12 Kasım 2011 Cumartesi

Sesimi duyan var mı?

Yok, hayır, başlığa bakıp da sakın yanlış anlamayın; Ben bağırmıyorum, ”Sesimi duyan var mı?” diye. Enkazın altında kalmış, can çekişen Türk Futbolunun haykırışı bu. Uzunca bir süredir haykırıyor : “Kimse yok mu? Sesimi duyan var mı?” diye…

Çoğunuz hatırlayacaktır. Çok değil, üzerinden sadece dört yıl geçti çünkü. 2007’nin son çeyreğinde ülke futbolumuz için yine kritik günler söz konusuydu. 2006 Dünya Şampiyonası’na, kötü yönetimler elinde katılamamış bir Milli Takımımız vardı. Ve EURO 2008’e katılamamak hayat memat meselesi halindeydi. Ardı ardına iki büyük turnuvaya katılmamak demek, bir jenerasyonun sonu anlamına geliyordu ki, bu bir anlamda küme düşmek demekti. Ay Yıldızlılarımızın önünde iki tane kritik maç vardı ve şampiyonaya katılabilmek için bu iki maçtan da galibiyetle ayrılmak gerekiyordu. Olası bir beraberlik bile gitmemize engeldi.

Medyamız başta olmak üzere, Haluk Ulusoy yönetimine karşı çıkanlar, ellerini ovuşturup, “Tamam bu kez bitti. Bu iş imkânsız” diyorlardı. Gerçekten de çok zordu Millilerimizin işi.  Uluslararası turnuvalardan ihraç edilmek üzereyken, Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının üstün gayreti nedeniyle cezası seyircisiz, yurtdışı maçlarına dönüştürülmüştü ama zar zor da olsa yine potadaydı işte.  Rakip ise güçlü Norveç ve sürekli yükselişte olan Bosna Hersek’ti.

Çok bilenlerimizin sandığı üzere, başarı bir tek sahada kazanılmıyor. Öyle hiç kolay değil, kritik maçlardan alnının akıyla ayrılmak.


15 günlük kamp süresince Haluk Ulusoy futbolcularla yattı, onlarla kalktı. Bir an olsun yalnız bırakmadı. Başkanvekili Affan Keçeci zaten kampın tek sorumlusuydu.  Ulusoy motivasyon için çırpındı durdu. Bir dediklerini iki etmedi. Özel hayatlarına varıncaya kadar tüm dertleri ile ilgilendi.

Takımın başında ise, futbolcumuzla aynı dili konuşan, o takıma yıllarca kaptanlık yapmış, kariyeri başarılarla dolu bizden bir teknik direktör vardı. Yalvararak getirmediğimiz, Süper Lig’deki teknik direktörlerle aşağı yukarı aynı parayı kazanan, Türk Futbolunun geleceği için mücadele eden bir hoca. Yani Fatih Terim. Türkiye’nin en iyi motivasyon uzmanlarından biri olan Fatih Hoca, takımımızı taktik ve fizik olarak olduğu kadar, psikolojik olarak da bu maçlara hazırladı. Tek amaç, tek inanç ve tek bir yürek vardı.

Sonuçta iki maçı da kazandık ve EURO 2008’e gitmeye hak kazandık. Millilerimizi bu büyük şampiyonaya götürmeyi başaran yöneticiler, teşekkür beklerken bir anda alaşağı edildiler üretilen suni depremlerle.
Ancak bu depremi hazırlayanların hesaplamadıkları bir şey vardı. Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşları, malzemeden çalınmamış, iyi yapılmış bir bina misali kuvvetli bir alt yapıya sahiptiler. Bu tür suni depremler onları yıkamazdı. Binaları ayakta kaldı. Ama depremi yapanlar derme çatma yaptıkları yapının altında kaldılar. Ama işin kötüsü emanet aldıkları Türk Futbolu da onlarla birlikte depremzede oldu.

Türk Futbolu 2008’de yaşadığı depremden bu yana enkaz altında ve hala can çekişiyor. O zamandan bu zamana, enkazın altından mesaj atan depremzede misali sinyallerini vermişti. Ama kurtarma ekipleri maalesef bu kadar kötü icraatlar karşısında bu depremzedeye ulaşamıyor.

Kimse bana masal anlatmasın, 2008 deki Avrupa Şampiyonası’ndaki başarı, mirası yiyen Hasan Doğan’ın değil, o mirası bırakan Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının başarısıdır.
Haluk Ulusoy öyle bir miras bıraktı ki, bu mirası hak etmeyen 3 tane mirasyedi başkan bile yiye yiye bitiremedi. Ta ki Hırvatistan maçına kadar. Maalesef miras bitti.

Mirasyediler her alanda çuvalladılar. Konfiçyusün dediği gibi; ”Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.”

Ulusoy yönetimi, 2008 senesinde görevi bıraktığında, federasyon kasasında 74 Milyon TL vardı. Mirasyedi depremzedeler döneminde çarçur edilen bu paranın bugün nerelere gittiği ve kasanın durumu meçhul…

Bilinen Hiddink’in bugüne kadar Türkiye Futbol Federasyonu’ndan tam 20 Milyon TL aldığı. Ayrıca Haluk Ulusoy döneminde çalışan personelin yüzde 90’nın görevine son verip, şişirilen kadrolar ve uydurma görevlerle,  600’ü bulan çalışan sayısı, israfın bir kanıtı niteliğinde adeta.

Oysa Haluk Ulusoy 18 ay zorunlu olarak görevine ara verip tekrar o göreve başladığında, bir kişinin görevine dahi son vermemişti. Hatta daha sonra kendisini arkasından vuracak, Truva atı Genel Sekreter Lütfi Arıboğan’ı bile tüm ikazlara ve uyarılara rağmen kovmamıştı.  Personel sayısını ise ihtiyaç olmasına rağmen mevcut sayının ancak yüzde 10’u kadar arttırmıştı.
Yıllarını futbola vermiş, hocaların hocası Gündüz Tekin Onay’a 15.000TL maaş veriyor diye eleştirildi. Oysa aynı görevleri yapan insanların bugün 100 binlerle ifade edilen maaşlarına kimse ses çıkarmadı.
Milli Takımın başarısı zaten ortada ama rakamlara vuracak olursak; O günden bugüne 44 Milli maç oynamışız. Bunun 19’u özel maç. 25 resmi maçta aldığımız galibiyet sayısı ise sadece 12.
Bu rakamlar bile enkazın ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Türk futbolunun acil olarak bir arama kurtarma ekibine ihtiyacı var.
Bunları dilim döndüğünce zaman zaman yazdım.  Kimileri yazdıklarıma inandı, kimileri ise ”Bu yönetim seni kovduğu için böyle yazıyorsun” dedi. Geldiğimiz noktada sanırım haklı çıktım.

Türk futbolu, girdiği bu enkazdan nasıl kurtulacak? Türk Futbolunun sesini duyan olacak mı?
Önümüzdeki günler hepimize, herkese o beklenen kurtarma ekibinin iş başına gelip gelmeyeceğini gösterecek. Merak etmeyin…

twitter.com/prosentez

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder