16 Ekim 2010 Cumartesi

2012’yi bekleme Emre…

Cumhuriyet Spor'da yayınlanan yazım :

Mesleğe çocuk denecek yaşta başladığım için jenerasyon değişikliklerini de en fazla yaşayan gazetecilerdenim. Futbol camiasına ilk girdiğimde hemen hemen herkese ağabey diyordum. Tanju Ağabeyler, Rıdvan Ağabeyler yerlerini daha sonra Tugaylara, Bülentlere bıraktılar. Sonra onlara Fatih Akyel, Oktay Derelioğlu gibi bana yaşça daha yakın kardeşlerim ilave oldu. Kiminin arkadaşı kiminin kardeşi, kiminin basın danışmanı, kiminin ağabeyi olduğum Hakan Şükürlü, Rüştü Reçberli dönem geldi sonra. Ardından bir baktım ki artık herkes bana ağabey demeye başlamış.

Milli Takımlarda çeşitli görevlerde bulunduğum 11 yıllık dönemde, futbolcuların hemen hepsi ile çok samimi ilişkiler içindeydim.  Herkesin tatmayı isteyeceği çok güzel şeyler yaşadım. Üzüntüyü de sevinci de doruklarda hissettim. TFF’de görev yaptığım bu süreçte gazeteciliğimi evde bıraktım. Bir gazeteci için haber değeri olan şeyleri yok saydım. Görmedim, duymadım, bilmedim! Hep kol kırıldı, yen içinde kaldı. Evde eşim bile kamplarda neler yaşandığını benden öğrenemedi. Yaşanılan her anı eksiksiz görüntülememe ve bu görüntülerin çok değerli olmasına rağmen, hem karakterim hem de mesleki anlayışım, çektiğim görüntüleri profesyonelce kullanmaya itmedi beni. Oysaki 30 saniyelik bir görüntü bile beni zengin edebilirdi. Bu konuda çok astronomik teklifler aldığım oldu. Umursamadım bile.

Futbolculara bir gazeteci gibi değil bir arkadaş gibi yaklaştım. Mesleğim değil, duygularım hep ön plandaydı. Sırları hep sakladım. Bugün bile bildiklerimin yarısını yazsam ya da paylaşsam yer yerinden oynar.

Bir kez dahi herhangi bir milli futbolcu ile tartışma yaşamadım, ta ki TFF’den ayrılıncaya kadar.

Mart 2008’de TFF’den ayrıldıktan sonra, oynanan bir maç milli maç öncesinde Emre Belözoğlu, Gökdeniz Karadeniz’le Milli Takım otobüsünde kavga etmiş. Bu bir şekilde benim meslektaşlarımın kulağına gitmiş. Birkaç gazeteci arkadaşım da bana bunu doğrulatmak için telefon açtı. Onlara artık Milli Takım’da çalışmadığımı böyle bir şeyden haberim olmadığını, çalışıyor olsam dahi böyle bir bilgi veremeyeceğimi, ancak her takımda ufak tefek tartışmaların olabileceğini ve bunun da gayet normal karşılanması gerektiğini anlattım. Olaydan gerçekten de haberim yoktu.

Generaller bile ordudan ayrılınca 4-5 yıl hükmü geçermiş. 11 yıl TFF’de ve Milli Takımlarda çalışınca ister istemez içerden bilgiler size bir şekilde ulaşıyor. Kapatır kapatmaz Milli Takım’daki dostlarımı arayarak, olayın doğru olduğunu öğrendim. Ben hiç kimseye tek kelime söylememe rağmen, ertesi gün birçok gazetede bu haber vardı.

Akşamüstü telefonum çaldı. Karşımda Emre Belözoğlu vardı. Kendisinden hiç beklemediğim bir üslupta, beni gazetelere haber sızdırmakla suçluyor ve benden hesap soruyordu. Yıllarca kendisinin internet sitesini hazırlamış olduğumu, hakkında çok fazla bilgiye sahip olmama rağmen hiç bir bilgiyi kimseyle paylaşmadığımı ve onu gerçekten çok sevdiğimi unutmuş, böylesi basit bir konu için ağzına geleni söylüyordu. Çok kırılmış, üzülmüş ve içerlemiştim. Kendisini bu haberi sızdırmadığım konusunda ikna edip etmediğimi bilmiyorum, ama o gün benim için Emre Belözoğlu kalbimde bitmişti. Kaldı ki ben TFF’den ayrıldığım andan itibaren mesleğime geri dönmüş, gazeteci kimliğime bürünmüştüm.

Azerbaycan maçı sonrasında Milli Takım’daki bir futbolcu dostum beni arayıp, maç öncesi ve maç sonrası yaşanan tatsız olaylardan bahsetti. Oğuz Çetin’in ve bazı futbolcuların sabotaj iddiasından tutun da, kamp içindeki gerginliklere kadar aslında o kadar çok şey söyledi ki, hangi birini yazacağımı şaşırdım.  Ancak işin ilginci hemen hemen her anlattığının altında, başrollerde yine Emre Belözoğlu vardı. İsmini öldürseler söylemeyeceğim bu futbolcu kardeşimin anlattıklarını dinledikten sonra, Milli Takım’la ve Emre ile ilgili bir sırımı, kısıtlı bir şekilde de olsa sizlerle paylaşmaya karar verdim.

2006 Dünya Kupası elemelerinde İsviçre ile oynadığımız baraj maçının ilk ayağında İsviçre’de 2-0 yenilmiş ve umutlarımızı İstanbul’daki maça bırakmıştık. Ancak ortalık çok gergindi. İsviçre’de yaşadığımız bazı tatsız hadiselerden dolayı, İsviçreliler kötü bir şekilde karşılanmıştı ve maçta da bir takım hadiselerin çıkacağı gün gibi aşikârdı. Milli Takım kampında ise İsviçre Milli Takımı’ndaki birçok futbolcu ile arkadaş olan gurbetçi futbolcularımız bu durumdan oldukça rahatsızlardı. Bunu takımdaki diğer arkadaşları ile paylaştıklarında başta Emre Belözoğlu olmak üzere tepki aldılar. Adeta maç öncesinde bir guruplaşma olmuştu. Yurtdışında doğup halen orada oynayan gurbetçi oyuncularımız ile yerel ligimizde oynayan veya yurtdışına transfer ile gitmiş oyuncularımız arasında maç öncesinde başlayan bu kutuplaşma, maça da olumsuz yansımıştı.


Hepinizin bildiği gibi maç istemediğimiz bir skorla 4-2 bitti. Hakemin son düdüğü ile birlikte saha karıştı. Futbolcularımız İsviçreli futbolculara saldırdı.  Devre arasında soyunma odası koridorunda rakibine attığı tekmeyi hakemin görmezden gelmesine rağmen, maç sonrasında çıkan olaylarda Emre Belözoğlu yine başrollerdeydi. Olaylar esnasında çektiğim görüntüleri sonradan sakin kafayla izlediğimde, bunun daha da farkına vardım.

Hırçınlığıyla bilinen hiç umulmadık isimler olayları yatıştırmak için mücadele ederken, sakinliği ve olgunluğu ile tanınan bazı isimler olayları daha da tırmandırıyordu. Bu sırada ise gurbetçi futbolcularımızdan Hamit ile Halil İsviçreli bir meslektaşını kolundan tutmuş, olaylardan kaçırarak soyunma odasına kadar refakat etmişlerdi.

Hamit soyunma odamıza döndüğünde ise onu tatsız bir sürpriz bekliyordu. Takım arkadaşı Emre Belözoğlu, Hamit’in yakasına yapışmış duvara doğru itiyor ve neden İsviçreli futbolcuları koruduğunun hesabını soruyordu. Hamit ise büyük bir olgunluk göstererek, kavga etmek ya da karşılık vermek yerine, Emre’yi sakinleştirmeye ve kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Hamit ile aynı düşüncede olmasına rağmen diğer gurbetçi futbolcular ikizi Halil ve Nuri, Emre’ye tepki göstermeden araya girip iki arkadaşı ayırıyor, olayları yatıştırıyordu. Sonrasında bu iki futbolcu arkadaşları ve hocaları tarafından birkaç dakika sonra barıştırıldı.

Bu olay sonrasında Emre ile diğer gurbetçi futbolcuların arası hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Gözle görülür bir soğukluk oluştu. Azerbaycan maçından sonra Emre’nin, Hamit, Halil ve Nuri ile yaşadıklarının ve yaptığı açıklamaların temelinde de bu olay yatıyor.

Aslında Emre’nin hırçınlığı her geçen gün daha da arttı. Çevresindeki herkesi, hatta kendi arkadaşlarını bile potansiyel bir düşman olarak görüyordu. Birçok sohbette “Benim annem- babam ve birkaç aile bireyim dışında gerisi yalan. Herkes menfaat peşinde. Aynı formayı giydiğin arkadaşlarına bile güvenmeyeceksin. Bunlar gelip geçici. Kimseye güvenmiyorum” şeklindeki sözlerini kendi ağzından bizzat duydum. Bu ve benzeri sözler bile Emre’nin ruh halini dışarıya en iyi şekilde yansıtıyor.

Emre, Azerbaycan maçı sonrasında Euro 2012 elemeleri sonrasında Milli Takım’ı bırakabileceğini açıkladı. Açıkçası ben bu psikolojik haliyle Emre’nin Milli Takım’a ve hatta kendi takımı Fenerbahçe’ye bile çok da faydalı olacağı inancında değilim.
İlk başta da dediğim gibi benimle birlikte mezara gidecek birçok sır var. Ama bu anlattığım onlardan biri değil. Azerbaycan karşısında alınan mağlubiyet sonrası içim çok acıdı. Milli Takım’da başta yönetim ve Hiddink olmak üzere değişmesi gereken çok şey var. Ancak yukarıda kaleme aldığım konunun da bir an önce dikkate alınması gerektiği inancındayım.
İlk tanıdığım halini çok sevdiğim kardeşime seslenmek ve bir çağrıda bulunmak istiyorum:

Sevgili Emre 2012’yi hiç bekleme bence, yarın bırak Milli Takım’ı… Bu hem senin yararına hem de Milli Takım’ın yararına olur. Böylece hem sen huzura kavuşursun hem de Milli Takım.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Sonun Başlangıcı

Bursa'da bayrakları Ermenileri incitmemek için toplanan Azeriler, Bakü'de rövanşı acı bir şekilde aldı.

Bugüne kadar toplamda 1 gol yediğimiz, resmi maçlarda bırakın puan kaybını gol dahi yemediğimiz, guruba Kazakistan’la birlikte en son torbadan katılan, Avrupa’nın en zayıf ekiplerinden, kardeş ülke Azerbeycan’a nasıl yenidiğimizi hala anlayabilmiş değilim. Biri bana bu durumu izah etsin. Şakaydı bu, rüya gördün desin.

Almanya'ya kaybetmemizin ardından eleştirilere "Dünya 1.'si gibi konuşmayı seviyoruz" diyen Hiddink'e, geçmişte “Dünya ve Avrupa 3.lüğünü tatmış” ve bugün "Dünya 21.'si olarak” milletçe soruyoruz: "Dünya 102.'sine tarihimizde ilk kez yenilmemizi nasıl açıklayacaksın?"
Bu işin telafisi nasıl olacak ben bilmiyorum?

Dün gibi hatırlıyorum, bir Türk olarak o zaman da çok utanmıştım. 90’lı yılların başında dünyanın en güçsüz takımlarından San Marino tarihindeki ilk golünü bize atmış, ardından da yine ilk resmi puanını bizimle berabere kalarak almıştı. Almanya maçı sonrası herkesin ortak yorumu takımın 25 yıl geriye gittiğiydi. Peki, Azerbeycan maçı sonrası hangi yıllara döndük acaba?
Guus Hiddink’in maç sonrasında yaptığı açıklamalarda yüzündeki şaşkınlık ifadesi aslında her şeyi anlatıyordu. Esasında krizi fırsat olarak kullanma düşüncesinde olduğu söylediklerinden rahatlıkla anlaşıldı. Hollandalı çalıştırıcı, kadroda gençleşme ve değişim için sinyaller verirken yine de kelimelerini dikkatle seçmeye özen gösterdi.

Ancak maçtan maça Türkiye’ye gelen, yardımcısı Oğuz Çetin’in seçimleri ve yönlendirmeleri ile karar veren ve basiretsiz bir yönetimle çalışan Türkiye’nin gelmiş geçmiş en çok kazanan Teknik Direktörü bunu nasıl başarabilecek en ufak bir fikrim yok!

Sonun başlangıcındayız henüz. Bu tablo, bu yönetim şekli ve anlayışı böyle devam ettikçe durum daha da kötüye gidecek. Bu günleri bile arar hale geleceğiz. En azından şimdilik puan cetveline bakınca iddiamızı devam ettiriyoruz. Hala umutlarımız var. 

Aslına bakarsanız bu başarısızlıkta ve ortaya çıkan tabloda en masum isim Hiddink. Adam ne yapsın? Bizim çok bilen yöneticilerimiz zorla, yalvar yakar, önüne tomarla para dökerek ve tüm şartlarını kabul ederek tuttular takımın başına geçirdiler. Aldığı para ona bile o kadar tuhaf geldi ki gizli tutulması konusunda sözleşmesine madde koydurttu.  

Türkiye Hollandalı Teknik adamlara pek yaramıyor. Hiddink daha önce de Türkiye de görev almış ve çıktığı ilk maçta Fenerbahçe, Aydınspor karşısında o tarihi hezimeti yaşatmıştı. Nitekim daha devre arasında ülkesinin yolunu tutmuştu. Rijkaard’ın yaşadıkları ve Galatasaray’a kattıkları ise zaten ortada. Bu gidişle Hollandalı teknik direktörlerin, yıllarca çalışıp elde ettikleri Avrupa’daki saygınlığı kaybolup gidecek. Bu saygınlığın yeniden kazanması için acaba bir kez de Cruyff’u mu denesek? Yakında o da takımlarımızdan birinin başına geçer ve içimiz rahat eder.

10 Ekim 2010 Pazar

Ulusoy ve Terim'le kazanırdık

Aylarca peşinden koşup bin bir nazını çektikten sonra, zorla ikna ettiğimiz Guus Hiddink için, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ilk açıklamasında “Dünyanın en iyi antrenörlerinden birini aldık” demişti. TFF son dönemde yaptığı her icraattı abarttığı gibi, bunu da fazlasıyla abartmış. Kariyerine bakıldığında en son olarak Rusya’yı Güney Afrika’ya götürememiş olan Hollandalı çalıştırıcının, Türkiye’deki bombası çok erken patladı. 

Kötü oyun, kötü skor ve her şeyden önemlisi umutsuz bir yarın…

2005 ‘de Almanya ile Atatürk Olimpiyat Stadı’nda yaptığımız maçta gelecek için ne kadar umutlandıysak, Cuma akşamı da gelecek o kadar endişelendik. O gün Almanların elinden Nuri’yi kapmanın verdiği gurur ile çıkmıştık maça…Bu genç oyuncumuzla birlikte, yine Almanya’da yetişmiş bir diğer oyuncumuz Hamit’in gol atmasıyla ders vermiştik yıllarca ezildiğimiz Almanlara. Oysa Cuma akşamı Mesut’u onlara kaptırmanın üzüntüsü ve sahadaki rezil futbolumuzla adeta madara olduk. Üstelik fark yediğimiz maçta, bir gol de Mesut’tan yedik. Yani 2005’in rövanşını bayağı kötü verdik. Kaybettiğimiz puanlar ve hayal kırıklığımız da cabası.
Maçtan önce estirilen "Berlin'de bütün tribünleri Türkler dolduracak, kazanma ihtimalimiz çok yüksek" gazı var ki… Hiç girmeyeyim.

Koskoca TFF  bu kadar yatırımı Kazakistan’ı, Azerbaycan’ı ve hata Belçika’yı mı hedef alarak yapıyor. Milyonlarca primi açıklarken ölçüt bu rakipler mi?
Kim diyebilir ki Fatih Terim’in 3 katı maşı alan Gus Hiddink, Fatih Terimden  bir gömlek daha iyi antrenördür. Bırakın iyi olmayı, Amsterdam’daki evinde otururken Oğuz Çetin’in seçtiği milli takımın başında sahaya çıkan emekliliği öncesi son bir vuruş yapmış kukladan başka bir şey değildir. Evet, bizden sonra da gideceği ülkeler olacaktır. Ama hiç biri büyük hedefler peşinde olan ülke, ya da kulüpler olmayacaktır.

İddia ediyorum TFF’nin başında Haluk Ulusoy, takımın başında da sıradan bile olsa yerli bir antrenör olsaydı, Cuma günü o stattan boynumuz dik çıkardık. 11 yıl boyunca Milli Takımlarda çeşitli görevlerde bulundum. Kamp ve soyunma odası havası milli takımlarda, kulüp takımlarından çok farklıdır. Türk oyuncusunun ay-yıldızlı takım altındaki psikolojisini çok iyi biliyorum. Yabancı bir hocanın, futbolcuyla yakın ve sıcak bir ilişkisi olmayan başkanın bu futbolcuları ateşleyebilmesi, böylesi büyük bir maça motive edebilmesi mümkün değil. 
TFF’nin acil bir eylem planı uygulamaya koyması lazım. Yoksa birileri başka planları devreye sokacak ve işi kökten düzeltecek.


9 Ekim 2010 Cumartesi

Mesut, gerçekten Mesut mu?


Son bir haftadır Mesut’la yatıp Mesut’la kalkıyoruz. Sanırsınız ki sporun tek gündemi var o da Mesut Özil! Adı dışında hiçbir şekilde Türklükle alakası olmayan bu Alman vatandaşı futbolcu, zaten kendini Türk olarak görmediğini açık açık ifade ediyor.  Buna karşın biz hala, “Real Madrid’de oynayan ilk Türk”,  “Alman Milli Takımı’ndaki Türk futbolcumuz” gibi avuntular içindeyiz.  Medyamız her ne kadar Türk halkına her fırsatta bir Mesutmania aşılasa da, biz kimin ne olduğunu çok iyi biliyoruz.

Günümüz Türk ceza hukukunda vatana ihanet suçu tanımlanmamıştır.  Ancak biz biliriz ki vatan, millet, bayrak, namustur. Bunlara hıyanet eden ise, “Vatan Haini”

Mesut Türk olmadığı ve kendini Türk olarak hissetmediği için, “Vatan Haini” diyemeyiz. Bu Mesut’a haksızlık olur. Aslına bakarsanız, ben Mesut’tan çok ailesine kızıyorum. Bu ülkenin ekmeğini yemiş, suyundan içmiş, sonra da yine devletin yaptığı ikili anlaşmalarla Bartın’dan kalkıp Almanya’ya ekmek parası için gurbete gitmiş, bir ailenin çocuğu Mesut. Tıpkı bugün Ay-Yıldızlı formamızı giyip İstiklal Marşımızı dinlerken gurur duyan, tüyleri diken diken olan, bu ülke için ter akıtan futbolcularımız Halil, Hamit, Nuri, Yıldıray, Özer’in ailelerinin gittiği gibi.  Ama buradaki tek fark Mesut’un ailesinin aslını unutup, para için uyruklarının yanı sıra kimliklerini değiştirmesi, diğerlerinin ailelerinin ise vatan ve bayrak sevgisi için her türlü riski göz önüne alarak, kendilerine altın tepside ikram edilenleri ellerinin tersi ile itmesi. Öncelikle bu futbolcularımızı yetiştiren değerli Anne ve Babalarımızın ellerinden saygıyla öpüyorum. Onlara bu vatan için böylesi pırlanta gibi hayırlı evlatlar yetiştirdikleri için teşekkür ediyorum. Ben de bir gurbetçi ailenin çocuğuyum. Keza annem babam ve kardeşim Alman vatandaşı. Ama ne annemin ne babamın ne de kardeşimin ağzından bugüne kadar “Ben Almanım” kelimesini duymadım. Evet, şartlar bunu gerektirdiği için “Alman vatandaşılar” ama “Alman” değiller.

Mesut’un aklını çelen de, Alman Milli Takımı’nı tercih etmesi konusunda baskı yapan da, onu bir Alman gibi yetiştiren de ailesidir. Bunun belgesi ve ispatı da vardır.

Mesut Özil henüz daha 17 yaşındayken Fatih Terim’in ekibi tarafından keşfedilmiş ve Genç Milli Takımlarımıza davet edilmişti. Önce o zamanki kulübü Schalke 04, alt yapısında oynayan bu çocuğu Milli Takımımıza yollamamış ve babasını çocuğunuzu kulüpten göndeririz diye tehdit etmişti. Tıpkı Halil’in, Hamit’in, Nuri’nin ve diğer Türk futbolcuların ailelerine, oynadıkları kulüplerin yaptığı gibi.  Birçok Türk ailesi Mesut’un ailesininkinin aksine, bu tehditleri göğüsleyerek umursamazlıktan gelmiş ve bir Türk gibi davranmıştır.  O dönem TFF’nin Almanya temsilciliğini yapan Metin Tekin’in, Mesut ile birebir konuşmalarının olumlu geçmesi ve Mesut’un olaya daha sıcak bakmasının ardından, bu teklifler yenilenmiş, ancak her defasında çeşitli mazeretler göstererek ya kulüp ya da Mesut ret yanıtı vermiştir.  

En son olarak, dönemin Ümit Milli Takım Teknik Direktörlüğü’nü yapan Tolunay Kafkas’ın Ümit Milli Takıma davetine, Mesut’un babası tarafından ağır bir mektupla ret yanıtı verilmiştir. Babası bu mektupta “Oğluma bu tür tekliflerle gelip kafasını karıştırmayın. Bu kulüpteki huzurunu bozmayın. Oğlum bir Alman, biz de Almanız. Bu nedenle de Alman milli takımını seçtik” ifadelerini kullanmıştır. Sonrasında Fatih Terim’in İtalya ile yapılan hazırlık maçı öncesinde, “Seni ilk 11’e yazıyorum çık kendini tüm ülkeye göster” teklifine, Mesut’un kulübü aracılığıyla 2 Kasım 2006’da kendi el yazısı ve imzasıyla gönderdiği “Ben Almanım, Türk Milli Takımını istemiyorum. Bundan sonra bana teklif yollamayın” şeklindeki mektup, hala TFF’nin Almanya bürosunda Murat Gusinali’nin arşivindedir. Zaten bu mektubun bir kopyasını da alman Federasyonu geçtiğimiz günlerde basın ile paylaştı.

Hal böyleyken özellikle babasının yaptığı “Kanı bozukluk” değildir de nedir? Ne de olsa herkes ekmek parası peşinde! Kim üç kuruş uğruna, bazı değerlerinden vazgeçmez ki? Hem, “Doğduğun yer değil doyduğun yer “ dememiş mi atalarımız? Adamcağız da bunu uyguluyor işte!

Birinin “Vatan Haini” olması için illaki gizli bilgileri satması ya da eline silah alıp kendi askerine ateş mi etmesi gerekir? Bence bu yapılanın bundan farkı yok!

Biz, bizi istemeyenin peşinde mi koşacağız? O zaman bizim Halil’in, Hamit’in, Nuri’nin ve Türk Milli Takımını seçen diğer çocuklarımızın günahı ne? Neden onlara sahip çıkmıyoruz. Alman Devleti bizim çocuklarımızı kendi ülke milli takımlarına kazandırmak için, her türlü yasal düzenlemeyi, insan hakları ve geçmişte yapılan ikili anlaşmaları da hiçe sayarak yaparken, biz neden boş duruyoruz?

Kim bilir belki böylesi daha hayırlı olmuştur? Kendini Türk gibi hissetmeyen, milli değerlerimizi sahiplenmeyen, vatan, bayrak sevgisi taşımayan, olaya sadece maddi tarafından bakan bir futbolcuyu Türk halkı zaten istemeyecektir. Geçmişte bir benzerini Muzzy  (Mustafa İzzet) örneği ile zaten yaşamıştık. Biz, manevi değerlerle, terinin son damlasına kadar bu ülke için mücadele edecek futbolcularımızla yolumuza devam etmesini biliriz..

Milli Takımımıza gol attığına bile sevinemeyen Mesut, gerçekten mesut mu? Mesut’u bilmem, ama ailesinin mesut olduğu bir gerçek!

3 Ekim 2010 Pazar

Avrupa ile aramızdaki küçük fark !


Cumhuriyet Spor'da yayınlanan yazım:

Hiç şüphesiz İngiltere, futbol ekonomisinin en büyük ülkesi. 7 milyonu yetişkin ve 5 milyonu da okul çağındaki çocuklar olmak üzere, bünyesinde yaklaşık 12 milyon kayıtlı futbolcu barındıran bir ülkenin, bacasız sanayide bir numara olmasından daha doğal bir sonuç yok gibi. Bu futbolcuların top koşturduğu 37.500 tescilli kulübün dışında, 9 binin üzerinde sadece gençler için kulüp bulunuyor. Alt yapıyı anlatmaya sanırım 45 bin futbol sahasının varlığı yeterli olacaktır. Ülkede hemen hemen futbolla ilgilenmeyen hiçbir vatandaş yok gibi. 27 bin hakemin görev aldığı liglerde, 30 bin üzerinde antrenör,  431 bin gönüllü antrenör hizmet veriyor. Bu futbol ülkesinde 13 bin tane de bayan antrenör var. 32 bin okulda görev yapan beden eğitimi öğretmeni sayısı ise 17 bin.

Sporda başarıyı yakalamış diğer ülkelerde de durum İngiltere’dekinden çok farklı değil. Yalnızca Almanya’da lisanslı sporcu sayısı 24 milyon. Hem erkeklerde hem de bayanlarda 2 kez Dünya Şampiyonluğuna ulaşmış olan bu ülkede 5 milyon erkek, 1 milyonda bayan olmak üzere toplam 6 milyon futbolcu var.  Amatör kulüp sayısı 46 binin üzerinde

Nüfusu 10 milyonu geçmeyen Avusturya, Norveç, Danimarka, İsveç, Slovakya, İsviçre ve İrlanda Cumhuriyeti'nde bile bu toplamın 250 ila 500 bin arasında değişiyor.

Ve gelelim ülkemize…
Lisanslı toplam sporcu sayısı yedi yüz binlerde…
Ülkemizde halen 260 bin olan lisanslı futbolcuların 4 bin 409’unu profesyoneller oluştururken, amatör futbolcu sayısı da 222 bin 507.  Yani lisanslı erkek futbolcu sayısı ancak ikiyüzbinlerde…
İstanbul, 46 bin 674 ile lisanslı futbolcu sayısında lider, İzmir 15 bin 322 ile ikinci, Ankara da 14 bin 199 ile üçüncü sırada bulunuyor.
Lisanslı bayan futbolcu sayısı sadece beşyüzlerde…
Lisanslı bayan antrenör sayısı yoklarda…
Amatör kulüp sayısı 4 binlerde …
Toplam takım sayısı ise yalnızca 7 bin.

Türk gençliği, öğrencilerimiz, sporcularımız ve futbolcularımız bunları ne kişilik olarak, ne sağlık olarak, ne sporcu olarak, ne siyasi olarak ne de ekonomik olarak hak etmiyorlar.

Avrupa’daki bu tablo ile bizdeki tablo nasıl açıklanabilir, nasıl başarı beklenebilir?  Peki nasıl ulaşmış İngilizler bu devasa rakamlara? 

İşin sırrı aslında çim kökü anlamına gelen Grassroots kelimesinde saklı.

İngiltere Spor Bakanlığı kayıtlarına göre, İngiliz Parlamentosunda tam 430 oturumda Grassroots konusu konuşulmuş ve 450 bin kez Grassroots kelimesi kullanılmış.

10 yaş altı 110 bin çocuk, 2001 yılından bu yana 100 milyon puanda mal olan alanlarda futbola başlamış. 1990 yılında 60 tane olan bayan futbol takımı sayısı, 2006’da 3820’ye çıkarken her hafta eğitim alan ve oynayan bayan sayısı 1 milyon 600 bin kişiye ulaşmış.

Yasa yolu ile yalnızca 2002 yılında spora ayrılan bütçe tam 320 milyon pound.
Son iki yılda ise rakamlar coşmuş. Sadece Futbol Federasyonu’na iki yılda giden rakam 750 milyon pound üzerinde. İngiltere’nin 2006 yılında Grassroots içinde yer alan engelliler için ayırdığı bütçe ise tam 8 milyon pound.

Bu bütçeyi, sponsorlar, profesyonel kulüpler ve piyango, gibi kaynaklardan temin eden İngiltere Spor Bakanlığı bu paraların yeterli olmadığını düşünerek İngiltere Parlamentosu’nda,  spor payının 2 milyar pounda çıkarılmasını teklif etmiştir.

Rahmetli Gündüz Tekin Onay, Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük futbol antrenörlerinden biriydi. Fatih Terim başta olmak üzere, bugün Türk futbolunda görev alan birçok ünlü hocanın da antrenörlüğünü yaparak, kelimenin tam anlamıyla “Hocaların Hocası” unvanını hak etmişti. İşte Grassroots kelimesi ile ilk kez onun sayesinde tanıştı Türkiye.
Uzunca yıllar onun çok yakınında çalışma şansını elde etmiş biri olarak, bu ilginç kelimeyi ilk duyduğumda Grassroots’un ne olduğunu birinci ağızdan sordum ona. Rahmetlinin futboldan bahsederken gözlerinin içi gülerdi. Bana projenin genel hatlarını anlattıktan sonra, “Bu çok büyük bir proje. Bu proje Türkiye’ye birçok yıldız oyuncu kazandıracak. Hakem kazandıracak, antrenör kazandıracak. Hatta yönetici kazandıracak. Ve hepsinden önemlisi de hiçbir yeteneği bile katılan kişiyi çok iyi bir seyirci yapacak.” demişti.

Yakalandığı amansız hastalıkla cebelleşirken bile, ambulansla geldiği Beylerbeyi’ndeki kendi adını taşıyan tesislerde, ölümünden sadece birkaç gün önce sedyede Grassroots izlediğini görünce bu projenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.

Gündüz Hocanın ölümünün ardından bir de TFF yönetimi değişince, bu proje hem şeklini hem de ismini değiştirdi. Grassroots yerine HİF (Herkes İçin Futbol) kullanmaya başlayan TFF uygulamada da Graasroots’dan farklı hedefleri seçti. Başvuran herkese lisans veren ve sadece lisansiyer sayısını yükseltmeyi amaçlayan bu çalışma “3 yılda 1 milyon lisanslı futbolcu” hedefine ulaşmaktan çok uzak görünüyor. Bugüne kadar sadece 32 bine yakın HİF lisanslı futbolcu ve 10 bin amatör futbolcunun katılması ile yüzde 20 arttı. Artışın sadece yüzde 10’nu bayan futbolcuların oluşturması da ayrı bir üzüntü konusu.  

HIF projesinin bugünkü haliyle alt yapılarımızı geliştireceğine, gerçek anlamda lisanslı futbolcu sayısını arttıracağına ve Türk futboluna faydalı olacağına inanmıyorum. Eminim rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın bugünkü tablo karşısında mezarında kemikleri sızlıyordur. Ülkemizin en çok takip edilen sporu olan futbolun daha geniş kesimlere yayılması ve kalitesinin daha yüksek seviyelere çıkartılmasını temel hedefi olması gereken Türkiye Futbol Federasyonu’nun, acilen “Çim Kökü”ne yani Graasroots projesine geri dönmesi gerekmektedir.

İsim bulma özürlü müyüz?


Milli Futbol Tarihimizle ilgili yaptığım çalışmalar esnasında,  Efes Pilsen için hazırladığım www.millifutboltarihi.com sitesi üzerinde ilginç bir şey gözüme çarptı. Varlığının ve çokluğunun farkındaydım ama bu kadar da olabileceğini tahmin etmiyordum. Statlarımızın birçoğunun ismi aynı olması beni fazlasıyla rahatsız etti. İstatistiksel anlamda verilere varırken birçok yanlışlığa gebe olan bu isim benzerlikleri, bu yapıları birbirinden farklı kılacak, insanın hafızasında yer edecek en belirgin özelliği de aynı kılıyordu.
Daha önce birkaç yazarımız bu konuyu ele almıştı aslında Ama ben biraz daha farklı bir pencereden bakarak aynı konuyu tekrar ele almak istedim.
Atatürk, Cumhuriyet ve Belediye statlarımızda en fazla kullandığımız isimler. Bunları şehirlerimizin kurtuluş tarihleri takip ediyor. Farklı isimler bir elin parmaklarını geçmiyor. Adeta kısır bir döngü oluşmuş isimlendirme konusunda.
Atatürk Olimpiyat, İzmir, Antalya, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Eskişehir, Konya, Bolu, Rize, Giresun, Elazığ, Sakarya, Yalova, Çankırı, Adıyaman,Van,Balıkesir, Isparta, Afyon Karahisar, Muğla, Siirt, Hatay, Aksaray, Kırklareli,Nusaybin statlarında Atatürk ismini kullanmayı tercih eden şehirlerimiz. Zaten sadece Süper Ligdeki 18 takımın 5’nin stadının adı Atatürk...
Mustafa Kemal Atatürk... Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ulu önderimiz.
Atatürk’ün ilke ve devrimlerini yeni nesillere aktarmanın onu anmanın, ismini ölümsüzleştirmenin yolu acaba gerçekten hak eden etmeyen bütün statlara onun ismini vermekten mi geçiyor?
Elbette uluslararası müsabakalara ev sahipliği yapan 5 yıldızlı olimpiyat stadımıza “Atatürk” isminin verilmesi, böylelikle hem yeni nesillerimize hem de dünyadaki diğer uluslara bu ismi duyurmak muhteşem bir şey… Ama sıradan bir stadın isminin Atatürk olması, atamıza saygısızlık değildir de nedir?
Örneğin Bursa’ya malolmuş onlarca isim var. Koy stadının ismini Orhangazi, Zeki Müren, Ulubatlı Hasan, Müzeyyen Senar, Sabiha Gökçen  hatta Hacıvat ve Karagöz. Ama yok illaki Atatürk Stadı. O zaman Türkiye’deki bütün statları Atatürk olsun! Bu zihniyet
Türkiye’de bir tane Atatürk Stadı olmalı ve o da anıyla şanıyla anılmalı atamıza layık olmalı. Atatürk ismi verilecekse o en büyük, en lüks ve en yeni stat olmalı. Bugün için bu stat Olimpiyat Stadı’dır.