29 Kasım 2014 Cumartesi

Karar Zamanı!

Her şey bitti sananlar yine yanılıyor. Türk futbolunu Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş’tan ibaret görenler, tuttukları takıma bir dine bağlı oldukları gibi bağlı olanlar gerçeklerin farkına varamıyorlar.

Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşler” filminde bir sahneye çok benzetiyorum, bu yaşananları. Filmde bir hırsızlık şebekesi, mahallenin delisini tabutun içine yatırıp, tabutu taşımaya başlıyorlar. Bunu gören saf vatandaşlar sevap kazanmak amacıyla tabuta omuz veriyorlar. Şebeke elemanları bu saf vatandaşların cüzdanlarını araklayıp, toz oluyorlar. Ve sonrasında Asım rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın o meşhur repliği:

 ...işte o gün dedim ki kendime: "Seç oğlum Asım! Tabutun içinde ölülerle diriler... Ya tabutu taşıyanların içinde olucan ya tabutun içinde ya da bu işi organize edenlerden" Ya sen nerede olacaksın oğlum? Ya araklıcan, ya da araklanıcan!

İşte Türk futbolu tam olarak bu noktada. TFF’yi tabut sayarsak; içindekiler diri mi, ölü mü belli değil! Ama mahallenin akıllısı olmadıkları kesin! Ee tabutun içine onları yerleştirenler de malum! İlk başta tabutu onlar taşıyorlardı. Futbolseverler de tabuta ortada kalmasın diye omuz verdiler. Sahip oldukları ne var ne yoksa futbol adına, organize edenler tarafından araklandı. Organize edenler ise ufak ufak tabuttan ellerini çektiler bile!

Ülkemizin en güzide kulüplerden birinin başında şikeden hüküm giymiş bir başkan var. Asırlık kulübü o kadar başına buyruk yönetiyor ki adı çoktan diktatöre çıkmış durumda.
Medya kah tiraj korkusu kah gönül vermişlik nedeniyle gerçekleri yazmaktan korkuyor. Elbette korkunç bir bilgi kirliliği de mevcut.

Öyle bir noktaya gelindi ki dünyanın en ciddi kurumlarından biri kabul edilen UEFA’nın bile saygınlığı tartışılır hale getirildi.

Şike bu şike! Başka bir şeye benzemez. Üstü kapatılamaz. Hadi kapatıldı diyelim! Yıllar bile geçse üzerinde adı karışan kulüplerimizin hep karşısına çıkmayacak mı bu kara leke!

Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bir tarafta Türk futbolu var, bir tarafta Fenerbahçe. Bir tarafta futbolseverler, var bir tarafta Aziz Yıldırım. 

Tribünler boşalmış, yayıncı kuruluş kan kaybetmiş, milli takım yerlerde, alt yapılar evlere şenlik, hakemler dökülüyor, antrenörler ağlıyor, kulüpler batıyor…

Trabzonspor o sene kaçan şampiyonluğu geri almanın peşinde. Fenerbahçe ise beraberinde kimi aşağı çekebilir onun derdinde. Tabutun içindekiler ise” Ne şiş yansın ne kebap” aman bize bir şey olmasın gül gibi geçinip gidelim ama önce bize bir şey olmasın uğraşısında. Anlayacağınız Türk Futbolu kimsenin umurunda değil!

Ya sahi siz neresindesiniz tabutun?

10 Eylül 2014 Çarşamba

Milyonlarca lirayı nereye soktunuz?

Eğer Bayern Münih’te oynamayı başarmış ilk Türk futbolcu Erhan Önal’ı saymazsak İlyas Tüfekçi, Erdal Keser ile birlikte Türk futbolunun dikkatini çeken ilk gurbetçi futbolcuydu.

Almanya’da oynadığı futbolla göz kamaştırmış, adından fazlasıyla söz ettirmeyi başarmıştı. 1984 yılında Galatasaray ile Fenerbahçe arasında transfer savaşına yol açan İlyas Tüfekçi, tıpkı idolü Erhan Önal gibi o da tercihini önce Fenerbahçe’den yana kullanmış ama başarıyı Galatasaray’da yakalamıştı.

Sarı-lacivertli takımın kadrosunda parlak bir dönem geçiren İlyas, 2 yıl sonra, Derwall’in çalıştırdığı efsane Galatasaray kadrosuna geçiyordu. Her zaman günlük başarıların daha geçerli olduğu Fenerbahçe’den, takım oyununun hüküm sürdüğü Galatasaray’a geçmesi ile birlikte bambaşka bir kimliğe bürünüyordu. Sarı Kırmızılı takımla 1988-1989 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında yarı finale kadar yükselmeyi başardı.


Kısacık boyu, muhteşem tekniği,  enderi az bulunan hırsı ve azmi ile saha da bir devdi İlyas. O cüssede bu kuvvet! O nedenle de lakabı “Küçük Dev Adam”dı.

Futbola Zeytinburnu forması ile veda etti, ama hemen her futbolcu gibi o da futboldan kopmadı ve teknik direktörlüğe başladı. Yaşı yetenler İlyas Tüfekçi’nin, 1993-94 Kardemir Karabükspor takımıyla ligin ikinci yarısında verdiği düşmeme mücadelesini iyi hatırlayacaklardır. Bu lig tarihimizin unutulmayan sayfalarından biridir.

Karabükspor’un Süper Lig'de ilk kez mücadele ettiği bu sezonda, son maçta Zeytinburnuspor'a uzatma dakikası golü ile yenilerek küme düşmesi hemen herkesi çok üzmüştü. 2009’a kadar çok sayıda Birinci Lig ve 2. Lig takımlarını çalıştırdı İlyas Hoca.

İlyas Tüfekçi’nin benim yaşantımdaki izi çok derindir. Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanındaki Kenan Evren Lisesi’nde, henüz Ortaokula gidiyordum. Sıkı bir Galatasaraylı olmama karşın futbola olan sevgim nedeniyle, okul çıkışlarında boş vakitlerimi Dereağzındaki Lunapark’a gitmek yerine, Fenerbahçe antrenmanlarını izleyerek değerlendiriyordum.

“Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünü doğrularcasına burnumu her deliğe sokardım. Sobayla ısınan köhne soyunma odalarının içlerine kadar girer futbolcuları izlerdim. Sonra izlenimlerimi sınıf arkadaşlarıma anlatır ve de okulun duvar gazetesine yazardım.

İşin en eğlenceli tarafıysa  gizlice girdiğim soyunma odasından çıkarken başlardı. Patika yolda bekleyen taraftarlar, beni o zamanlar fizik olarak ve yüz hatları olarak tıpa tıp benzediğim, 'Küçük Dev Adam' İlyas Tüfekçi sanarak imza alma yarışına girerlerdi. Ben de hiç bozuntuya vermeden imza dağıtır, soruları yanıtlardım. Benim bu uyanıklığımın farkına varanlar da yok değildi. Doğal olarak özellikle gazeteciler yemiyordu bu numaramı. O zamanlar Güneş Gazetesi’nin genç Fenerbahçe muhabiri olan Sadi Kemal Yaşar ve Türkiye Gazetesi’nin zıpkın muhabiri Hasan Sarıçiçek de bu numaramın farkına varanlardandı. Hoşlarına gitmişti bu muzipliğim ve atılganlığım. Sadi Kemal Yaşar’ın “Gel Çamlıca sahasının amatör muhabiri ol” demesiyle gazetecilik denen bu virüsü kaptım. 

Aslına bakılırsa onun sayesinde bugünkü mesleğimi yapıyorum. İlyas’la o zaman tanışamadım belki ama Galatasaray’a transfer olduğunda 16 yaşında çiçeği burnunda bir muhabir olarak tanışma şansını elde ettim. Hep kibar, hep nazik hep mütevazıydı. Yıllar sonra ise Türkiye Futbol Federasyonu altında birlikte çalışma şansını yakaladım. Hiç değişmemişti.

Ve geçen gün öğrendim ki İlyas Ağabey maalesef ALS hastalığına yakalanmış. Hani şu geçtiğimiz haftalarda çılgınca başımızdan aşağı buzlu sular döküp, banka hesaplarına paralar yatırıp, hastalara destek olmaya çalıştığımız amansız hastalık. Toplanan paralar ne oldu? İlyas Tüfekçi’ye bir faydası olacak mı? Bu soruların yanıtını bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum! 

Ancak benim öğrenmek istediğim ve özellikle İlyas’ın yanında yer alıp almayacağını merak ettiğim başka bir kurum var. Türkiye Futbol Federasyonu Vakfı!

Tam adıyla Türkiye Futbol Federasyonu Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakfı (TFFV)! Adından da anlaşılacağı üzere sosyal yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı.  Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı aynı zamanda Vakfın otomatikman başkanı haline geliyor. 2008 yılında Haluk Ulusoy bu görevden ayrılırken Vakfın kasasında 60 milyon TL’den daha fazla bir para vardı. Şayet Ulusoy yönetimi görevde kalmayı başarabilseydi, bu parayla emekli futbolcular için bir huzurevi ve bakım ünitesi yapmayı planlıyordu.

Görev süreleri dolmadan adeta darbe ile görevden ayrılınca bu proje de sayısız diğer proje gibi suya düştü.

Peki, ne oldu bu biriken paralar? Harcandı mı? Harcandı ise nereye harcandı? Harcanmadıysa, sadece para biriktirmek için mi var olan bir vakıf haline geldi TFFV?  Bilanço içinde bir yerlere mi sokuşturuldu, sokuldu? Daha önce ciddi bir rahatsızlık geçiren ve ihtiyacı olduğunu bildiğimiz Erhan Önal’a örneğin bir yardımda bulunuldu mu? Ya da yine ALS hastalığının pençesinde bulunan Trabzonspor’un efsanelerinden İsmail Gökçek’e. Geçtim tüm bunları Sosyal yardım adında ya da dayanışma anlamında ne yapıldı nereye para harcandı?

Şeffaflık beklemenin pek iyimser bir yaklaşım olduğunu biliyorum, ama sormadan da edemiyorum ! Milyonlarca lirası olan ya da olması gereken böyle bir vakfın, neden bir internet sitesi bile olmaz? Vakfın senedi neden herkesin görebileceği bir ortamda diğer vakıfların yaptığı gibi ilan edilmez? Futbolun emekçileri neden bilgilendirilmez?

Futboldan iyice iğrenmeye başlıyorum.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Kaza değil cinayet

Galatasaray Muhabiri arkadaşımız dostum Erkan Koyuncu’yu benzeri milyonda bir görülecek feci bir kaza neticesinde maalesef kaybettik. Bakmakla yükümlü olduğu 2 çocuğunun ve eşinin yanı sıra, annesinin de geçimini sağlayan Erkan ekmek parası için gittiği Galatasaray Metin Oktay Tesisleri’nde görev şehidi oldu. Bu meslek için fazla sessiz sayılacak bir yapıda, pırlanta gibi kalbi olan, saygılı ve sevgi dolu iyi bir muhabir arkadaşımızdı.


Galatasaray ilklerin kulübüdür. Her konuda ilk olmayı başarmıştır. Nitekim spor kulüpleri içinde iş kazasına kurban giden ilk muhabiri de sarı kırmızı kulüp vermiş oldu.

Erkan’ın ölümü basit bir kaza deyip geçiştirilecek türden değil. Son yıllarda başlayan gazeteci düşmanlığının bir uzantısı olarak gerçekleşmiş bir olay bu. Nasıl mı?

Büyük kulüplerimiz son 10 yıl içinde “Markalaşma” adı altında ilginç uygulamalar hayata geçirdiler.

Önce antrenmanlar basına hafta bir gün kapanmaya başladı. Taktik antrenmanında futbolcular rahat etmeli, taktiksel bilgiler dışarı sızmamalı dendi. Sonra bu kapalı antrenmanlar önce ikiye ardından üçe çıktı. Sonra bir de baktık ki sadece bazı antrenmanları basın izleyebilir hale gelmiş.


Sonra yasaklar devreye girmeye başladı. Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!

Tesisler alt yapı olarak bile bir çok eksiğe sahipken kale duvarı gibi duvarlarla çevrilmeye, üst düzey güvenlik önlemlerle donatılmaya başlandı. Sanırsınız ki spor tesisi değil de askeri bir tesis. Aman dışarıdan içerisi görünmesin.

Kulüplerin tek bir isteği var. Taraftar gelsin, para versin, harcama yapsın, desteklesin, ama aleyhte bağırmasın; gazeteci biz çağırdığımızda gelsin, gördüğünü görmesin, duyduğunu işitmesin, biz ne dersek onu yazsın, asla eleştirmesin, reklamımızı yapsın ama bizden olmasın. Yöneticiler de kulübün adını, şanını, şöhretini kullanarak caka satsın. 


Ben mesleğe başladığımda 14 yaşında bir çocuktum. 16 yaşında ise Galatasaray Muhabiri oldum ki bu alanda sanırım bir daha kırılması imkânsız olan bir rekor bu. O dönemde gazeteci ağabeylerim futbolcularla tesiste tavla oynar, bilardo maçı yapardı. O yokluk yıllarında dahi gazetecilere çay kahve ikramı yapılır, işlerini en iyi şekilde yapmaları için çalışma ortamı sağlanırdı. Hatta Derwall döneminde hafta bir gün, bir Galatasaray muhabiri takımla antrenmana çıkardı. Bugün Galatasaray TV’nin başında bulunan Bahri Havadır da ogünkü çalışma koşullarını yaşayan bu gazetecilerden biriydi.Yöneticilerin gazeteciye “Bu haberi neden yaptın, şunu neden yazdın?” gibi ucube bir soru sorması hadleri değildi.

Çeşitli zamanlarda çeşitli yayın organları adına üç büyük kulüpte de görev yapma imkânı buldum. Hemen hemen hepsinde durum benzeri şekildeydi. Hatta

Fenerbahçe muhabiri olmak bir keyifti. İlişkiler üst düzeydi ve haber yağardı.
Neticede aynı geminin içindeki insanlardık ve biz gazeteci olarak olanı biteni kulüplerin asıl sahiplerine aktarmakla görevliydik. O zamanın yöneticileri de bunu iyi bildikleri için, bizden yardımlarını hiç esirgemiyorlardı.

Anti terör kapılarının ardına sığınan kulüplerimiz, sonrasında bir de güvenlik görevlisi barındırmaya başladı. Asıl amacı takımı holiganlardan korumak olması gereken bu zatlar, muhabirlerin görevlerini yapmasına yardımcı olacakları yerde, neredeyse yere yatırıp gözaltına alacak kadar sert davranışlarda bulunmaya başladılar. Şikâyet edildiklerinde kimsenin onlara bir şey yapmayacağını bildiklerinden “astıkları astık, kestikleri kestik” bir şekilde “görevlerini” eda ettiler. Kendileri de geçmişte gazeteci olan basın sorumluları geçmişlerini unutarak “Kraldan daha çok kralcı” olmaya başladılar.

11 yıl boyunca Türkiye Futbol Federasyonu’nda Basın Danışmanlığı yapmış ve A Milli Takımda medya iletişimini yönetmiş biri olarak bir gün dahi meslektaşlarımın iş yapmasına engel olmadım, zorluk çıkarmadım. Gerektiğinde yöneticilerimle ve hocalarla ters düştüm, ama hep medyanın yanında yer aldım. Aksini söyleyecek bir meslektaşım dahi çıkarsa, bir daha gazetecilik yapmayacağımın buradan sözünü verebilirim.

Bülent Ülgen'in ısrarları ve içimdeki habercilik sevdasıyla Kanaltürk’te aktif gazeteciliğe geri döndüğümde, karşılaştığım tablo içler acısıydı. Sindirilmiş muhabirler, gazetecileri böcek gibi gören futbolcular, muhatap olmamak için kaçacak delik arayan yöneticiler… 

Kendisi de eski bir gazeteci olan ve asıl işi muhabirlere yardımcı olmak olan Galatasaray’ın Medya Sorumlusu Bener Onar, gazetecilerin futbolculara neler sorup neler saramayacağına bile karar verir durumdaydı. Alışmadıkları bir şekilde diretince aslında çıbanbaşı olmuştum.  


Nitekim bir Kayserispor maçı sonrası ben isyan edince küçük kıyamet kopmuştu. Burada çekilen görüntülerle TSYD Eğitim Semineri’nde başkanımız Naci Arkan’ın izniyle o zamanki Galatasaray Teknik Direktörü Manchini’ye basına karşı kulübün tutumunu sorduğumda ise aynı Bener Onar, işi daha da ileri götürüp başkanımız Naci Arkan’ı tehdit etmeye bile kalkmıştı.

Galatasaray muhabirleri yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bir platform kurmak istiyorlardı. Bu amaçla bir takım girişimler başlamıştı. Hatta sene başında kaybettiğimiz rahmetli Süleyman Gültekin de benden ve tecrübelerimden yararlanmak istediklerini söyleyip, beni yönetime almak istediklerini söylemişti. Nitekim ilk toplantıya da davet edilmiştim. Ancak sonrasında benim bu çıkışlarım sonrası, kulüpte oluşan rahatsızlık nedeniyle oluşumun dışına itildim. Platformun başkanı Bahadır Çokişler’e defalarca gidişatın iyi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ancak kulüpler kontrolü eline o kadar almış ki kimsenin yapabileceği pek de fazla bir şey yok. Aslında bu hareketlerinde o kadar haklı çıktılar ki, 17 yıllık kadim dostum Galatasaray İdari Menajeri Cenk Ergun bile benimle görüştüğünde başına bir iş gelecek düşüncesiyle telefonlarıma çıkmamaya başladı.

Aslında sorunun temeli gazetecilere değer vermeyip, patronlarla kurdukları ilişkilere güvenen yöneticilerde… Nasıl olsa muhabir bunu yazamaz, gıkını çıkaramaz, “Biz ne dersek o olur” anlayışı ile emekçi gazetecinin tepesine biniliyor.

Erkan kardeşimizin başına gelen bu olay ABD'de yaşansa, yüzlerce avukat ailenin yanında olur ve derhal dava açarlardı. Gazeteler olayın vahametini yansıttıktan sonra, kazanın sorumlularını araştırır ve kimsenin kulübün bile gözünün yaşına bakmazlardı. Ya bizim ülkemiz de? Elim bir kaza! Erkan Koyuncu’nun çocuklarının eğitim masraflarını üstleneceğiz! Çok üzüldük! Yazık!

Yazımın başında da belirttiğim gibi basit bir ölüm değil bu. Erkan pisi pisine gitti. O kale duvarları inşa edenler, takımı gizlemek için uğraşanlar yüzünden gitti.

4 Temmuz 2014 Cuma

Senin adını da sökecekler!

Sokaklara, meydanlara, tesislere, yapılara isim verme konusunda çok popülist bir ülkeyiz. İsim vermekteki amaç nedir? O isim yaşasın, adı geçen kişinin gelecek kuşaklara ismi taşınsın, yaptıkları ve başarıları anılsın. Ve önemlisi o kişiye ve ailesine hediye olsun diye bir yere isim verilir.

Riva'da bugün yenilerek açılan tesisin asıl adı Özakan Olcay Kamp ve Dinlenme Tesisi'ydi. Üzerinde bulunan arazinin TFF'ye kazandırılmasında büyük emeği geçen sayısız projenin sahibi olan eski başkanlardan Özkan Olcay'ın adı
Orhan Saka
verilmişti. Bu tesisin biraz ilerisinde İl Özel İdaresine ait olan ve TFF tarafından işletilen tesislerin adı ise Orhan Saka Tesisleri'ydi. İl Özel İdaresi ile sözleşme sona erince bu tesisler Metro turizm tarafından kiralandı ve pek doğal olarak rahmetli Orhan Saka'nın adı da tesisten kalkmış oldu.

Özkan Olcay
Yenilenerek tekrardan açılan Özkan Olcay Tesisleri'nin adı Hasan Doğan olmuş? Peki Hasan Doğan kimdir? Sanırsınız ki Haluk Ulusoy gibi Türk futboluna yıllarını vermiş, büyük başarılara imza atmış, Özkan Olcay gibi TFF'ye yeni tesisler kazandırmış, Orhan Saka gibi amatörlerle yatıp amatörlerle kalmış biri! Sadece 143 gün başkanlık yapmış Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen bir iş adamı.


Henüz görev süresi bitmemiş olan Haluk Ulusoy'un arkasından bin bir dolap çevirerek, alavere dalavere ve "ah"larla geldiği başkanlığı sırasında kalp kriz geçirerek yüzlerce kişini hakkıyla öbür dünyaya göçtü diye adı onlarca tesise verildi.

Öte yandan bu tesisle ilgili ilk çalışma 2007 yılında Haluk Ulusoy yönetiminde tesislerden sorumlu yöneticilik yapan Tahir Kıran tarafından yapılmış ve tesislerin her türlü planı ve projesi çıkartılmıştı. İnşaatlarla ilgili kaynak dahi bulunmuş ve gerekli izin çalışmalarına başlanacaktı. Proje bugün yapılan projeden bile daha geniş kapsamlı projeydi. Mevcut tesisin önünden geçen yolun karşı tarafını ve hemen arkasından geçen Riva Dersinin karşı tarafındaki araziyi de kapsayan devasa bir proje...

Bu proje Haluk Ulusoy ve Tahir Kıran tarafından, A Milli Takım Teknik Direktörümüz Fatih Terim'e sunulmuş ve önerileri alınmıştı. Nitekim gerek projenin, gerekse bu sunumun görüntüleri ben de mevcut. Bunları kısa zamanda paylaşacağım.

Özkan Olcay Tesisleri'nin adının, 143 gün başkanlık yapmış tek bir çivi dahi çakmamış birinin adıyla böyle adaletsizce  değiştirilmesini ben içime sindiremiyorum.

Hal böyle olunca yarın onun ismini de o tesisin kapısında kaldıracak birileri olacaktır. Ha ola ki yarın bürgün es kaza bir şekilde sporda bir yönetim kademesine gelecek olursam, yemin ediyorum ki ilk işim o ismin oradan kaldırılmasını ve Özkan Olcay ismin tekrar  verilmesini sağlamak olacak.

29 Haziran 2014 Pazar

Türk Futbolu Can Çekişiyor

Türk futbolunun iyi yönetilmediğinden, her geçen gün kötüye gittiğinden yıllardır bahsediyorum.  Çırpınıyorum… Haykırıyorum… Yok, yok, yok! Hem de bunları bazıları gibi sadece bugün yapmıyorum. 3 Temmuz öncesinde yazmaya başladım. Açık açık dillendirdim. “Türk futbolu sakat kalacak” dedim, “Türk futbolu sakat kaldı” dedim... Anlatamadım!

Şimdide Türk futbolu can çekişiyor diyorum!!!

Parmaklar insan vücudunun ayrılmaz bir parçasıdır.  Parmaklardan biri herhangi bir şekilde yaralanırsa ve gerekli zamanda müdahale yapılmazsa iltihap kapar.  Buna rağmen herhangi bir girişimde bulunmazsa kangrene çevirir ve etrafına sirayet etmeye başlar. Artık tek kurtuluş vardır o da parmağı kesmek; yoksa ufacık parmak tüm organların iflasına yol açar. İnsanı öldürür!!!

Türk futbolunun temelini hiç şüphesiz 3 büyükler dediğimiz Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş oluşturur. Galatasaray’sız  Fenerbahçe, Fenerbahçe’siz Beşiktaş, Beşiktaş’sız  Galatasaray düşünülemez… Tıpkı bir elin 5 parmağı gibidirler. Her parmak ayrı bir öneme ve değere sahiptir.

Türk futbolunda ters giden bir takım şeyler 3 Temmuz’la birlikte yaralanmış, sonrasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendi çıkarlarını korumak için yaptığı girişimler sonrasında kangrene dönmüştür.

Eğer bu kangren temizlenmezse Türk futbolu hakkın rahmetine kavuşacak. Nasıl mı?

Geçen sene bu zamanlarda dile getirdik “UEFA bir ilke hazırlanıyor” dedik. “Londra’da değiştirdiği disiplin talimatını ilk kez Fenerbahçe ve Beşiktaş başta olmak üzere, Türk takımları üzerinde uygulayacak. Birçok takım bir alt ligde mücadele etmek zorunda kalacak” diye uyardık.

Sanırım artık o vakit geldi. Her ne kadar Fenerbahçe taraflı medyamız olayı futbolseverlere farklı lanse etse de, bir algı operasyonu yürütse de sonuç değişmeyecek.

Aziz Yıldırım hakkında verilen hukuki karar ile ilgili burada ahkâm kesmeyeceğim. Ben hukuk adamı değilim. Uzmanı olmadığım konularda çok fazla yorum yapamam ancak şunu söyleyebilirim; birilerinin sürekli olarak beynimize işlemeye çalıştığı gibi yeniden yargılama kararı değil bu karar, sadece bu konudaki talebin kabule değer olduğu yönünde bir karar.

Siyaseti de çok iyi bilmem ama bu konuda o kadar aleni bir şeyler oluyor ki anlamamak için aptal olmak lazım.  Aziz Yıldırım ile ilgili verilen bu karar Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fenerbahçe taraftarının gazını almak için gerçekleştirilmiştir. Bu karar bile Türk hukuk tarihinde bir ilk. Hukuk tarihimizde daha önce Yargıtay’ın onadığı bir kararın infaz aşamasında mahkeme tarafından bozulduğu ve infazın durdurulduğu başka bir dava yok.

YEREL KARARLAR UEFA’YI BAĞLAMAZ


Yine buradan hep sportif yargılamanın farklı işlediğini ve bu süreçte Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından katledildiğini yazdım. Yerel mahkemelerde alınacak hiç bir kararın UEFA ve CAS’ı bağlamayacağının altını çizdim. Aziz Yıldırım hakkında beraat kararı verilse bile bunun UEFA ve CAS açısından hiç bir anlamı olmayacaktır.

Yazdığım yazılar hakkında fikirlerini sorduğumda bana “Çok doğru yazmışsın. Her satırına katılıyorum” diyen ağabeylerim, neden bu konuda düşüncelerini yazmazlar acaba?  Hayatlarında futbol oynamadıkları halde iş teknik direktörleri ve futbolcuları eleştirmeye gelince mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım, konu Fenerbahçe olunca “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla ve "sakatlanırız" endişesiyle bu toplara girmekten çekiniyorlar!

Tapelerin ve fiziki takip tutanaklarının ortaya çıktığı gün Fenerbahçe ve diğer kulüpler için bu iş bitmişti. Buna rağmen bu süreç tedavi edilip kangren olmadan olay sonuçlanmak üzereydi. Dönemin TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın, Şenes Erzik ile ürettiği Play Off modeli ve puan silme önerisi UEFA tarafından da kabul görmüştü. Her ne kadar bu pisliğin içine bulaşmamış kulüpler bunu içine sindirememiş dahi olsa onlar bile Türk futbolunun geleceği açısından durumu kabullenmişti. Aziz Yıldırım kendini kurtarmak için, Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu feda ederek bu seçeneği yok etti.

Algı operasyonundan etkilenen Fenerbahçeli dostlarımız hemen bu işin cemaatin işi olduğundan, siyasi olduğundan, komplo olduğundan bahsedeceklerdir.  Bakın UEFA bu konuda çok net. Önüne gelen delillerin hukuki yollarla elde edilip edilmediğini dikkate almaz. Yoldan geçen bir vatandaş dahi bir şike pazarlığını kayıt altına alsa ve UEFA’ya gönderse bu kayıt UEFA’nın tüm kurullarında delil olarak kullanılır. Siyasi olup olmadığına, önüne arkasına bakmaz… Şike var mı yok mu ona bakar.

TFF’NİN ÜYELİĞİ ASKIYA ALINABİLİR


Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu” diye yazmıştım. Gerçekten de UEFA bizden yaka silkmeye başladı. Ancak UEFA kangren olmuş bir yara için uğraşmaz. Keser atar! Avrupa’nın tek ve mutlak hakimi tarafından Temmuz ayı içinde bir karar verilmesi bekleniyor. Bu karar çok radikal olacak.  İlk olacak. Büyük bir ihtimalle Türkiye liglerinin yeniden şekillenmesini gerektirecek kararlar alınacak. Çünkü  UEFA ilgili kararında yöneticileri şike eylemine karışan tüm kulüpleri küme düşürecek. TFF’nin üyeliğinin askıya alınması da bu seçenekler içinde. Çünkü bu soruşturma dışında da UEFA’nın hasas olduğu ama TFF’nin uymadığı bazı konular var. Mesela ırkçılık, mesela özerklik!!!

Fenerbahçeliler, Fenerbahçeli” olmak yerine “Azizbahçeli”olunca daha az hasarla atlatabilecekleri bir kazadan pert olup çıkmak üzereler. Soruşturmada adı geçen diğer kulüpler sadece bir alt lige düşürülerek yırtacakken Fenerbahçe’nin bir alt lige değil, 2 alt lige düşürülmeleri söz konusu olabilir.

Can çekişen Türk futbolunun kurtulması için acil müdahale şart. TFF’nin elini taşın altına koyması ve UEFA’dan önce davranarak cesaretle bir takım radikal kararlar alması gerekiyor. Ancak bu satırları okuyan herkesin de bildiği gibi, mevcut TFF Başkanı'nın bunu yapabilmesi mümkün değil. Ne misyonu, ne vizyonu buna olanak tanımıyor. Bu nedenle 31 Temmuz’a kadar herhangi bir tarihte yapılacak olan TFF Olağan Genel Kurulunun seçimli hale dönüştürülmesi şart. Yoksa Annemizin Ligi bizi bekler!

Benden söylemesi iş geri dönülemez noktaya doğru gidiyor! Her an cenaze namazını kılabiliriz!


26 Haziran 2014 Perşembe

Ahlaksızlar türemiş

Ülkemizde son günlerde genel olarak olumsuz bir hava hakim.

Siyaset zaten yıllardır gergin koptu kopacak, spor amacından uzaklaşmış bitmiş durumda, sanat sanatlıktan çıkmış, ekonomi yerlerde…

Elbette vatandaş olarak bunların yansımalarını en fazla biz benliklerimizde hissediyoruz.
Öyle ki olaylara her zaman iyi yanından bakmayı kendine destur edinmiş biri olarak son günlerde çevremdeki her şey beni rahatsız eder oldu. İnsanların her türlü davranışı bana batmaya başladı. Sonra farklı bir gözle etrafıma bakıp gözlemledim ve şu kanaate vardım; Bizim en temel sorunumuz saygı ve ahlak kavramları.

“Eğitim şart!” Bir dönem bu söz çok popülerdi. Elbette ki cehaletin olduğu bir toplumda başarı ve medeniyet beklenemez. Ben de Türkiye’nin temel sorunun cehalet olduğunu düşünüyordum. Ancak biraz daha ayrıntılı düşününce aslında işin aslının öyle olmadığını anladım. Her şey eğitimde biter sanıyordum, ama Türkiye’deki mesele eğitim meselesi değil. Sorun Türk insanın fabrika ayarlarında… Genlerden gelen bir takım arızalar var. Atalarımızın bize miras bıraktığı. Ama hepsinden önemlisi bizim ciddi bir saygı ve beraberinde de ahlak sorunumuz var.

Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygumuz yok. Biz mutluysak, bizim için her şey yolundaysa gerisinin hiç de önemi yok. Zaten bu davranış biçimimizi özetleyen atasözlerimiz bile mevcut: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”

Benciliz ve saygısızız… Biz sanıldığı kadar cahil bir toplum değiliz aslına bakarsanız. Eğitim seviyemizin düşük olduğuna da katılmıyorum. Yani Aziz Nesin’in dediği gibi bu ülkenin %60 salaklardan oluşmuyor belki, ama % 70’nin ahlak ve erdem ile ilgili ciddi bir problemi var.
Küçük bir örnek vermek gerekirse; ehliyeti olan bir sürücü kırmızı ışıkta durması gerektiğini, aksi taktirde bir kaza olabileceğini biliyor, ama önceliğin her zaman kendi olmasını istediğinden ve kendinin daha önemli olduğunu düşündüğünden ışıkta durmuyor!

Türkiye'nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Her ne kadar saygı, zaman zaman kibarlık veya görgü ile eş anlamlı kullanılsa da, bunlar birer davranışken saygı bir tutumdur.

Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok bu ülkede.
Trafikte seyrederken hemen yanındaki araçta babası, kardeşi, amcası, emmioğlu, vb. olsa, haşırt diye önüne direksiyon kırmayacak. Sollarken değil, sollamadan çok önce işaret verecek. Tampona 10 cm kalana kadar yaklaşıp uzun farlarını yakmayacak. Yaya geçidinden geçen kişi annesi ya da eşi olsa zırt diye geçmeyecek.

Sadece trafikte gösterdiğimiz üçüncü şahısa saygı bile, trafik kazalarının çoğunu engelleyecek.

Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit değil mi sadece SAYGI…

Saygı ile ahlak kardeşler. Eğer ailenden gerekli ahlakı aldıysan çalmazsın, sövmezsin, incitmezsin…

Ülkede bulunduğu mevkiye kendi çabasıyla gelenlerin sayısı bir elin parmaklarından daha az. Kendi çabası ile gelmediği yerde kendi çabasıyla duramıyor pek tabiki o mevki sahibi… Hal böyle olunca da tutunmak için her türlü ahlaksızlık türüyor.

19 Haziran 2014 Perşembe

Mersin Ses Veriyor

Geçtiğimiz ay Mersin’e davetliydim. Kadim dostum, Bilkent Üniversitesi’nden arkadaşım Ayşe Çağlayan, Mersin’e gidiyoruz “Sana unutamayacağın bir konser izleteceğim” diyerek, bir anlamda emrivaki yaptı.

Anadolu’daki organizasyonların amatörlüğünü, yapılan etkinliklere katılan sanatçıların bana hitap etmediğini bildiğimden, önce daveti kibarca ret etmek istedim; ancak Buika ismini duyunca fikrim değişti.

Buika için her türlü amatörlüğe ve elverişsiz şartlara değer diye düşünürken, uçaktan inip Adana’ya vardığımda beni karşılayan sımsıcak ekip ve Mersin'e taşıyacak VIP araçla birlikte aslında pek de amatör olmayan bir organizasyona geldiğimi fark ettim.

“Mersin Ses Veriyor” sloganı ile yola çıkan organizasyon komitesi her ayrıntıyı düşünmüştü, ancak benim bu organizasyonda en çok hoşuma giden şey, bir kentin tüm belediyelerinin (İl ve ilçe) siyasi kimliklerini bir kenara bırakarak o kent için ellerini taşın altına koymuş olmalarıydı.

Bu detay benim organizasyona olan sempatimi daha da arttırdı. MHP ile BDP’nin bile şu sıcak süreçte ortak bir amaç uğruna omuz omuza çalışmaları oldukça güzel bir tabloydu. Müzik tıpkı spor gibi tüm dünyanın ortak dili... Müziğin de partisi, dili, rengi yok.. Siyasi partilerin asıl amaçlarının ülkeye ve vatandaşa hizmet olduğundan yola çıkarsak, bu ve benzeri projelerin pek çok ilimize örnek olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yaşadıkları İl'in tanıtımını, halkın ulusal müzik ve müzisyenlerle kucaklaşmasını hedefleyen festivalin bu çok düşünceli yapısı karşısında ilgim daha da arttı.

Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin bu yıl 13.sü yapılıyormuş. Festivalin başında muhteşem tatlı bir insan var. Kendi imkânlarıyla, imkânı olmayan çocuklardan polifonik koro kuran ve kendi imkanlarıyla bulduğu sponsorlarla bu işe kendini adayan, şehrin en sevilen insanlarından biri olan Selma Yağcı, festivalin de Yürütme Komitesi Başkanlığını üstlenmiş. Tanıdığım en sanatsever, zarif, asil, donanımlı, fedakar, çalışkan ve idealist insanlardan biri.

Festival Sanat Yönetmenliğini yıllardır üstlenen isim aslında çok tanıdık. Devlet Opera ve Balesi önceki Genel Müdürü Remzi Buharalı. Buharalı koordinasyonunda düzenlenen festival, görünen o ki hem Mersinlilere hem de tüm dünyadan gelen konuklarına unutulmaz günler yaşattı.!

Gelelim Buika’ya. O artık bizden biri gibi olmuş. Türkiye’deki hayran kitlesi o kadar fazla ki, ülkemizde her sene en az iki konser verir hale gelmiş. Çok candan ve çok sıcak. Menajeri de bir Türk. Adı Sinan Nergis. Nalet mi nalet! Dışarıdan izlediğim kadarıyla, organizasyonu yapan bu iyi niyetli insanlara kök söktürdü. Festivali takip eden gazetecilerin Buika’dan basın toplantısı yapması ricasını Buika’ya iletmedi bile; direk kendisi ret etti. Röportaj taleplerine yanıt verme gereği bile duymadı. Şehrin tanıtımına büyük katkı sağlayacak bu tür fırsatları adeta geri tepti. Organizasyon komitesinin yerinde olsam bir daha bu menajerin getirdiği hiçbir sanatçı ile çalışmam!

Buika’nın verdiği konserle kapılarını ilk kez seyircilere açan, Mersin Yenişehir Belediyesi’nin yaptırmış olduğu 1.500 kişilik salonda, bir tek boş koltuk dahi yoktu. Değinmeden edemeyeceğim böylesi güzel bir salonu da beklemiyordum açıkçası. Dört dörtlük bir gösteri salonu. Daha önce Anadolu'da gittiğim hiç bir şehirde benzerine rastlamadım.

Piyanistini getirmediğinden en bilindik şarkılarını söyleyememesine rağmen, Mersin dinleyicisi Buika’yı bağrına bastı. Son iki şarkısını sahne önünde dinleyen coşkulu seyirciler konser sonrasında sanatçıyı çiçek yağmuruna tuttu. Buika gösterilen bu aşırı ilgi karşısında gözyaşlarını tutamadı.

Mersin’in yaptığı bu başarılı organizasyonların darısı, diğer kentlerimizin başına…

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Değişim mağdurları!

Çevremizdeki her şey büyük bir hızla değişiyor. Sokaklar, caddeler, binalar şehirler… Elbette insanlar ve kültürler de değişiyor.

Bu değişim kimilerine göre gayet güzel. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi felsefesinden yola çıkarsak bu çok mantıklı. Ama gel gelelim işin bir de duygusal bir yanı var.

80’li yılları çocuk ve genç olarak geçirmiş bizim kuşağımız geleneklerine, göreneklerini bugünkülerden çok daha fazla bağlıydı bu kesin.

Oldum olası teknolojiyi yakından takip ederim. Yenilikleri ve değişimi yakalamak için olanca gücümle yıllarla yarışırım. Ancak gel gelelim ciddi anlamda geçmişi ile yaşayan bir adamım.
Dinlediğim bir şarkıdaki melodi, ya da köşe başında gördüğüm bir bina, beni benden alabilir.
Bizler daha az tüketen, bulduğuyla yetinen, küçük şeylerden mutlu olmasını becerebilen bir nesildik.

Bugün dönüp etrafımıza baktığımızda olanı biteni anlamakta bu yüzden zorluk çekiyoruz.
Ancak bizim çok önemli bir artımız vardı. Biz “saygılı” bir nesildik. Saygı duyardık. Büyüklerimiz bize saygıyı öğretmişti.

Geldiğimiz noktada ise bize inanılmaz bir kültür enjekte ettiler. Etmeye de devam ediyorlar.
Türkiye’nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok günümüzde…

Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit, sadece SAYGI…

Hayat sürekli seçimler yaptığımız, ve hayatımızı bu şekilde yönlendirdiğimiz bir süreç. Hep bir seçim yaparız. Seçme şansımızın olmadığı tek şey anne, baba ve kardeşlerimizdir. Gerisini hep seçeriz. Eşimizi, işimizi, yaşayacağımız kenti, evimizi, arabamızı, kıyafetimizi, manavdan sebzemizi, fırından ekmeğimizi… Velhasıl hayatımızdaki her şeyi sürekli seçeriz.


Bir seçim yaptığımızda, bir şeyi hayatımıza alırken, geri kalanları seçmeyerek hayatımızdan uzaklaştırmış oluyoruz. Seçtiğimiz alternatif, vazgeçtiğimiz alternatiften daha iyi ise ne ala, ama daha kötü ise kayıplara katlanırız.

Etrafımızdakiler bizim seçimlerimize saygı duymamaya başladığı anda ise kutuplaşmalar başlıyor. Onların yaptığı seçimi yapmadığınız andan itibaren diğeri oluyorsunuz. İşin tuhafı diğerlerinden değilseniz de ortada kalıyorsunuz. Kimse sizin yaptığınız seçime saygı duymuyor.

Bizim çocukluğumuzda çoğunluk masumdu. Masumiyet üzerine kuruluydu yaşam. Masum olmayanlar kabak gibi ortaya çıkıyorlardı.

Ama biz büyüdük ve masumiyet kayboldu! Dedelerimiz, “Silah çıktı mertlik bozuldu” derlerdi ya.. İşte tam da o misal internet çıktı, masumiyet gitti.

İnternette her gün sayısız haber okuyoruz. Bazıları dudağımızı uçuklatacak cinsten. A sitesi aynı olay için siyah derken, B sitesi beyaz diyor. İkisi de bir şekilde haberinin doğruluğunu savunuyor. Daha ötesi sosyal medyada ayrışım çok daha uç noktalara varıyor. Kutuplaşma had safhada… Ellerine silah verseniz siyah diyen beyazı, beyaz diyen siyahı vuracak…

Hangi habere inanacağız hangisine inanmayacağız? Kim doğru söylüyor? Yalan söyleyen de hiç mi vicdan yok? İktidar koltuğunu muhafaza etmek için, muhalefette iktidarı devirmek için, “Her şey mubahtır” mantığı ile halkı kandırıyor mu? Bunun böyle olması için çabalayanlar mı var? Amaç başka mı?

Sorular, sorular, sorular…

Artık herkes bir anlamda muhabir. Elindeki cep telefonuyla yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kişiye ulaşabiliyor.

İşte bu nedenle de biz gazetecilerin işi günümüzde çok daha zor. Haber kaynaklarımız çok genişlemiş gibi gözükse de daha da daralmış durumda. 

Aslında civciv yumurta ilişkisi gibi… Gazeteci mağdursa okuyucu mağdur; okuyucu mağdursa gazeteci mağdur. Gazeteci haber alamayınca okuyucu öğrenemeyecek; okuyucu öğrenemeyince ise hatalar düzeltilemeyecek. Kısacası herkes mağdur!

Acilen sosyal medya ve internet için de bir tekzip mekanizması kurulmalı. Atılan yalan atanın yanına kalmamalı. Cezası ciddi boyutta olmalı. Yazan yazdığı her kelimeyi seçerek kullanmalı.

Söylediklerim ütopya gibi. Farkındayım. İmkansız bir şey istiyorum. Ama ne dedik en başta; Değişmeyen tek şey değişimin kendisi! Mutlaka bu sistem de değişecek, gerekli yaptırımlar uygulanacaktır. Doğru ile yanlış birbirinden ayrılacaktır.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Tarihe tanıklık etmek

Türk futbolunun hiç şüphesiz en büyük başarısı 2002 Dünya Kupası’nda elde etmiş olduğumuz Dünya 3.’lüğüdür.

İşte o efsane ekip geçtiğimiz günlerde 12 yıl aradan sonra ilk kez bir araya geldi. Başkanından futbolcusuna, masöründen aşçısına kadar… Naçizane ben de o ekibin bir parçası olduğum için, kaptan Rüştü Reçber’in organize ettiği bu buluşmanın davetli listesindeydim.

Muhteşem bir gün geçirdik. Eski günleri andık, şakalaştık, ağlaştık, eğlendik, üzüldük…
Toplantının ortak konusu “12 yıl içinde futbolun her geçen gün kötüye gitmesi” oldu. Tüm futbolcular futbolun ve futboldaki değerlerin daha kötüye gittiğinde hemfikirdiler. Geçen 12 yıllık sürede sahadaki futbolda gözle görünür bir düşüş olduğunu ve gelecek için de umutsuz olduklarını söylediler.


16 yaşımdan beri futbolun içindeyim. Futbol da oynadım, genç takımlar seviyesinde milli de oldum, ancak hiçbir zaman yeşil sahanın teknik kısmı ilgimi çekmedi. Bu yüzden tutup da futbol artık yavaş oynanıyor, şöyle kötü oynanıyor, böyle eksikler var tarzında yaklaşımda bulunmayacağım.

Ancak bildiğim tek şey var ki artık her anlamda başarıdan çok uzaktayız. Marka değerimiz geri de kalan 12 yıl içinde o günkünden daha kötü durumda. Medyamız ayaklar altında, seyirci profilimiz hiç olmadığı kadar düşmüş durumda. Futbolcular ise sahip olduklarının bilincinde değil…

2002 Dünya Kupası’na gidene kadar tek büyük başarımız 1954 yılında Dünya Kupası’nda yer almamız ve meşhur Macar zaferiydi. Ben bu hikâyelerle büyüdüm. Hep büyük bir başarının hayalini kurdum. 2002’de elde ettiğimiz bu başarının bu anlamda tarifi benim ve benim gibi bekleyenler için anlatılamaz. Guruptan çıkmış olmak bile büyük bir başarı kabul edilecekken, ülkemiz turnuvanın en fazla maç yapan 4 takımından biri olma başarısını gösterdi. Ev sahibi takımlardan birini yenerek Dünya 3. oldu. Gerçekten inanılmazdı.



O kadrodan aktif futbol yaşantısını sürdüren tek bir isim var; Emre Belözoğlu. Diğer isimlerin tamamı futbolu bıraktı. Birçoğu ise futboldan kopmuş durumda. Efsane kadro elini taşın altına tam anlamıyla koyamadı.

Türk futbolunun bir an önce silkelenip kendine gelmesi gerekiyor. Gerekli radikal kararları alarak, 14 yıl öncesi yakaladığımız o altın çağı tekrar yakalamamız gerekiyor. Milli Takımımızın başında Türk futbolunun marka ismi Fatih Terim bulunuyor.  İmparator ne yapacağını bilir. Eminim ki kısa bir süre sonra yine başarılarıyla guru duyduğumuz bir Milli Takım ortaya çıkacaktır.


Ben çocuklarıma anı anlatmak istemiyorum. Aksine çocuklarımın tarihe tanıklık edip, çocuklarına "Bizim neslimiz dedelerimizinkinden daha iyiydi" demesini istiyorum. Umarım bu jenerasyon bunu başarabilir.

1 Mart 2014 Cumartesi

Partinizi alın başınıza çalın!

Önümüzde yerel seçimler var. Sokaklarda bir bayrak curcunası, bir gürültü kirliliği almış başını gidiyor. Sanki oy verenler bayraklardan etkilenip, ya da müzikten mest olup, vereceği oyu belirleyecek. Aranızda oyunu bu şekilde değiştiren biri varsa bu yazıyı zaten hiç okumasın.

Siyaseti oldum olası sevmiyorum. Anlamıyorum da zaten! Hoş anlamak istediğimde de mantığım almıyor. Bu konuda özürlüyüm. Akıl yoksunuyum.

Sahi siyasette akıl, mantık var mı? Hani eskiden derlerdi ya “askere girdiğinde mantığı dışarıda bırak” diye! Siyasette böyle bir şey mi?

Siyasette tek yapabileceğim şey yerel yöneticilik olurdu sanırım? Aslında onda bile şüpheliyim ama galiba siyasetin biraz daha bağımsız hareket edilebilen yeri yerel yönetimler gibi gözüküyor!

Diyelim ki milletvekili olmaya karar verdiniz? Çok iyi bir eğitiminiz, diplomalarınız,
projeleriniz var. Çevrenizde sevilen sayılan birisiniz. Ama hiçbir siyasi partiye üye değilsiniz. Hiçbir siyasi çalışma yapmamışsınız. Olabiliyor musunuz? Kesinlikle hayır! Sizin bu vatana verebileceğiniz hizmetler, bilgi birikim, tecrübe… Hiç birinin önemi yok. Önemli olan A Partisi, B Partisi biraz da C Partisi… Yaşadığınız lokasyona göre diğer birkaç parti…

Hadi diyelim bir partiye daha yakın hissettiniz kendinizi. Gittiniz üye oldunuz. Ruhunuzu o partinin düşüncelerine satmadıkça kabul görmüyorsunuz. İnanmadığınız doğru bulmadığınız düşünceler dahi olsa itiraz edemiyorsunuz. Koşulsuz kabul etmek zorundasınız.  Parti lideri ne derse ona tabiisiniz. Sizi aday gösterecek olan bir elin parmakları kadar kişinin düşünceleri sizin ve size oy verecek olan insanların düşüncelerinden daha değerli. Hadi diyelim ki o bir elin parmakları kadar kişi sizi es kaza seçti. Parti lideri onay vermezse yine milletin vekili adayı olamıyorsunuz.

Yani aslında siz meclise millettin vekili olarak girmiyorsunuz. Partinin vekili olarak giriyorsunuz.

Yerel seçimlerde de durum pek farklı değil!

Bugün dünyanın en eğitimli, en donanımlı kişisi çıksa ortaya muhteşem yapılabilir projeler koysa, bu kişi dürüstlüğü ile nam salmış olsa eğer o bölgenin seçmenlerinin “tuttuğu parti”den değilse kazanma şansı sıfırdır. Hatta bu kişi ülkenin en güçlü partilerden birinden dahi aday olsa o bölgede diğer parti güçlü işe asla oy alamaz. Çünkü yapacakları, projeleri, katkıları ilgilendirmez. O karşı partilidir.  O zamanda ideoloji devreye girer. Benim gibi düşünmüyorsa yapacağının bir kıymeti yok. Az olsun bizimkilerden olsun! Bu mantık vardır.
Ben böyle siyasetin neresini seveyim? Varsın benden uzak dursun!

Benim için hiçbir partinin zerre kadar önemi yok. Tek bakacağım şey benim yaşam standartıma yaşantıma katacağı pozitif değerler. Çocuklarımın geleceğine yapılacak yatırımlar. Ülkemin gelişimine dair üretilecek projeler. Beni yönetecek vasıfa sahip olup olmadığı. Sıkıntım olduğunda ulaşıp ulaşamayacağım.

Biliyorum bencilce. Ama herkes yaşam standartı için aynı hassasiyeti gösterirse zaten seviye ister istemez yükselir. Herkes şu an yaşadığından daha rahat ve huzurlu yaşar.


Uzun sözün kısası siyasetin canı cehenneme …

14 Ocak 2014 Salı

Futbolun köküne kibrit suyu

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin (TSYD) Antalya’da 51.sini düzenlediği seminerde çeşitli oturumlarda Türk futbolu masaya yatırıldı.

Seminerin hiç şüphesiz ağır topu Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim’di. Türk futboluna önümüzdeki 7 yıl boyunca yön verecek olan Fatih Hoca seminer boyunca eğitimin önemine dikkat çekti. Futbolu okullara sokamamaktan yakındı. Bunları söylerken tablonun vahametinden de üstü kapalı bahsetti. “Eğitim, Eğitim, Eğitim” vurgusu yaptı.

Geçmişte de futbolda gelişmiş bir ülke değildik. Ancak 90’lar sonrasında yakaladığımız ivme ve yapılan atılımlarla, gelişmekte olan ülke konumuna gelmiştik. Zaten bunun meyvelerini de almış gerek, FIFA sıralamasındaki yerimizle ve de gerek aldığımız başarılarla bunu yansıtmıştık. Maalesef ülke olarak son 5 yıldır düşüşe geçtik. Geriye gidiyoruz.

FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da 6.308.446, ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye ise 53 UEFA ülkesi arasında lisanslı futbolcu sayısının (273.383) ülke nüfusuna oranında % 0.361 ile 48. sırada. Bu arada lisanslı oyuncu sayısının sadece 3.337 si kadın. Bu da % 1,22’e karşılık geliyor.

Elbette bizden daha kötü ülkeler de var. Bu ülkelerin Türkiye’den fakir olduklarını söylemeye gerek yok. Bizden daha kötü oranı olan ülkeler Kazakistan, Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya ve Moldovya. Ancak bizim üstümüzde olup bu ülkelerden daha fakir olan ülkeler de var. Yani neden kesinlikle ekonomik değil. Nitekim tesis ve yatırımlar bakımından biz son yıllarda fena da sayılmayız.

“Grassroots” futbolda çok önemli bir kavram. Maalesef ülkemizin bu kavramla tanışması oldukça geç oldu. Efsane teknik adam, hocaların hocası, rahmetli Gündüz Tekin Onay, “Herkes için her yerde futbol” felsefesi ve “Topu kalbine yakın tut” sloganı ile getirdi Türkiye’ye.

 “Grassroots” un kelime anlamı çim kökleri. Adından da anlaşıldığı gibi futbolun temelini oluşturmak asıl hedef. Bir nevi futbol mühendisliği projesi. Bu amaçla yapılan her türlü sportif veya siyasal bir organizasyon bu kavramı kapsıyor. İnsanların cinsiyet, yaş ve engel tanımadan futbol denilen harika oyuna katılımını hedefliyor. Nitelikten çok nicelik ön planda anlayacağınız. Amaç katılımın en üst düzeye çıkarmaktır. Katılımın artması ile rekabet ve dolayısı ile nitelik artacaktır.

Gündüz Tekin Onay’ın sürekli söylediği bir söz vardı ki ben onu kendime felsefe edindim; "Grassroots'un içinde yer alan bir çocuk iyi bir futbolcu olabilir, iyi bir teknik adam olabilir iyi bir hakem olabilir, hiçbir şey olamazsa iyi bir seyirci olabilir!

Neden bunları anlattım. Eğer biz “Grassroots” kavramını önemsemeyi ve özümsemeyi başta TFF olarak algılabilseydik, bugün sadece Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın konuşulduğu bir futbola değil başarının ve güzel futbolun alkışlandığı bir futbol kültürüne sahip olacaktık. 

Türkiye’de futbolda yalnızca rekabet ve üst düzey yapılanma olduğu için, ne yazık ki ülkemizde Grassroots içi boş bir kavram. Maalesef Türkiye “Grassroots” hedefine ulaşamadı. Ülke nüfusunun sadece %0,361’ne lisanslı futbol oynatan bir ülkenin başarıya ulaşması da beklenemez.

FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da 6.308.446 ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye bu sıralamada 36. sırada.

Neden bu noktada olduğumuzu anlayabilmeniz için küçük bir örnek de vermek istiyorum. İngiliz Futbol Federasyonu’nun Grassroots’a ayırdığı yıllık bütçe yaklaşık 180 Milyon Türk Lirası iken 350 milyon civarında toplam bütçesi olan TFF’nin Grassroots’a ayırdığı rakam 40 Milyon Türk Lirasını geçmiyor.

Peki bunun aksi beklenebilir mi? TFF Genel Kurulu’nda taban birlikleri dediğimiz (Futbolcu, Antrenör, Hakem vb) futbolun en önemli paydaşlarının oy hakının toplam oranı %10’u geçmediği bir ortamda asla! Profesyonel Kulüp temsilcilerinin kulüp çıkarları için ülke futbolunu yok saydığı bir Genel Kurul ortamında asla!

Diyebilirsiniz ki kulüpler olmazsa TFF mi olur? Avrupa’da Futbol Federasyonların Genel Kurulunda Profesyonel Kulüp temsil oranının %50’nin üstüne çıktığı tek ülke Türkiye dersem sanırım bunun yanıtını net bir şekilde vermiş olurum.

Yani kulüpler futbolun çim köklerine kibrit suyu döküyor!