21 Haziran 2010 Pazartesi

Bir barışma hikayesi...

Gündüz Tekin Onay futbolun Atatürk’üydü dersem sanırım abartmış olmam.  Türk futbolunda yaptığı sayısız devrim niteliğindeki çalışması, tarzı, konuşmaları, çalışma prensibi, disiplini ve en önemlisi futbol sevgisiyle farklı biriydi O. 
Hayatımda tanıdığım en çalışkan insandı. Sanırım Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarihi boyunca Gündüz Tekin Onay gibi çalışkan bir profesyoneli olmamıştır. Sabahleyin tan yeri ağarırken gelirdi TFF’ ye. Normal mesai saatine kadar tek başına çalışırdı. Bu saatleri altın saatler olarak nitelendirir ve “En verimli çalışmalarımı bu zaman diliminde yapıyorum” derdi.  
Bürokrasiden nefret ederdi. “Çözümün anahtarıyız” sloganı ile pratik çözümler üretirdi. Zamanın TFF Başkanı Haluk Ulusoy ile olan ilişkisi ise sıra dışıydı. Ulusoy’u Türk futboluna kazandırmış olmanın ayrıcalığı ile Başkan üzerindeki etkisi çok büyüktü. Türk futbolu için devrim niteliğindeki birçok kararı yönetimden pratik şekilde geçirmesinde hiç şüphesiz bu iyi ilişkinin de rolü vardı. Haluk Ulusoy’a sık sık özel mektuplar yazar ve kişisel yorumlarıyla gidişatı değerlendirirdi. Yanlış giden şeyleri söylemekten hiç kaçınmaz, ağır eleştirilerde bile bulunurdu.
Ofisinde çalışma masasının hemen arkasında, çalıştığı kulüplerin ve de kazandığı başarıların üzerine işlendiği bir kupa vardı.  Zaman zaman bu kupayı çıkartır, işte tüm hayatım burada derdi.  Onun futbola olan sevgisi, bildiğim bütün sevgilerden çok daha farklıydı. Futbol için ölümü bile göze alabilirdi. Nitekim hasta yatağında, ölüm döşeğinde bile futbol aşkı hiç bitmemişti. Yeni yıldızların yetişmesi, çocukların futbolu daha çok sevmesi için son nefesine kadar futbol için çalışmaya devam etti. Doktorlarının şiddetle dinlenmesini söylediği hastalığının ileri evrelerinde bile evden TFF’ deki işlerini götürmeye gayret etti. Eksiklikleri, hataları o halde bile gördü ve düzeltti.
Adanaspor’ la duygusal bir bağı vardı. Kulüpten bahsederken sanki çocuğundan bahsediyor gibiydi ve adeta gözlerinin içi gülüyordu. En büyük hedeflerinden biri tekrar bu kulübün başına geçerek, Adanaspor’ un adını Avrupa’da duyurmaktı.  Yaşadığı kriz ve özel nedenlerden dolayı Adanaspor’un profesyonel liglerden ihracı gündeme geldiğinde, bu sorunun çözümü için birçok formül üretti. Çalmadık kapı bırakmadı. Bayram Akgül ile ilk kez kendi evinde bir araya geldiğinde, ben de oradaydım.  Bayram Akgül arda arda şampiyonluk sözü ve sınırsız destek vereceğini söylediğinde mutluluktan havalarda uçuyordu.  Başkan Akgül’e “Takım Süper Lige çıkınca başkan ben olacağım ona göre. Kendi ekibimi kurar, onlarla çalışır seni de artık fahri başkan yaparım” takılırdı.
Onun, o amansız hastalığa yakalanmasına neden olan sigaraya olan bağlılığı, gerçekten hayret vericiydi.  Uykuyu hiç sevmez, yaşamda kaybedilmiş zaman olarak düşünürdü. Sigaraya olan bağımlılığını da “Bir tane daha fazla sigara içebilmek için dayanabildiğim kadar uyanık kalıyorum ve bir an önce sigara içebilmek için erkenden uyanıyorum” diye anlatırdı.  Hastanede yattığı dönemde, ziyaretçilerinden zorla edindiği sigaraları, yaramazlık yapan bir çocuk gibi doktorlardan ve hemşirelerden çekinerek, odasındaki tuvalette gizli gizli içerken aldığı keyifi dün gibi hatırlıyorum.
Daha önce hiçbir yerde açıklamadığım ve kimsenin bildiğini sanmadığım bir sırrımı bu satırlarda sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu sırrı açılmak konusunda çok tereddüt ettim, ancak tarihi bir olaya aracılık etmiş olmam nedeniyle açıklamamda bir sakınca olmadığını düşündüm.
Gündüz Tekin Onay, TFF’de ikinci kez göreve geldiğinde Fatih Terim ile araları sudan bir sebepten dolayı açıktı. Gündüz Hoca, Fatih Hocayı çok sevmesine karşın, tarzını benimsemiyor ve çevresiyle olan ilişkilerini her fırsatta eleştiriyordu.  En çokta etraflarında bulunan yağcılara çok kızıyordu.  Sohbetlerimizde de buna atıfta bulunarak ,“Fatih’le benim aramdaki en büyük fark ne biliyor musun? Fatih, kendisine ‘İmparator’ denince inanıyor ve havaya giriyor. Bense bana yapılan övgülere gülüp geçiyor ve daha çok işimin olduğunu düşünüyorum” derdi.
Fatih Terim’le güçlerini birleştirdiklerinde neler yapabileceklerinin her ikisi de farkındaydı. Ama daha önce onun hocalığını yapmış ve onu ilk milli takım almış olan biri olarak ilk adımı önce ondan bekliyordu. Fatih Hoca da aralarında yaşadıkları olayda kendini haklı gördüğü için buna pek sıcak bakmıyor aksine ilk hareketin ondan gelmesini bekliyordu. Bu durum TFF’nin Beylerbeyi’nde çalışan tüm personeli için de kâbusu olmuştu.  Herkes iki dev ismin arasında sıkışmış kalmış ve nasıl davranacakları konusunda sıkıntılar yaşamaya başlamıştı. TFF içinde, Gündüz Hocanın adamları ve Fatih Hocanın adamları şeklinde, insanlar sınıflanmaya başlamıştı. Bu durum yöneticileri de rahatsız ediyordu. İkisinin barışması için araya bir sürü aracılar sokuldu. İkisinin de katılması gereken toplantılar konuldu. Ama ikisi de Nuh diyor, Peygamber demiyordu.  Bütün çabalar sonuçsuz kalıyor, bir türlü barışmıyorlardı. 
Bense hem Gündüz Hocanın, hem de Fatih Terim’in Medya Danışmanlığını yapan biri olarak bu duruma çok üzülüyordum. İkisine de çok yakın biri olarak durumdan kendime vazife çıkardım ve kendimce bir formül bularak, bunu uygulamaya soktum. Gündüz Hocanın ağzından bir mektup yazarak Fatih Hocaya, Fatih Hocanın ağzından da bir mektup yazarak Gündüz Hocaya verdim. İkisi de bu mektubu benim yazdığımın farkına varmadı. Çünkü ikisinin de tarzına çok hâkimdim ve yaşadıkları olaydaki yumuşak karınlarının ne olduğunu çok iyi biliyordum.
Bu mektuplar aralardaki buzların erimesine ve kendi gerçek mektuplarını yazmalarına neden oldu. Zaten takip eden ilk toplantıda barıştılar. Barış sonrasında da devrim niteliğinde projeleri birlikte uygulamaya başladılar.
Bugün bile Türk Futbolu o gün uygulamaya geçen projelerin meyvesini yiyor.
Gündüz Hoca ile ilgili anılarım, düşüncelerim sayfalara sığmayacak kadar çok. Tek bildiğim şeyse, hayatımdaki en büyük eksiklerimden birinin onu geç tanımak olduğudur. Öz Babam gibiydi, onu çok özlüyorum.  Nur içinde yat!

6 Haziran 2010 Pazar

Lobi sevgi ve gönül işidir

Türk futbolu tarihi bir fırsatı elinden kaçırdı. EURO 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapamayacak olmamamızın verdiği derin üzüntü içindeyim.

Gerek Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve gerekse Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan nezdinde devletimiz tüm girişimlerde bulunup, üzerine düşeni fazlasıyla yaparak Türkiye Futbol Federasyonu’na gerekli tüm desteği gösterdi.  Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar tarihinin hiçbir döneminde yapılmayanı yaparak, bir futbol turnuvası için bir milyar dolar garanti verdi. Bu bile böylesi bir yarışta başlı başına öne geçme sebebidir.  
 Bu noktada Türkiye Futbol Federasyonu’nun hazırlık aşamasında gerekli lobi çalışmalarını hakkıyla yerine getirmeyerek, bu önemli organizasyonun Türkiye’nin elinden kayıp gitmesine neden olduğunu düşünüyorum
Bu tür adaylıklarda en önemli nokta lobi faaliyetleridir. Lobi de sevgi ve gönül işidir.

Ülkemizde gerçekleştirilen en büyük iki uluslar arası organizasyon olan 2005 Şampiyonlar Ligi Finali ile 2009 UEFA Kupası Finali’ni Türkiye’ye kazandıran Haluk Ulusoy’un ekibinde çalışmış biri olarak, UEFA İcra Kurulu’nun karar verme sürecini en iyi bilenlerden biri olduğuma inanıyorum. Ülkenin altyapısı, ulaşım imkânları ve bunun gibi birçok etmenin yanı sıra, gerek oy verecek ülkelerin federasyonları ile gerekse o ülkelerin temsilcileri ile girilecek kişisel ilişkilerin de, en az fiziki özellikler kadar önemli olduğu, artık tüm dünya tarafından kabul görmüş bir gerçektir. Bunu gerek 2005 gerekse 2009 finalinin Türkiye’ye verilmesi için girdiğimiz mücadelelerde sayısız kez yaşadık. 

Ayrıca 2006 yılında, neredeyse tüm uluslar arası turnuvalardan ihraç edilmenin eşiğinde olan ülkemizi, Haluk Ulusoy ve ekibi göreve gediğinde tecrübeleri ve geçmişe dayanan sıcak kişisel ilişkileri sayesinde nasıl en az ceza ile bu kötü süreçten kurtardığına bizzat şahit oldum.

Bu arada UEFA Başkanı Michael Platini’nin 2007’de yapılan UEFA Kongresinde başkan seçilmesinde nasıl bir katkımız olduğunu en iyi bilen isim, bugün hala onun yardımcılığı görevini yürüten Sayın Şenes Erzik’tir. Seçimler öncesinde Lennart Johansson favori gösterilirken, günün şartlarında ülke menfaatlerimiz gereği desteklediğimiz Michel Platini ‘yi nasıl başkan yaptığımızın, bir anda 8 ülkenin oyunu nasıl değiştirdiğimizin yakın şahididir. O dönemde TFF’nin Yayın Arşiv ve Dokümantasyon Direktörü olarak bu süreci Düsseldorf’ta yaşayanlardan biri de bendim. Ülke federasyon başkanları ile Haluk Ulusoy’un arkadaşlığını görünce şaşkınlığımı gizleyememiştim.

Tüm bu tecrübeler ışığında lobi işini layıkıyla gerçekleştiremeyen TFF Başkanı ve Yönetim Kurulu bu adaylık sürecini iyi yönetememiştir. Yaşanılan süreci bir kez daha sorgulamalıdır.

Yine aynı şekilde, sunum esnasında gösterilen tanıtım filminde, futbolun baş aktörlerinin yer almayışı da başlı başına bir skandaldır. Tüm Avrupa’nın yakından tanıdığı Hakan Şükür, Hasan Şaş Rüştü Reçber gibi isimlerden tek kare görüntünün yer almamasının, tüm dünyanın yakından tanıdığı, Dünya Kupası 3. lüğü zaferinin mimarı Şenol Güneş’in, Avrupa Şampiyonası 3. lüğünün patronu Fatih Terim’in sunumda esamesinin bile geçmemesinin hiçbir izahı olamaz.

Mevcut yönetimin eski yöneticilere karşı girdiği anlamsız tavrı biliyorum. Buna rağmen ülke menfaati söz konusu olduğunda bütün husumetlerin sonlandırılması gerekirdi.
Ancak Amerika’daki sıradan hazırlık turnuvasına Türk futboluna hizmet etmiş futbol adamlarını taşımayı görev edinen, 500 kişiyi turistik seyahate götüren TFF, UEFA’da lobi gücü olan futbol adamlarını Cenevre’ye taşımayı akıl edemedi.  TFF’ ye göre ABD'deki sıradan turnuva galiba, Euro 2016 adaylığından daha önemliydi! 

Hagi, Lucescu, Souness ve bunun gibi ülkemizde görev almış ve Avrupa Futbolunda önemli yeri olan isimlerden yardım istenemez miydi?

Eminim ki Haluk Ulusoy ve ekibinden, ya da Levent Bıçakçı’dan bu konuda yardım istenmiş olsaydı; bu isimler tüm ilişkilerini harekete geçirir, ellerlinden gelen yardımı yapardı.

Bu arada UEFA İcra Kurulu’nun yapmış olduğu oylama sonrasında bir oyla kaybettiğimizin öğrenilmesinin ardından yaşanan gelişmeleri ise şaşkınlıkla izledim. Eminim sağduyulu tüm sporseverler de benimle aynı duyguları hissetmiştir. 

Bu tip adaylıklarda kazanmak ne kadar önemli ise kaybettiğiniz anda verdiğiniz tepkiler de o denli anlamlıdır. Tüm adaylık sürecini yöneten yetkililerin sonuç açıklandıktan sonraki davranışları maalesef kaybetmeyi de bilmediklerinin göstergesi olmuştur.

Bütün futbol camiası üzüntü içinde. TFF Başkanı ve Yönetim Kurulu, bulundukları görevin sorumluluğu yerine getirip getirmediklerini, bir kez daha sorgulamalıdır. Bir oyla bile kaybedilmiş olsa bile, bu başarısızlığın faturasını ödemek zorundadırlar.