Her şey bitti sananlar yine yanılıyor. Türk futbolunu Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş’tan ibaret görenler, tuttukları takıma bir dine bağlı oldukları gibi bağlı olanlar gerçeklerin farkına varamıyorlar.
Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşler” filminde bir sahneye çok benzetiyorum, bu yaşananları. Filmde bir hırsızlık şebekesi, mahallenin delisini tabutun içine yatırıp, tabutu taşımaya başlıyorlar. Bunu gören saf vatandaşlar sevap kazanmak amacıyla tabuta omuz veriyorlar. Şebeke elemanları bu saf vatandaşların cüzdanlarını araklayıp, toz oluyorlar. Ve sonrasında Asım rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın o meşhur repliği:
...işte o gün dedim ki kendime: "Seç oğlum Asım! Tabutun içinde ölülerle diriler... Ya tabutu taşıyanların içinde olucan ya tabutun içinde ya da bu işi organize edenlerden" Ya sen nerede olacaksın oğlum? Ya araklıcan, ya da araklanıcan!
İşte Türk futbolu tam olarak bu noktada. TFF’yi tabut sayarsak; içindekiler diri mi, ölü mü belli değil! Ama mahallenin akıllısı olmadıkları kesin! Ee tabutun içine onları yerleştirenler de malum! İlk başta tabutu onlar taşıyorlardı. Futbolseverler de tabuta ortada kalmasın diye omuz verdiler. Sahip oldukları ne var ne yoksa futbol adına, organize edenler tarafından araklandı. Organize edenler ise ufak ufak tabuttan ellerini çektiler bile!
Ülkemizin en güzide kulüplerden birinin başında şikeden hüküm giymiş bir başkan var. Asırlık kulübü o kadar başına buyruk yönetiyor ki adı çoktan diktatöre çıkmış durumda.
Medya kah tiraj korkusu kah gönül vermişlik nedeniyle gerçekleri yazmaktan korkuyor. Elbette korkunç bir bilgi kirliliği de mevcut.
Öyle bir noktaya gelindi ki dünyanın en ciddi kurumlarından biri kabul edilen UEFA’nın bile saygınlığı tartışılır hale getirildi.
Şike bu şike! Başka bir şeye benzemez. Üstü kapatılamaz. Hadi kapatıldı diyelim! Yıllar bile geçse üzerinde adı karışan kulüplerimizin hep karşısına çıkmayacak mı bu kara leke!
Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bir tarafta Türk futbolu var, bir tarafta Fenerbahçe. Bir tarafta futbolseverler, var bir tarafta Aziz Yıldırım.
Tribünler boşalmış, yayıncı kuruluş kan kaybetmiş, milli takım yerlerde, alt yapılar evlere şenlik, hakemler dökülüyor, antrenörler ağlıyor, kulüpler batıyor…
Trabzonspor o sene kaçan şampiyonluğu geri almanın peşinde. Fenerbahçe ise beraberinde kimi aşağı çekebilir onun derdinde. Tabutun içindekiler ise” Ne şiş yansın ne kebap” aman bize bir şey olmasın gül gibi geçinip gidelim ama önce bize bir şey olmasın uğraşısında. Anlayacağınız Türk Futbolu kimsenin umurunda değil!
Ya sahi siz neresindesiniz tabutun?
29 Kasım 2014 Cumartesi
10 Eylül 2014 Çarşamba
Milyonlarca lirayı nereye soktunuz?
Eğer Bayern Münih’te oynamayı başarmış ilk Türk futbolcu Erhan Önal’ı saymazsak İlyas Tüfekçi, Erdal Keser ile birlikte Türk futbolunun dikkatini çeken ilk
gurbetçi futbolcuydu.
Almanya’da oynadığı futbolla
göz kamaştırmış, adından fazlasıyla söz ettirmeyi başarmıştı. 1984 yılında Galatasaray ile Fenerbahçe arasında transfer savaşına yol açan İlyas Tüfekçi, tıpkı idolü Erhan
Önal gibi o da tercihini önce Fenerbahçe’den
yana kullanmış ama başarıyı Galatasaray’da
yakalamıştı.
Sarı-lacivertli takımın kadrosunda parlak bir dönem geçiren İlyas, 2 yıl sonra, Derwall’in çalıştırdığı efsane Galatasaray kadrosuna geçiyordu. Her
zaman günlük başarıların daha geçerli olduğu Fenerbahçe’den, takım oyununun hüküm sürdüğü Galatasaray’a geçmesi ile birlikte bambaşka bir kimliğe
bürünüyordu. Sarı Kırmızılı takımla 1988-1989 sezonunda Avrupa Şampiyon
Kulüpler Kupasında yarı finale kadar yükselmeyi başardı.
Kısacık boyu, muhteşem
tekniği, enderi az bulunan hırsı ve azmi
ile saha da bir devdi İlyas. O
cüssede bu kuvvet! O nedenle de lakabı “Küçük
Dev Adam”dı.
Futbola Zeytinburnu forması ile veda etti, ama hemen her futbolcu gibi o da
futboldan kopmadı ve teknik direktörlüğe başladı. Yaşı yetenler İlyas Tüfekçi’nin, 1993-94 Kardemir Karabükspor takımıyla ligin
ikinci yarısında verdiği düşmeme mücadelesini iyi hatırlayacaklardır. Bu lig
tarihimizin unutulmayan sayfalarından biridir.
Karabükspor’un Süper Lig'de ilk kez mücadele ettiği bu sezonda, son
maçta Zeytinburnuspor'a uzatma dakikası golü ile yenilerek küme düşmesi hemen
herkesi çok üzmüştü. 2009’a kadar çok sayıda Birinci Lig ve 2. Lig takımlarını
çalıştırdı İlyas Hoca.
İlyas Tüfekçi’nin
benim yaşantımdaki izi çok derindir. Fenerbahçe
Stadı’nın hemen yanındaki Kenan Evren Lisesi’nde, henüz Ortaokula gidiyordum.
Sıkı bir Galatasaraylı olmama karşın
futbola olan sevgim nedeniyle, okul çıkışlarında boş vakitlerimi Dereağzındaki
Lunapark’a gitmek yerine, Fenerbahçe
antrenmanlarını izleyerek değerlendiriyordum.
“Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünü doğrularcasına burnumu her deliğe sokardım. Sobayla
ısınan köhne soyunma odalarının içlerine kadar girer futbolcuları izlerdim.
Sonra izlenimlerimi sınıf arkadaşlarıma anlatır ve de okulun duvar gazetesine
yazardım.
İşin en eğlenceli
tarafıysa gizlice girdiğim soyunma
odasından çıkarken başlardı. Patika yolda bekleyen taraftarlar, beni o zamanlar
fizik olarak ve yüz hatları olarak tıpa tıp benzediğim, 'Küçük Dev Adam' İlyas
Tüfekçi sanarak imza alma yarışına girerlerdi. Ben de hiç bozuntuya
vermeden imza dağıtır, soruları yanıtlardım. Benim bu uyanıklığımın farkına
varanlar da yok değildi. Doğal olarak özellikle gazeteciler yemiyordu bu
numaramı. O zamanlar Güneş Gazetesi’nin genç Fenerbahçe muhabiri olan Sadi
Kemal Yaşar ve Türkiye Gazetesi’nin zıpkın muhabiri Hasan Sarıçiçek de bu numaramın farkına varanlardandı. Hoşlarına
gitmişti bu muzipliğim ve atılganlığım. Sadi
Kemal Yaşar’ın “Gel Çamlıca sahasının amatör muhabiri ol” demesiyle
gazetecilik denen bu virüsü kaptım.
Aslına bakılırsa onun sayesinde bugünkü
mesleğimi yapıyorum. İlyas’la o
zaman tanışamadım belki ama Galatasaray’a
transfer olduğunda 16 yaşında çiçeği burnunda bir muhabir olarak tanışma
şansını elde ettim. Hep kibar, hep nazik hep mütevazıydı. Yıllar sonra ise Türkiye Futbol Federasyonu altında
birlikte çalışma şansını yakaladım. Hiç değişmemişti.
Ve geçen gün öğrendim ki İlyas Ağabey maalesef ALS hastalığına
yakalanmış. Hani şu geçtiğimiz haftalarda çılgınca başımızdan aşağı buzlu sular
döküp, banka hesaplarına paralar yatırıp, hastalara destek olmaya çalıştığımız
amansız hastalık. Toplanan paralar ne oldu? İlyas Tüfekçi’ye bir faydası olacak mı? Bu soruların yanıtını
bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum!
Ancak benim öğrenmek istediğim ve özellikle İlyas’ın yanında yer alıp almayacağını merak ettiğim başka bir kurum var. Türkiye Futbol Federasyonu Vakfı!
Ancak benim öğrenmek istediğim ve özellikle İlyas’ın yanında yer alıp almayacağını merak ettiğim başka bir kurum var. Türkiye Futbol Federasyonu Vakfı!
Tam adıyla Türkiye Futbol Federasyonu Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakfı (TFFV)!
Adından da anlaşılacağı üzere sosyal yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı aynı
zamanda Vakfın otomatikman başkanı haline geliyor. 2008 yılında Haluk Ulusoy bu görevden ayrılırken
Vakfın kasasında 60 milyon TL’den daha fazla bir para vardı. Şayet Ulusoy yönetimi görevde kalmayı
başarabilseydi, bu parayla emekli futbolcular için bir huzurevi ve bakım
ünitesi yapmayı planlıyordu.
Görev süreleri dolmadan adeta
darbe ile görevden ayrılınca bu proje de sayısız diğer proje gibi suya düştü.
Peki, ne oldu bu biriken
paralar? Harcandı mı? Harcandı ise nereye harcandı? Harcanmadıysa, sadece para
biriktirmek için mi var olan bir vakıf haline geldi TFFV? Bilanço içinde bir
yerlere mi sokuşturuldu, sokuldu? Daha önce ciddi bir rahatsızlık geçiren ve ihtiyacı
olduğunu bildiğimiz Erhan Önal’a
örneğin bir yardımda bulunuldu mu? Ya da yine ALS hastalığının pençesinde
bulunan Trabzonspor’un
efsanelerinden İsmail Gökçek’e.
Geçtim tüm bunları Sosyal yardım adında ya da dayanışma anlamında ne yapıldı
nereye para harcandı?
Şeffaflık beklemenin pek
iyimser bir yaklaşım olduğunu biliyorum, ama sormadan da edemiyorum !
Milyonlarca lirası olan ya da olması gereken böyle bir vakfın, neden bir
internet sitesi bile olmaz? Vakfın senedi neden herkesin görebileceği bir
ortamda diğer vakıfların yaptığı gibi ilan edilmez? Futbolun emekçileri neden
bilgilendirilmez?
Futboldan iyice iğrenmeye
başlıyorum.
2 Ağustos 2014 Cumartesi
Kaza değil cinayet
Galatasaray Muhabiri arkadaşımız dostum Erkan Koyuncu’yu benzeri milyonda bir görülecek feci bir kaza neticesinde maalesef kaybettik. Bakmakla yükümlü olduğu 2 çocuğunun ve eşinin yanı sıra, annesinin de geçimini sağlayan Erkan ekmek parası için gittiği Galatasaray Metin Oktay Tesisleri’nde görev şehidi oldu. Bu meslek için fazla sessiz sayılacak bir yapıda, pırlanta gibi kalbi olan, saygılı ve sevgi dolu iyi bir muhabir arkadaşımızdı.
Galatasaray ilklerin kulübüdür. Her konuda ilk olmayı başarmıştır. Nitekim spor kulüpleri içinde iş kazasına kurban giden ilk muhabiri de sarı kırmızı kulüp vermiş oldu.
Erkan’ın ölümü basit bir kaza deyip geçiştirilecek türden değil. Son yıllarda başlayan gazeteci düşmanlığının bir uzantısı olarak gerçekleşmiş bir olay bu. Nasıl mı?
Büyük kulüplerimiz son 10 yıl içinde “Markalaşma” adı altında ilginç uygulamalar hayata geçirdiler.
Önce antrenmanlar basına hafta bir gün kapanmaya başladı. Taktik antrenmanında futbolcular rahat etmeli, taktiksel bilgiler dışarı sızmamalı dendi. Sonra bu kapalı antrenmanlar önce ikiye ardından üçe çıktı. Sonra bir de baktık ki sadece bazı antrenmanları basın izleyebilir hale gelmiş.
Sonra yasaklar devreye girmeye başladı. Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!
Tesisler alt yapı olarak bile bir çok eksiğe sahipken kale duvarı gibi duvarlarla çevrilmeye, üst düzey güvenlik önlemlerle donatılmaya başlandı. Sanırsınız ki spor tesisi değil de askeri bir tesis. Aman dışarıdan içerisi görünmesin.
Kulüplerin tek bir isteği var. Taraftar gelsin, para versin, harcama yapsın, desteklesin, ama aleyhte bağırmasın; gazeteci biz çağırdığımızda gelsin, gördüğünü görmesin, duyduğunu işitmesin, biz ne dersek onu yazsın, asla eleştirmesin, reklamımızı yapsın ama bizden olmasın. Yöneticiler de kulübün adını, şanını, şöhretini kullanarak caka satsın.
Ben mesleğe başladığımda 14 yaşında bir çocuktum. 16 yaşında ise Galatasaray Muhabiri oldum ki bu alanda sanırım bir daha kırılması imkânsız olan bir rekor bu. O dönemde gazeteci ağabeylerim futbolcularla tesiste tavla oynar, bilardo maçı yapardı. O yokluk yıllarında dahi gazetecilere çay kahve ikramı yapılır, işlerini en iyi şekilde yapmaları için çalışma ortamı sağlanırdı. Hatta Derwall döneminde hafta bir gün, bir Galatasaray muhabiri takımla antrenmana çıkardı. Bugün Galatasaray TV’nin başında bulunan Bahri Havadır da ogünkü çalışma koşullarını yaşayan bu gazetecilerden biriydi.Yöneticilerin gazeteciye “Bu haberi neden yaptın, şunu neden yazdın?” gibi ucube bir soru sorması hadleri değildi.
Çeşitli zamanlarda çeşitli yayın organları adına üç büyük kulüpte de görev yapma imkânı buldum. Hemen hemen hepsinde durum benzeri şekildeydi. Hatta
Fenerbahçe muhabiri olmak bir keyifti. İlişkiler üst düzeydi ve haber yağardı.
Neticede aynı geminin içindeki insanlardık ve biz gazeteci olarak olanı biteni kulüplerin asıl sahiplerine aktarmakla görevliydik. O zamanın yöneticileri de bunu iyi bildikleri için, bizden yardımlarını hiç esirgemiyorlardı.
Anti terör kapılarının ardına sığınan kulüplerimiz, sonrasında bir de güvenlik görevlisi barındırmaya başladı. Asıl amacı takımı holiganlardan korumak olması gereken bu zatlar, muhabirlerin görevlerini yapmasına yardımcı olacakları yerde, neredeyse yere yatırıp gözaltına alacak kadar sert davranışlarda bulunmaya başladılar. Şikâyet edildiklerinde kimsenin onlara bir şey yapmayacağını bildiklerinden “astıkları astık, kestikleri kestik” bir şekilde “görevlerini” eda ettiler. Kendileri de geçmişte gazeteci olan basın sorumluları geçmişlerini unutarak “Kraldan daha çok kralcı” olmaya başladılar.
11 yıl boyunca Türkiye Futbol Federasyonu’nda Basın Danışmanlığı yapmış ve A Milli Takımda medya iletişimini yönetmiş biri olarak bir gün dahi meslektaşlarımın iş yapmasına engel olmadım, zorluk çıkarmadım. Gerektiğinde yöneticilerimle ve hocalarla ters düştüm, ama hep medyanın yanında yer aldım. Aksini söyleyecek bir meslektaşım dahi çıkarsa, bir daha gazetecilik yapmayacağımın buradan sözünü verebilirim.
Bülent Ülgen'in ısrarları ve içimdeki habercilik sevdasıyla Kanaltürk’te aktif gazeteciliğe geri döndüğümde, karşılaştığım tablo içler acısıydı. Sindirilmiş muhabirler, gazetecileri böcek gibi gören futbolcular, muhatap olmamak için kaçacak delik arayan yöneticiler…
Kendisi de eski bir gazeteci olan ve asıl işi muhabirlere yardımcı olmak olan Galatasaray’ın Medya Sorumlusu Bener Onar, gazetecilerin futbolculara neler sorup neler saramayacağına bile karar verir durumdaydı. Alışmadıkları bir şekilde diretince aslında çıbanbaşı olmuştum.
Nitekim bir Kayserispor maçı sonrası ben isyan edince küçük kıyamet kopmuştu. Burada çekilen görüntülerle TSYD Eğitim Semineri’nde başkanımız Naci Arkan’ın izniyle o zamanki Galatasaray Teknik Direktörü Manchini’ye basına karşı kulübün tutumunu sorduğumda ise aynı Bener Onar, işi daha da ileri götürüp başkanımız Naci Arkan’ı tehdit etmeye bile kalkmıştı.
Galatasaray muhabirleri yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bir platform kurmak istiyorlardı. Bu amaçla bir takım girişimler başlamıştı. Hatta sene başında kaybettiğimiz rahmetli Süleyman Gültekin de benden ve tecrübelerimden yararlanmak istediklerini söyleyip, beni yönetime almak istediklerini söylemişti. Nitekim ilk toplantıya da davet edilmiştim. Ancak sonrasında benim bu çıkışlarım sonrası, kulüpte oluşan rahatsızlık nedeniyle oluşumun dışına itildim. Platformun başkanı Bahadır Çokişler’e defalarca gidişatın iyi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ancak kulüpler kontrolü eline o kadar almış ki kimsenin yapabileceği pek de fazla bir şey yok. Aslında bu hareketlerinde o kadar haklı çıktılar ki, 17 yıllık kadim dostum Galatasaray İdari Menajeri Cenk Ergun bile benimle görüştüğünde başına bir iş gelecek düşüncesiyle telefonlarıma çıkmamaya başladı.
Aslında sorunun temeli gazetecilere değer vermeyip, patronlarla kurdukları ilişkilere güvenen yöneticilerde… Nasıl olsa muhabir bunu yazamaz, gıkını çıkaramaz, “Biz ne dersek o olur” anlayışı ile emekçi gazetecinin tepesine biniliyor.
Erkan kardeşimizin başına gelen bu olay ABD'de yaşansa, yüzlerce avukat ailenin yanında olur ve derhal dava açarlardı. Gazeteler olayın vahametini yansıttıktan sonra, kazanın sorumlularını araştırır ve kimsenin kulübün bile gözünün yaşına bakmazlardı. Ya bizim ülkemiz de? Elim bir kaza! Erkan Koyuncu’nun çocuklarının eğitim masraflarını üstleneceğiz! Çok üzüldük! Yazık!
Yazımın başında da belirttiğim gibi basit bir ölüm değil bu. Erkan pisi pisine gitti. O kale duvarları inşa edenler, takımı gizlemek için uğraşanlar yüzünden gitti.
Erkan’ın ölümü basit bir kaza deyip geçiştirilecek türden değil. Son yıllarda başlayan gazeteci düşmanlığının bir uzantısı olarak gerçekleşmiş bir olay bu. Nasıl mı?
Büyük kulüplerimiz son 10 yıl içinde “Markalaşma” adı altında ilginç uygulamalar hayata geçirdiler.
Önce antrenmanlar basına hafta bir gün kapanmaya başladı. Taktik antrenmanında futbolcular rahat etmeli, taktiksel bilgiler dışarı sızmamalı dendi. Sonra bu kapalı antrenmanlar önce ikiye ardından üçe çıktı. Sonra bir de baktık ki sadece bazı antrenmanları basın izleyebilir hale gelmiş.
Sonra yasaklar devreye girmeye başladı. Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!
Tesisler alt yapı olarak bile bir çok eksiğe sahipken kale duvarı gibi duvarlarla çevrilmeye, üst düzey güvenlik önlemlerle donatılmaya başlandı. Sanırsınız ki spor tesisi değil de askeri bir tesis. Aman dışarıdan içerisi görünmesin.
Kulüplerin tek bir isteği var. Taraftar gelsin, para versin, harcama yapsın, desteklesin, ama aleyhte bağırmasın; gazeteci biz çağırdığımızda gelsin, gördüğünü görmesin, duyduğunu işitmesin, biz ne dersek onu yazsın, asla eleştirmesin, reklamımızı yapsın ama bizden olmasın. Yöneticiler de kulübün adını, şanını, şöhretini kullanarak caka satsın.
Ben mesleğe başladığımda 14 yaşında bir çocuktum. 16 yaşında ise Galatasaray Muhabiri oldum ki bu alanda sanırım bir daha kırılması imkânsız olan bir rekor bu. O dönemde gazeteci ağabeylerim futbolcularla tesiste tavla oynar, bilardo maçı yapardı. O yokluk yıllarında dahi gazetecilere çay kahve ikramı yapılır, işlerini en iyi şekilde yapmaları için çalışma ortamı sağlanırdı. Hatta Derwall döneminde hafta bir gün, bir Galatasaray muhabiri takımla antrenmana çıkardı. Bugün Galatasaray TV’nin başında bulunan Bahri Havadır da ogünkü çalışma koşullarını yaşayan bu gazetecilerden biriydi.Yöneticilerin gazeteciye “Bu haberi neden yaptın, şunu neden yazdın?” gibi ucube bir soru sorması hadleri değildi.
Çeşitli zamanlarda çeşitli yayın organları adına üç büyük kulüpte de görev yapma imkânı buldum. Hemen hemen hepsinde durum benzeri şekildeydi. Hatta
Fenerbahçe muhabiri olmak bir keyifti. İlişkiler üst düzeydi ve haber yağardı.
Neticede aynı geminin içindeki insanlardık ve biz gazeteci olarak olanı biteni kulüplerin asıl sahiplerine aktarmakla görevliydik. O zamanın yöneticileri de bunu iyi bildikleri için, bizden yardımlarını hiç esirgemiyorlardı.
Anti terör kapılarının ardına sığınan kulüplerimiz, sonrasında bir de güvenlik görevlisi barındırmaya başladı. Asıl amacı takımı holiganlardan korumak olması gereken bu zatlar, muhabirlerin görevlerini yapmasına yardımcı olacakları yerde, neredeyse yere yatırıp gözaltına alacak kadar sert davranışlarda bulunmaya başladılar. Şikâyet edildiklerinde kimsenin onlara bir şey yapmayacağını bildiklerinden “astıkları astık, kestikleri kestik” bir şekilde “görevlerini” eda ettiler. Kendileri de geçmişte gazeteci olan basın sorumluları geçmişlerini unutarak “Kraldan daha çok kralcı” olmaya başladılar.
11 yıl boyunca Türkiye Futbol Federasyonu’nda Basın Danışmanlığı yapmış ve A Milli Takımda medya iletişimini yönetmiş biri olarak bir gün dahi meslektaşlarımın iş yapmasına engel olmadım, zorluk çıkarmadım. Gerektiğinde yöneticilerimle ve hocalarla ters düştüm, ama hep medyanın yanında yer aldım. Aksini söyleyecek bir meslektaşım dahi çıkarsa, bir daha gazetecilik yapmayacağımın buradan sözünü verebilirim.
Bülent Ülgen'in ısrarları ve içimdeki habercilik sevdasıyla Kanaltürk’te aktif gazeteciliğe geri döndüğümde, karşılaştığım tablo içler acısıydı. Sindirilmiş muhabirler, gazetecileri böcek gibi gören futbolcular, muhatap olmamak için kaçacak delik arayan yöneticiler…
Kendisi de eski bir gazeteci olan ve asıl işi muhabirlere yardımcı olmak olan Galatasaray’ın Medya Sorumlusu Bener Onar, gazetecilerin futbolculara neler sorup neler saramayacağına bile karar verir durumdaydı. Alışmadıkları bir şekilde diretince aslında çıbanbaşı olmuştum.
Nitekim bir Kayserispor maçı sonrası ben isyan edince küçük kıyamet kopmuştu. Burada çekilen görüntülerle TSYD Eğitim Semineri’nde başkanımız Naci Arkan’ın izniyle o zamanki Galatasaray Teknik Direktörü Manchini’ye basına karşı kulübün tutumunu sorduğumda ise aynı Bener Onar, işi daha da ileri götürüp başkanımız Naci Arkan’ı tehdit etmeye bile kalkmıştı.
Galatasaray muhabirleri yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bir platform kurmak istiyorlardı. Bu amaçla bir takım girişimler başlamıştı. Hatta sene başında kaybettiğimiz rahmetli Süleyman Gültekin de benden ve tecrübelerimden yararlanmak istediklerini söyleyip, beni yönetime almak istediklerini söylemişti. Nitekim ilk toplantıya da davet edilmiştim. Ancak sonrasında benim bu çıkışlarım sonrası, kulüpte oluşan rahatsızlık nedeniyle oluşumun dışına itildim. Platformun başkanı Bahadır Çokişler’e defalarca gidişatın iyi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ancak kulüpler kontrolü eline o kadar almış ki kimsenin yapabileceği pek de fazla bir şey yok. Aslında bu hareketlerinde o kadar haklı çıktılar ki, 17 yıllık kadim dostum Galatasaray İdari Menajeri Cenk Ergun bile benimle görüştüğünde başına bir iş gelecek düşüncesiyle telefonlarıma çıkmamaya başladı.
Aslında sorunun temeli gazetecilere değer vermeyip, patronlarla kurdukları ilişkilere güvenen yöneticilerde… Nasıl olsa muhabir bunu yazamaz, gıkını çıkaramaz, “Biz ne dersek o olur” anlayışı ile emekçi gazetecinin tepesine biniliyor.
Erkan kardeşimizin başına gelen bu olay ABD'de yaşansa, yüzlerce avukat ailenin yanında olur ve derhal dava açarlardı. Gazeteler olayın vahametini yansıttıktan sonra, kazanın sorumlularını araştırır ve kimsenin kulübün bile gözünün yaşına bakmazlardı. Ya bizim ülkemiz de? Elim bir kaza! Erkan Koyuncu’nun çocuklarının eğitim masraflarını üstleneceğiz! Çok üzüldük! Yazık!
Yazımın başında da belirttiğim gibi basit bir ölüm değil bu. Erkan pisi pisine gitti. O kale duvarları inşa edenler, takımı gizlemek için uğraşanlar yüzünden gitti.
4 Temmuz 2014 Cuma
Senin adını da sökecekler!
Sokaklara, meydanlara, tesislere, yapılara isim verme konusunda çok popülist bir ülkeyiz. İsim vermekteki amaç nedir? O isim yaşasın, adı geçen kişinin gelecek kuşaklara ismi taşınsın, yaptıkları ve başarıları anılsın. Ve önemlisi o kişiye ve ailesine hediye olsun diye bir yere isim verilir.
Riva'da bugün yenilerek açılan tesisin asıl adı Özakan Olcay Kamp ve Dinlenme Tesisi'ydi. Üzerinde bulunan arazinin TFF'ye kazandırılmasında büyük emeği geçen sayısız projenin sahibi olan eski başkanlardan Özkan Olcay'ın adı
verilmişti. Bu tesisin biraz ilerisinde İl Özel İdaresine ait olan ve TFF tarafından işletilen tesislerin adı ise Orhan Saka Tesisleri'ydi. İl Özel İdaresi ile sözleşme sona erince bu tesisler Metro turizm tarafından kiralandı ve pek doğal olarak rahmetli Orhan Saka'nın adı da tesisten kalkmış oldu.
Yenilenerek tekrardan açılan Özkan Olcay Tesisleri'nin adı Hasan Doğan olmuş? Peki Hasan Doğan kimdir? Sanırsınız ki Haluk Ulusoy gibi Türk futboluna yıllarını vermiş, büyük başarılara imza atmış, Özkan Olcay gibi TFF'ye yeni tesisler kazandırmış, Orhan Saka gibi amatörlerle yatıp amatörlerle kalmış biri! Sadece 143 gün başkanlık yapmış Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen bir iş adamı.
Henüz görev süresi bitmemiş olan Haluk Ulusoy'un arkasından bin bir dolap çevirerek, alavere dalavere ve "ah"larla geldiği başkanlığı sırasında kalp kriz geçirerek yüzlerce kişini hakkıyla öbür dünyaya göçtü diye adı onlarca tesise verildi.
Öte yandan bu tesisle ilgili ilk çalışma 2007 yılında Haluk Ulusoy yönetiminde tesislerden sorumlu yöneticilik yapan Tahir Kıran tarafından yapılmış ve tesislerin her türlü planı ve projesi çıkartılmıştı. İnşaatlarla ilgili kaynak dahi bulunmuş ve gerekli izin çalışmalarına başlanacaktı. Proje bugün yapılan projeden bile daha geniş kapsamlı projeydi. Mevcut tesisin önünden geçen yolun karşı tarafını ve hemen arkasından geçen Riva Dersinin karşı tarafındaki araziyi de kapsayan devasa bir proje...
Bu proje Haluk Ulusoy ve Tahir Kıran tarafından, A Milli Takım Teknik Direktörümüz Fatih Terim'e sunulmuş ve önerileri alınmıştı. Nitekim gerek projenin, gerekse bu sunumun görüntüleri ben de mevcut. Bunları kısa zamanda paylaşacağım.
Özkan Olcay Tesisleri'nin adının, 143 gün başkanlık yapmış tek bir çivi dahi çakmamış birinin adıyla böyle adaletsizce değiştirilmesini ben içime sindiremiyorum.
Hal böyle olunca yarın onun ismini de o tesisin kapısında kaldıracak birileri olacaktır. Ha ola ki yarın bürgün es kaza bir şekilde sporda bir yönetim kademesine gelecek olursam, yemin ediyorum ki ilk işim o ismin oradan kaldırılmasını ve Özkan Olcay ismin tekrar verilmesini sağlamak olacak.
Riva'da bugün yenilerek açılan tesisin asıl adı Özakan Olcay Kamp ve Dinlenme Tesisi'ydi. Üzerinde bulunan arazinin TFF'ye kazandırılmasında büyük emeği geçen sayısız projenin sahibi olan eski başkanlardan Özkan Olcay'ın adı
Orhan Saka |
Özkan Olcay |
Henüz görev süresi bitmemiş olan Haluk Ulusoy'un arkasından bin bir dolap çevirerek, alavere dalavere ve "ah"larla geldiği başkanlığı sırasında kalp kriz geçirerek yüzlerce kişini hakkıyla öbür dünyaya göçtü diye adı onlarca tesise verildi.
Öte yandan bu tesisle ilgili ilk çalışma 2007 yılında Haluk Ulusoy yönetiminde tesislerden sorumlu yöneticilik yapan Tahir Kıran tarafından yapılmış ve tesislerin her türlü planı ve projesi çıkartılmıştı. İnşaatlarla ilgili kaynak dahi bulunmuş ve gerekli izin çalışmalarına başlanacaktı. Proje bugün yapılan projeden bile daha geniş kapsamlı projeydi. Mevcut tesisin önünden geçen yolun karşı tarafını ve hemen arkasından geçen Riva Dersinin karşı tarafındaki araziyi de kapsayan devasa bir proje...
Bu proje Haluk Ulusoy ve Tahir Kıran tarafından, A Milli Takım Teknik Direktörümüz Fatih Terim'e sunulmuş ve önerileri alınmıştı. Nitekim gerek projenin, gerekse bu sunumun görüntüleri ben de mevcut. Bunları kısa zamanda paylaşacağım.
Özkan Olcay Tesisleri'nin adının, 143 gün başkanlık yapmış tek bir çivi dahi çakmamış birinin adıyla böyle adaletsizce değiştirilmesini ben içime sindiremiyorum.
Hal böyle olunca yarın onun ismini de o tesisin kapısında kaldıracak birileri olacaktır. Ha ola ki yarın bürgün es kaza bir şekilde sporda bir yönetim kademesine gelecek olursam, yemin ediyorum ki ilk işim o ismin oradan kaldırılmasını ve Özkan Olcay ismin tekrar verilmesini sağlamak olacak.
29 Haziran 2014 Pazar
Türk Futbolu Can Çekişiyor
Türk futbolunun iyi yönetilmediğinden, her geçen gün kötüye
gittiğinden yıllardır bahsediyorum. Çırpınıyorum… Haykırıyorum… Yok, yok, yok! Hem
de bunları bazıları gibi sadece bugün yapmıyorum. 3 Temmuz öncesinde yazmaya başladım.
Açık açık dillendirdim. “Türk futbolu sakat kalacak” dedim, “Türk futbolu sakat
kaldı” dedim... Anlatamadım!
Şimdide Türk futbolu can çekişiyor diyorum!!!
Parmaklar insan vücudunun ayrılmaz bir parçasıdır. Parmaklardan biri herhangi bir şekilde yaralanırsa
ve gerekli zamanda müdahale yapılmazsa iltihap kapar. Buna rağmen herhangi bir girişimde bulunmazsa
kangrene çevirir ve etrafına sirayet etmeye başlar. Artık tek kurtuluş vardır o
da parmağı kesmek; yoksa ufacık parmak tüm organların iflasına yol açar. İnsanı
öldürür!!!
Türk futbolunun temelini hiç şüphesiz 3 büyükler dediğimiz Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş oluşturur. Galatasaray’sız Fenerbahçe, Fenerbahçe’siz Beşiktaş, Beşiktaş’sız Galatasaray düşünülemez… Tıpkı bir elin 5
parmağı gibidirler. Her parmak ayrı bir öneme ve değere sahiptir.
Türk futbolunda ters giden bir takım şeyler 3 Temmuz’la
birlikte yaralanmış, sonrasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendi
çıkarlarını korumak için yaptığı girişimler sonrasında kangrene dönmüştür.
Eğer bu kangren temizlenmezse Türk futbolu hakkın rahmetine
kavuşacak. Nasıl mı?
Geçen sene bu zamanlarda dile getirdik “UEFA bir ilke hazırlanıyor” dedik. “Londra’da değiştirdiği disiplin
talimatını ilk kez Fenerbahçe ve Beşiktaş başta olmak üzere, Türk takımları
üzerinde uygulayacak. Birçok takım bir alt ligde mücadele etmek zorunda kalacak”
diye uyardık.
Sanırım artık o vakit geldi. Her ne kadar Fenerbahçe taraflı
medyamız olayı futbolseverlere farklı lanse etse de, bir algı operasyonu
yürütse de sonuç değişmeyecek.
Aziz Yıldırım hakkında verilen hukuki karar ile ilgili
burada ahkâm kesmeyeceğim. Ben hukuk adamı değilim. Uzmanı olmadığım konularda
çok fazla yorum yapamam ancak şunu söyleyebilirim; birilerinin sürekli olarak
beynimize işlemeye çalıştığı gibi yeniden yargılama kararı değil bu karar,
sadece bu konudaki talebin kabule değer olduğu yönünde bir karar.
Siyaseti de çok iyi bilmem ama bu konuda o kadar aleni bir
şeyler oluyor ki anlamamak için aptal olmak lazım. Aziz Yıldırım ile ilgili verilen bu karar
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fenerbahçe taraftarının gazını almak için
gerçekleştirilmiştir. Bu karar bile Türk hukuk tarihinde bir ilk. Hukuk
tarihimizde daha önce Yargıtay’ın onadığı bir kararın infaz aşamasında mahkeme
tarafından bozulduğu ve infazın durdurulduğu başka bir dava yok.
YEREL KARARLAR UEFA’YI BAĞLAMAZ
Yine buradan hep sportif yargılamanın farklı işlediğini ve
bu süreçte Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından katledildiğini yazdım. Yerel
mahkemelerde alınacak hiç bir kararın UEFA ve CAS’ı bağlamayacağının altını
çizdim. Aziz Yıldırım hakkında beraat kararı verilse bile bunun UEFA ve CAS
açısından hiç bir anlamı olmayacaktır.
Yazdığım yazılar hakkında fikirlerini sorduğumda bana “Çok
doğru yazmışsın. Her satırına katılıyorum” diyen ağabeylerim, neden bu konuda
düşüncelerini yazmazlar acaba?
Hayatlarında futbol oynamadıkları halde iş teknik direktörleri ve
futbolcuları eleştirmeye gelince mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım, konu Fenerbahçe
olunca “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla ve "sakatlanırız" endişesiyle bu toplara girmekten çekiniyorlar!
Tapelerin ve fiziki takip tutanaklarının ortaya çıktığı gün
Fenerbahçe ve diğer kulüpler için bu iş bitmişti. Buna rağmen bu süreç tedavi
edilip kangren olmadan olay sonuçlanmak üzereydi. Dönemin TFF Başkanı Mehmet
Ali Aydınlar’ın, Şenes Erzik ile ürettiği Play Off modeli ve puan silme önerisi
UEFA tarafından da kabul görmüştü. Her ne kadar bu pisliğin içine bulaşmamış
kulüpler bunu içine sindirememiş dahi olsa onlar bile Türk futbolunun geleceği
açısından durumu kabullenmişti. Aziz Yıldırım kendini kurtarmak için,
Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu feda ederek bu seçeneği yok etti.
Algı operasyonundan etkilenen Fenerbahçeli dostlarımız hemen
bu işin cemaatin işi olduğundan, siyasi olduğundan, komplo olduğundan
bahsedeceklerdir. Bakın UEFA bu konuda
çok net. Önüne gelen delillerin hukuki yollarla elde edilip edilmediğini
dikkate almaz. Yoldan geçen bir vatandaş dahi bir şike pazarlığını kayıt altına
alsa ve UEFA’ya gönderse bu kayıt UEFA’nın tüm kurullarında delil olarak
kullanılır. Siyasi olup olmadığına, önüne arkasına bakmaz… Şike var mı yok mu
ona bakar.
TFF’NİN ÜYELİĞİ ASKIYA ALINABİLİR
“Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu” diye yazmıştım. Gerçekten de UEFA bizden yaka silkmeye başladı. Ancak UEFA kangren olmuş bir
yara için uğraşmaz. Keser atar! Avrupa’nın tek ve mutlak hakimi tarafından Temmuz
ayı içinde bir karar verilmesi bekleniyor. Bu karar çok radikal olacak. İlk olacak. Büyük bir ihtimalle Türkiye liglerinin
yeniden şekillenmesini gerektirecek kararlar alınacak. Çünkü UEFA ilgili kararında yöneticileri şike
eylemine karışan tüm kulüpleri küme düşürecek. TFF’nin üyeliğinin askıya
alınması da bu seçenekler içinde. Çünkü bu soruşturma dışında da UEFA’nın hasas
olduğu ama TFF’nin uymadığı bazı konular var. Mesela ırkçılık, mesela
özerklik!!!
Fenerbahçeliler, “Fenerbahçeli” olmak yerine “Azizbahçeli”olunca daha az hasarla atlatabilecekleri bir kazadan pert olup çıkmak üzereler. Soruşturmada
adı geçen diğer kulüpler sadece bir alt lige düşürülerek yırtacakken Fenerbahçe’nin
bir alt lige değil, 2 alt lige düşürülmeleri söz konusu olabilir.
Can çekişen Türk futbolunun kurtulması için acil müdahale
şart. TFF’nin elini taşın altına koyması
ve UEFA’dan önce davranarak cesaretle bir takım radikal kararlar alması
gerekiyor. Ancak bu satırları okuyan herkesin de bildiği gibi, mevcut TFF
Başkanı'nın bunu yapabilmesi mümkün değil. Ne misyonu, ne vizyonu buna olanak
tanımıyor. Bu nedenle 31 Temmuz’a kadar herhangi bir tarihte yapılacak olan TFF
Olağan Genel Kurulunun seçimli hale dönüştürülmesi şart. Yoksa Annemizin Ligi bizi bekler!
Benden söylemesi iş geri dönülemez noktaya doğru gidiyor! Her an cenaze namazını kılabiliriz!
26 Haziran 2014 Perşembe
Ahlaksızlar türemiş
Ülkemizde son günlerde genel olarak olumsuz bir hava hakim.
Siyaset zaten yıllardır gergin koptu kopacak, spor amacından uzaklaşmış bitmiş durumda, sanat sanatlıktan çıkmış, ekonomi yerlerde…
Elbette vatandaş olarak bunların yansımalarını en fazla biz benliklerimizde hissediyoruz.
Öyle ki olaylara her zaman iyi yanından bakmayı kendine destur edinmiş biri olarak son günlerde çevremdeki her şey beni rahatsız eder oldu. İnsanların her türlü davranışı bana batmaya başladı. Sonra farklı bir gözle etrafıma bakıp gözlemledim ve şu kanaate vardım; Bizim en temel sorunumuz saygı ve ahlak kavramları.
“Eğitim şart!” Bir dönem bu söz çok popülerdi. Elbette ki cehaletin olduğu bir toplumda başarı ve medeniyet beklenemez. Ben de Türkiye’nin temel sorunun cehalet olduğunu düşünüyordum. Ancak biraz daha ayrıntılı düşününce aslında işin aslının öyle olmadığını anladım. Her şey eğitimde biter sanıyordum, ama Türkiye’deki mesele eğitim meselesi değil. Sorun Türk insanın fabrika ayarlarında… Genlerden gelen bir takım arızalar var. Atalarımızın bize miras bıraktığı. Ama hepsinden önemlisi bizim ciddi bir saygı ve beraberinde de ahlak sorunumuz var.
Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygumuz yok. Biz mutluysak, bizim için her şey yolundaysa gerisinin hiç de önemi yok. Zaten bu davranış biçimimizi özetleyen atasözlerimiz bile mevcut: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”
Benciliz ve saygısızız… Biz sanıldığı kadar cahil bir toplum değiliz aslına bakarsanız. Eğitim seviyemizin düşük olduğuna da katılmıyorum. Yani Aziz Nesin’in dediği gibi bu ülkenin %60 salaklardan oluşmuyor belki, ama % 70’nin ahlak ve erdem ile ilgili ciddi bir problemi var.
Küçük bir örnek vermek gerekirse; ehliyeti olan bir sürücü kırmızı ışıkta durması gerektiğini, aksi taktirde bir kaza olabileceğini biliyor, ama önceliğin her zaman kendi olmasını istediğinden ve kendinin daha önemli olduğunu düşündüğünden ışıkta durmuyor!
Türkiye'nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Her ne kadar saygı, zaman zaman kibarlık veya görgü ile eş anlamlı kullanılsa da, bunlar birer davranışken saygı bir tutumdur.
Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok bu ülkede.
Trafikte seyrederken hemen yanındaki araçta babası, kardeşi, amcası, emmioğlu, vb. olsa, haşırt diye önüne direksiyon kırmayacak. Sollarken değil, sollamadan çok önce işaret verecek. Tampona 10 cm kalana kadar yaklaşıp uzun farlarını yakmayacak. Yaya geçidinden geçen kişi annesi ya da eşi olsa zırt diye geçmeyecek.
Sadece trafikte gösterdiğimiz üçüncü şahısa saygı bile, trafik kazalarının çoğunu engelleyecek.
Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit değil mi sadece SAYGI…
Saygı ile ahlak kardeşler. Eğer ailenden gerekli ahlakı aldıysan çalmazsın, sövmezsin, incitmezsin…
Ülkede bulunduğu mevkiye kendi çabasıyla gelenlerin sayısı bir elin parmaklarından daha az. Kendi çabası ile gelmediği yerde kendi çabasıyla duramıyor pek tabiki o mevki sahibi… Hal böyle olunca da tutunmak için her türlü ahlaksızlık türüyor.
19 Haziran 2014 Perşembe
Mersin Ses Veriyor
Geçtiğimiz ay Mersin’e
davetliydim. Kadim dostum, Bilkent Üniversitesi’nden arkadaşım Ayşe Çağlayan, Mersin’e gidiyoruz “Sana unutamayacağın bir konser izleteceğim” diyerek, bir
anlamda emrivaki yaptı.
Anadolu’daki
organizasyonların amatörlüğünü, yapılan etkinliklere katılan sanatçıların bana
hitap etmediğini bildiğimden, önce daveti kibarca ret etmek istedim; ancak Buika
ismini duyunca fikrim değişti.
Buika için her türlü
amatörlüğe ve elverişsiz şartlara değer diye düşünürken, uçaktan inip Adana’ya vardığımda
beni karşılayan sımsıcak ekip ve Mersin'e taşıyacak VIP araçla birlikte aslında pek de amatör
olmayan bir organizasyona geldiğimi fark ettim.
“Mersin Ses Veriyor”
sloganı ile yola çıkan organizasyon komitesi her ayrıntıyı düşünmüştü, ancak
benim bu organizasyonda en çok hoşuma giden şey, bir kentin tüm belediyelerinin
(İl ve ilçe) siyasi kimliklerini bir kenara bırakarak o kent için ellerini
taşın altına koymuş olmalarıydı.
Bu detay benim
organizasyona olan sempatimi daha da arttırdı. MHP ile BDP’nin bile şu sıcak süreçte ortak bir amaç
uğruna omuz omuza çalışmaları oldukça güzel bir tabloydu. Müzik tıpkı spor gibi tüm dünyanın
ortak dili... Müziğin de partisi, dili, rengi yok.. Siyasi partilerin asıl
amaçlarının ülkeye ve vatandaşa hizmet olduğundan yola çıkarsak, bu ve benzeri
projelerin pek çok ilimize örnek olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yaşadıkları İl'in
tanıtımını, halkın ulusal müzik ve müzisyenlerle kucaklaşmasını hedefleyen
festivalin bu çok düşünceli yapısı karşısında ilgim daha da arttı.
Mersin Uluslararası
Müzik Festivali’nin bu yıl 13.sü yapılıyormuş. Festivalin başında muhteşem
tatlı bir insan var. Kendi imkânlarıyla, imkânı olmayan çocuklardan polifonik
koro kuran ve kendi imkanlarıyla bulduğu sponsorlarla bu işe kendini adayan,
şehrin en sevilen insanlarından biri olan Selma Yağcı, festivalin de Yürütme
Komitesi Başkanlığını üstlenmiş. Tanıdığım en sanatsever, zarif, asil,
donanımlı, fedakar, çalışkan ve idealist insanlardan biri.
Festival Sanat Yönetmenliğini yıllardır
üstlenen isim aslında çok tanıdık. Devlet Opera ve Balesi önceki Genel Müdürü
Remzi Buharalı. Buharalı koordinasyonunda düzenlenen festival, görünen o ki hem
Mersinlilere hem de tüm dünyadan gelen konuklarına unutulmaz günler yaşattı.!
Gelelim Buika’ya. O artık bizden biri
gibi olmuş. Türkiye’deki hayran kitlesi o kadar fazla ki, ülkemizde her sene en
az iki konser verir hale gelmiş. Çok candan ve çok sıcak. Menajeri de bir Türk. Adı
Sinan Nergis. Nalet mi nalet! Dışarıdan
izlediğim kadarıyla, organizasyonu yapan bu iyi niyetli insanlara kök söktürdü. Festivali takip eden
gazetecilerin Buika’dan basın toplantısı yapması ricasını Buika’ya iletmedi bile; direk kendisi ret etti. Röportaj taleplerine yanıt verme gereği bile
duymadı. Şehrin tanıtımına büyük katkı sağlayacak bu tür fırsatları adeta geri tepti. Organizasyon komitesinin yerinde olsam bir daha bu menajerin getirdiği
hiçbir sanatçı ile çalışmam!
Buika’nın verdiği konserle kapılarını
ilk kez seyircilere açan, Mersin Yenişehir Belediyesi’nin yaptırmış olduğu 1.500
kişilik salonda, bir tek boş koltuk dahi yoktu. Değinmeden edemeyeceğim böylesi güzel bir salonu da beklemiyordum açıkçası. Dört dörtlük bir gösteri salonu. Daha önce Anadolu'da gittiğim hiç bir şehirde benzerine rastlamadım.
Piyanistini getirmediğinden en
bilindik şarkılarını söyleyememesine rağmen, Mersin dinleyicisi Buika’yı bağrına
bastı. Son iki şarkısını sahne önünde dinleyen coşkulu seyirciler konser sonrasında
sanatçıyı çiçek yağmuruna tuttu. Buika gösterilen bu aşırı ilgi karşısında
gözyaşlarını tutamadı.
Mersin’in yaptığı bu başarılı organizasyonların darısı, diğer kentlerimizin başına…
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Değişim mağdurları!
Çevremizdeki her şey büyük bir hızla değişiyor. Sokaklar, caddeler, binalar şehirler… Elbette insanlar ve kültürler de değişiyor.
Bu değişim kimilerine göre gayet güzel. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi felsefesinden yola çıkarsak bu çok mantıklı. Ama gel gelelim işin bir de duygusal bir yanı var.
80’li yılları çocuk ve genç olarak geçirmiş bizim kuşağımız geleneklerine, göreneklerini bugünkülerden çok daha fazla bağlıydı bu kesin.
Oldum olası teknolojiyi yakından takip ederim. Yenilikleri ve değişimi yakalamak için olanca gücümle yıllarla yarışırım. Ancak gel gelelim ciddi anlamda geçmişi ile yaşayan bir adamım.
Dinlediğim bir şarkıdaki melodi, ya da köşe başında gördüğüm bir bina, beni benden alabilir.
Bizler daha az tüketen, bulduğuyla yetinen, küçük şeylerden mutlu olmasını becerebilen bir nesildik.
Bugün dönüp etrafımıza baktığımızda olanı biteni anlamakta bu yüzden zorluk çekiyoruz.
Ancak bizim çok önemli bir artımız vardı. Biz “saygılı” bir nesildik. Saygı duyardık. Büyüklerimiz bize saygıyı öğretmişti.
Geldiğimiz noktada ise bize inanılmaz bir kültür enjekte ettiler. Etmeye de devam ediyorlar.
Türkiye’nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok günümüzde…
Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit, sadece SAYGI…
Hayat sürekli seçimler yaptığımız, ve hayatımızı bu şekilde yönlendirdiğimiz bir süreç. Hep bir seçim yaparız. Seçme şansımızın olmadığı tek şey anne, baba ve kardeşlerimizdir. Gerisini hep seçeriz. Eşimizi, işimizi, yaşayacağımız kenti, evimizi, arabamızı, kıyafetimizi, manavdan sebzemizi, fırından ekmeğimizi… Velhasıl hayatımızdaki her şeyi sürekli seçeriz.
Bir seçim yaptığımızda, bir şeyi hayatımıza alırken, geri kalanları seçmeyerek hayatımızdan uzaklaştırmış oluyoruz. Seçtiğimiz alternatif, vazgeçtiğimiz alternatiften daha iyi ise ne ala, ama daha kötü ise kayıplara katlanırız.
Etrafımızdakiler bizim seçimlerimize saygı duymamaya başladığı anda ise kutuplaşmalar başlıyor. Onların yaptığı seçimi yapmadığınız andan itibaren diğeri oluyorsunuz. İşin tuhafı diğerlerinden değilseniz de ortada kalıyorsunuz. Kimse sizin yaptığınız seçime saygı duymuyor.
Bizim çocukluğumuzda çoğunluk masumdu. Masumiyet üzerine kuruluydu yaşam. Masum olmayanlar kabak gibi ortaya çıkıyorlardı.
Ama biz büyüdük ve masumiyet kayboldu! Dedelerimiz, “Silah çıktı mertlik bozuldu” derlerdi ya.. İşte tam da o misal internet çıktı, masumiyet gitti.
İnternette her gün sayısız haber okuyoruz. Bazıları dudağımızı uçuklatacak cinsten. A sitesi aynı olay için siyah derken, B sitesi beyaz diyor. İkisi de bir şekilde haberinin doğruluğunu savunuyor. Daha ötesi sosyal medyada ayrışım çok daha uç noktalara varıyor. Kutuplaşma had safhada… Ellerine silah verseniz siyah diyen beyazı, beyaz diyen siyahı vuracak…
Hangi habere inanacağız hangisine inanmayacağız? Kim doğru söylüyor? Yalan söyleyen de hiç mi vicdan yok? İktidar koltuğunu muhafaza etmek için, muhalefette iktidarı devirmek için, “Her şey mubahtır” mantığı ile halkı kandırıyor mu? Bunun böyle olması için çabalayanlar mı var? Amaç başka mı?
Sorular, sorular, sorular…
Artık herkes bir anlamda muhabir. Elindeki cep telefonuyla yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kişiye ulaşabiliyor.
İşte bu nedenle de biz gazetecilerin işi günümüzde çok daha zor. Haber kaynaklarımız çok genişlemiş gibi gözükse de daha da daralmış durumda.
Aslında civciv yumurta ilişkisi gibi… Gazeteci mağdursa okuyucu mağdur; okuyucu mağdursa gazeteci mağdur. Gazeteci haber alamayınca okuyucu öğrenemeyecek; okuyucu öğrenemeyince ise hatalar düzeltilemeyecek. Kısacası herkes mağdur!
Acilen sosyal medya ve internet için de bir tekzip mekanizması kurulmalı. Atılan yalan atanın yanına kalmamalı. Cezası ciddi boyutta olmalı. Yazan yazdığı her kelimeyi seçerek kullanmalı.
Söylediklerim ütopya gibi. Farkındayım. İmkansız bir şey istiyorum. Ama ne dedik en başta; Değişmeyen tek şey değişimin kendisi! Mutlaka bu sistem de değişecek, gerekli yaptırımlar uygulanacaktır. Doğru ile yanlış birbirinden ayrılacaktır.
21 Nisan 2014 Pazartesi
Tarihe tanıklık etmek
Türk futbolunun hiç şüphesiz
en büyük başarısı 2002 Dünya Kupası’nda elde etmiş olduğumuz Dünya 3.’lüğüdür.
İşte o efsane ekip
geçtiğimiz günlerde 12 yıl aradan sonra ilk kez bir araya geldi. Başkanından
futbolcusuna, masöründen aşçısına kadar… Naçizane ben de o ekibin bir parçası
olduğum için, kaptan Rüştü Reçber’in organize ettiği bu buluşmanın davetli
listesindeydim.
Muhteşem bir gün geçirdik.
Eski günleri andık, şakalaştık, ağlaştık, eğlendik, üzüldük…
Toplantının ortak konusu “12
yıl içinde futbolun her geçen gün kötüye gitmesi” oldu. Tüm futbolcular
futbolun ve futboldaki değerlerin daha kötüye gittiğinde hemfikirdiler. Geçen
12 yıllık sürede sahadaki futbolda gözle görünür bir düşüş olduğunu ve gelecek
için de umutsuz olduklarını söylediler.
16 yaşımdan beri futbolun
içindeyim. Futbol da oynadım, genç takımlar seviyesinde milli de oldum, ancak
hiçbir zaman yeşil sahanın teknik kısmı ilgimi çekmedi. Bu yüzden tutup da
futbol artık yavaş oynanıyor, şöyle kötü oynanıyor, böyle eksikler var tarzında
yaklaşımda bulunmayacağım.
Ancak bildiğim tek şey var
ki artık her anlamda başarıdan çok uzaktayız. Marka değerimiz geri de kalan 12
yıl içinde o günkünden daha kötü durumda. Medyamız ayaklar altında, seyirci
profilimiz hiç olmadığı kadar düşmüş durumda. Futbolcular ise sahip
olduklarının bilincinde değil…
2002 Dünya Kupası’na gidene
kadar tek büyük başarımız 1954 yılında Dünya Kupası’nda yer almamız ve meşhur
Macar zaferiydi. Ben bu hikâyelerle büyüdüm. Hep büyük bir başarının hayalini
kurdum. 2002’de elde ettiğimiz bu başarının bu anlamda tarifi benim ve benim
gibi bekleyenler için anlatılamaz. Guruptan çıkmış olmak bile büyük bir başarı
kabul edilecekken, ülkemiz turnuvanın en fazla maç yapan 4 takımından biri olma
başarısını gösterdi. Ev sahibi takımlardan birini yenerek Dünya 3. oldu.
Gerçekten inanılmazdı.
O kadrodan aktif futbol
yaşantısını sürdüren tek bir isim var; Emre Belözoğlu. Diğer isimlerin tamamı
futbolu bıraktı. Birçoğu ise futboldan kopmuş durumda. Efsane kadro elini taşın
altına tam anlamıyla koyamadı.
Türk futbolunun bir an önce
silkelenip kendine gelmesi gerekiyor. Gerekli radikal kararları alarak, 14 yıl
öncesi yakaladığımız o altın çağı tekrar yakalamamız gerekiyor. Milli
Takımımızın başında Türk futbolunun marka ismi Fatih Terim bulunuyor. İmparator ne yapacağını bilir. Eminim ki kısa
bir süre sonra yine başarılarıyla guru duyduğumuz bir Milli Takım ortaya
çıkacaktır.
Ben çocuklarıma anı anlatmak
istemiyorum. Aksine çocuklarımın tarihe tanıklık edip, çocuklarına "Bizim
neslimiz dedelerimizinkinden daha iyiydi" demesini istiyorum. Umarım bu
jenerasyon bunu başarabilir.
1 Mart 2014 Cumartesi
Partinizi alın başınıza çalın!
Önümüzde yerel seçimler var. Sokaklarda bir bayrak
curcunası, bir gürültü kirliliği almış başını gidiyor. Sanki oy verenler
bayraklardan etkilenip, ya da müzikten mest olup, vereceği oyu belirleyecek.
Aranızda oyunu bu şekilde değiştiren biri varsa bu yazıyı zaten hiç okumasın.
Siyaseti oldum olası sevmiyorum. Anlamıyorum da zaten! Hoş
anlamak istediğimde de mantığım almıyor. Bu konuda özürlüyüm. Akıl yoksunuyum.
Sahi siyasette akıl, mantık var mı? Hani eskiden derlerdi ya
“askere girdiğinde mantığı dışarıda bırak” diye! Siyasette böyle bir şey mi?
Siyasette tek yapabileceğim şey yerel yöneticilik olurdu
sanırım? Aslında onda bile şüpheliyim ama galiba siyasetin biraz daha bağımsız
hareket edilebilen yeri yerel yönetimler gibi gözüküyor!
Diyelim ki milletvekili olmaya karar verdiniz? Çok iyi bir
eğitiminiz, diplomalarınız,
projeleriniz var. Çevrenizde sevilen sayılan
birisiniz. Ama hiçbir siyasi partiye üye değilsiniz. Hiçbir siyasi çalışma
yapmamışsınız. Olabiliyor musunuz? Kesinlikle hayır! Sizin bu vatana
verebileceğiniz hizmetler, bilgi birikim, tecrübe… Hiç birinin önemi yok.
Önemli olan A Partisi, B Partisi biraz da C Partisi… Yaşadığınız lokasyona göre
diğer birkaç parti…
Hadi diyelim bir partiye daha yakın hissettiniz kendinizi.
Gittiniz üye oldunuz. Ruhunuzu o partinin düşüncelerine satmadıkça kabul
görmüyorsunuz. İnanmadığınız doğru bulmadığınız düşünceler dahi olsa itiraz
edemiyorsunuz. Koşulsuz kabul etmek zorundasınız. Parti lideri ne derse ona tabiisiniz. Sizi
aday gösterecek olan bir elin parmakları kadar kişinin düşünceleri sizin ve
size oy verecek olan insanların düşüncelerinden daha değerli. Hadi diyelim ki o
bir elin parmakları kadar kişi sizi es kaza seçti. Parti lideri onay vermezse
yine milletin vekili adayı olamıyorsunuz.
Yani aslında siz meclise millettin vekili olarak
girmiyorsunuz. Partinin vekili olarak giriyorsunuz.
Yerel seçimlerde de durum pek farklı değil!
Bugün dünyanın en eğitimli, en donanımlı kişisi çıksa ortaya
muhteşem yapılabilir projeler koysa, bu kişi dürüstlüğü ile nam salmış olsa
eğer o bölgenin seçmenlerinin “tuttuğu parti”den değilse kazanma şansı
sıfırdır. Hatta bu kişi ülkenin en güçlü partilerden birinden dahi aday olsa o
bölgede diğer parti güçlü işe asla oy alamaz. Çünkü yapacakları, projeleri,
katkıları ilgilendirmez. O karşı partilidir. O zamanda ideoloji devreye girer. Benim gibi
düşünmüyorsa yapacağının bir kıymeti yok. Az olsun bizimkilerden olsun! Bu
mantık vardır.
Ben böyle siyasetin neresini seveyim? Varsın benden uzak
dursun!
Benim için hiçbir partinin zerre kadar önemi yok. Tek
bakacağım şey benim yaşam standartıma yaşantıma katacağı pozitif değerler.
Çocuklarımın geleceğine yapılacak yatırımlar. Ülkemin gelişimine dair
üretilecek projeler. Beni yönetecek vasıfa sahip olup olmadığı. Sıkıntım
olduğunda ulaşıp ulaşamayacağım.
Biliyorum bencilce. Ama herkes yaşam standartı için aynı
hassasiyeti gösterirse zaten seviye ister istemez yükselir. Herkes şu an
yaşadığından daha rahat ve huzurlu yaşar.
Uzun sözün kısası siyasetin canı cehenneme …
14 Ocak 2014 Salı
Futbolun köküne kibrit suyu
Türkiye Spor Yazarları
Derneği’nin (TSYD) Antalya’da 51.sini düzenlediği seminerde çeşitli oturumlarda
Türk futbolu masaya yatırıldı.
Seminerin hiç şüphesiz
ağır topu Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Türkiye Futbol Direktörü Fatih
Terim’di. Türk futboluna önümüzdeki 7 yıl boyunca yön verecek olan Fatih Hoca
seminer boyunca eğitimin önemine dikkat çekti. Futbolu okullara sokamamaktan
yakındı. Bunları söylerken tablonun vahametinden de üstü kapalı bahsetti. “Eğitim,
Eğitim, Eğitim” vurgusu yaptı.
Geçmişte de futbolda
gelişmiş bir ülke değildik. Ancak 90’lar sonrasında yakaladığımız ivme ve
yapılan atılımlarla, gelişmekte olan ülke konumuna gelmiştik. Zaten bunun
meyvelerini de almış gerek, FIFA sıralamasındaki yerimizle ve de gerek aldığımız
başarılarla bunu yansıtmıştık. Maalesef ülke olarak son 5 yıldır düşüşe geçtik.
Geriye gidiyoruz.
FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da
6.308.446, ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye ise 53 UEFA ülkesi
arasında lisanslı futbolcu sayısının (273.383) ülke nüfusuna oranında % 0.361
ile 48. sırada. Bu arada lisanslı oyuncu sayısının sadece 3.337 si kadın. Bu da
% 1,22’e karşılık geliyor.
Elbette bizden daha kötü ülkeler de var. Bu
ülkelerin Türkiye’den fakir olduklarını söylemeye gerek yok. Bizden daha kötü
oranı olan ülkeler Kazakistan, Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya ve Moldovya.
Ancak bizim üstümüzde olup bu ülkelerden daha fakir olan ülkeler de var. Yani
neden kesinlikle ekonomik değil. Nitekim tesis ve yatırımlar bakımından biz son
yıllarda fena da sayılmayız.
“Grassroots” futbolda çok
önemli bir kavram. Maalesef ülkemizin bu kavramla tanışması oldukça geç oldu.
Efsane teknik adam, hocaların hocası, rahmetli Gündüz Tekin Onay, “Herkes
için her yerde futbol” felsefesi ve
“Topu kalbine yakın tut” sloganı ile getirdi Türkiye’ye.
“Grassroots” un kelime anlamı çim kökleri. Adından
da anlaşıldığı gibi futbolun temelini oluşturmak asıl hedef. Bir nevi futbol
mühendisliği projesi. Bu amaçla yapılan her türlü sportif veya siyasal bir
organizasyon bu kavramı kapsıyor. İnsanların cinsiyet, yaş ve engel tanımadan
futbol denilen harika oyuna katılımını hedefliyor. Nitelikten çok nicelik ön
planda anlayacağınız. Amaç katılımın en üst düzeye çıkarmaktır. Katılımın
artması ile rekabet ve dolayısı ile nitelik artacaktır.
Gündüz Tekin Onay’ın
sürekli söylediği bir söz vardı ki ben onu kendime felsefe edindim; "Grassroots'un
içinde yer alan bir çocuk iyi bir futbolcu olabilir, iyi bir teknik adam
olabilir iyi bir hakem olabilir, hiçbir şey olamazsa iyi bir seyirci olabilir!
Neden bunları anlattım.
Eğer biz “Grassroots” kavramını önemsemeyi ve özümsemeyi başta TFF olarak
algılabilseydik, bugün sadece Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın konuşulduğu bir futbola değil başarının ve güzel futbolun alkışlandığı bir futbol kültürüne
sahip olacaktık.
Türkiye’de futbolda yalnızca rekabet ve üst düzey yapılanma
olduğu için, ne yazık ki ülkemizde Grassroots içi boş bir kavram. Maalesef Türkiye “Grassroots” hedefine ulaşamadı. Ülke nüfusunun sadece %0,361’ne
lisanslı futbol oynatan bir ülkenin başarıya ulaşması da beklenemez.
FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da 6.308.446 ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye bu sıralamada 36. sırada.
Neden bu noktada
olduğumuzu anlayabilmeniz için küçük bir örnek de vermek istiyorum. İngiliz
Futbol Federasyonu’nun Grassroots’a ayırdığı yıllık bütçe yaklaşık 180 Milyon
Türk Lirası iken 350 milyon civarında toplam bütçesi olan TFF’nin Grassroots’a
ayırdığı rakam 40 Milyon Türk Lirasını geçmiyor.
Peki bunun aksi beklenebilir
mi? TFF Genel Kurulu’nda taban birlikleri dediğimiz (Futbolcu, Antrenör, Hakem
vb) futbolun en önemli paydaşlarının oy hakının toplam oranı %10’u geçmediği
bir ortamda asla! Profesyonel Kulüp temsilcilerinin kulüp çıkarları için ülke
futbolunu yok saydığı bir Genel Kurul ortamında asla!
Diyebilirsiniz ki kulüpler
olmazsa TFF mi olur? Avrupa’da Futbol Federasyonların Genel Kurulunda
Profesyonel Kulüp temsil oranının %50’nin üstüne çıktığı tek ülke Türkiye
dersem sanırım bunun yanıtını net bir şekilde vermiş olurum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)