlanmış ve temizlenmeyi çağrıştıracak beyaz bir forma yapsalar, sırf destek olmak için en az iki milyon Fenerbahçe taraftarı cebindeki son kuruşu bu projeye verir. 

Ve birkaç kelime de TFF yönetimine söylemek istiyorum. Verecekleri en doğru karar futbol tarihimize kara leke olarak geçen 2010-2011 sezonu yok sayarak, bu sezonu oynamış kabul etmeleri olur. Bu sezonun şampiyonluk hanesi boş bırakılabilir.  Böylece gelecekte de bu tür çirkin işlere bulaşmaya kalkanlar bu sezonu hatırlar ve buna cesaret edemez.