21 Kasım 2006 Salı

İyi ki varsın ezeli rakibim, ebedi dostum

1971- 72 -73 yılları…

Galatasaray 3 sene üst üste şampiyon olurken, takımın başında efsane teknik direktör İngiliz Brian Birch varmış. Türkiye’de taraftarlar ilk kez yumruk şovla onun sayesinde tanışmış. Sarı kırmızılılar o yıllarda sahaya çıktıklarında hocalarından gördüklerini uyguluyorlarmış ve taraftarlara giderek aynı anda yumruklarını havaya kaldırırlarmış. Güzel bir görüntü, hoş bir espri oluşurmuş.

Tıpkı kendi karakteri gibi, hırçın, sert futbol oynatan bir İngiliz’miş Brian Birch. Hatta o kadar hırçınmış ki sahada foto muhabirlerini kovaladığı, onların fotoğraf makinelerini kırarak olay çıkarttığı bile olurmuş. Talebeleri ondan geri kalır mı, o günlerin yıldız futbolcularından Şevki ve Gökmen de, bir maçta numaralı tribüne tırmanarak seyirci kovalayacak kadar hırçınmış.

Fakat teknik direktörlerin, futbolcuların bu kadar hırçın olduğu bu dönemde bile, numaralı tribünde karışık otururmuş taraftarlar. Bu güne nazaran daha saf, daha spor doluymuş müsabakalar. Maç bitimlerinde galipler tebrik edilir, mağluplar teskin edilirmiş taraflarca… Bırakın kavgayı, dövüşü, küfür bile çıkmazmış ağızlardan. 


İnönü Stadı’nda oynanan bir Beşiktaş - Fenerbahçe maçı sonrasında dağılan taraftarlar, Sarı-Kırımızı dolmuşu ile Taksim – Beşiktaş arasında ekmek parasını çıkaran o zamanların meşhur Galatasaraylı amigosu Karıncaezmez Şevki’ye tezahürat yapacak kadar da centilmenlermiş. 

Avrupa’nın Fair Play kavramıyla henüz tanışmadığı bu dönemde, saha dışında bunlar olurken saha içinde kendi kabuğumuzun dışına çıkma başarısını gösterememişiz. Takımlarımızın Avrupa arenasında pek esamesi okunmazmış. 1954 özel maçta yaşanılan 3-1’lik Macar zaferi yıllarca mutlu etmiş taraftarları. Zaten Milli Takımımızın bir elin parmaklarını geçmeyen başarıları dışında, kulüp takımlarımızın adını pek duyan olmamış Avrupa’da…

30’lu yaşların henüz başında olduğumdan bunları tabii ki yaşama fırsatı bulamadım. Büyüklerimin bana anlattıklarıyla yetinmeye çalıştım imrenerek… 

Hiç şüphesiz Türk futbolu o dönemden bu döneme kadar çok büyük başarılara imza attı. Saha içinde zaferlerden zaferlere koşuldu. Milli Takımımız üst üste iki defa katıldığı Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final oynama başarısı gösterirken, Dünya Kupası’nda 3. olarak gönülleri feth etti. Galatasaray UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı Türkiye’ye taşıdı. Bunun yanı sıra Şampiyonlar Ligi’nde birçok başarıya imza attı. Ama ya saha dışında…


80’li yılların ortalarından itibaren Türkiye hızlı bir değişime uğradı. Hızlı ve apar topar bir şekilde liberal ekonomiye geçiş, beraberinde değişen değer yargıları ve ahlaki değeri de getirdi. Her şey bir değişim aracı olan “para”ya endekslendi.

Çalışarak, hak ederek, layık olarak, toplumun itibar ettiği, saygı duyduğu mevkilere ulaşmak ve maddi-manevi kazanç sağlamak, imkansız hale gelirken; Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sosyal sınıfların hemen hemen hepsinin içinden bir kesit isteklerini gerçekleştirebilmek için anayasa ve kanunlardaki boşluklardan, iyi çalışmayan denetim mekanizmasından, caydırıcı özelliği olmayan ceza yasalarından faydalanarak, köşeyi dönmek için her türlü yolu mubah saydı.


Futbol ailesi de bu değişimden nasibini fazlasıyla aldı. Futbolumuz içindeki yönetici profilleri ve yönetim anlayışları hızla değişti. Başarı için her yol mubah diyen bu düşünce, yavaş yavaş ele geçirdi futbol camiasını. Ne kanun, ne nizam tanıyan bu anlayış “Yapanın yanına kar kalır. Ben yaptım oldu !” felsefeleri ile, ne hak gözetti, ne hukuk. 

Futbolumuz; şike, teşvik, ve doping gibi kavramlarla tanışmaya başladı. Gazete ve gazeteciler de, Türkiye’de yaşadıkları için hem bu yozlaşmaya katkıda bulunduklarından, hem de katkıda bulundukları yozlaşmadan kendi paylarını aldıkları için bu sarmalın içinde yer aldılar.


İşte bu nedenle de benim jenerasyonumun o dostane görüntülerin yaşandığı, iyi oynayanın kazandığı, takımların eşit şansının bulunduğu bir futbol ligini yaşama ve seyretme şansı kalmadı.

Peki ne olacak bu Türk Futbolu’nun hali? Kim düzeltecek bu bozulan yapıyı?
Türkiye Futbol Federasyonu’nun bunu tek başına düzeltebilmesi imkânsız.


Her şey aslında şu sihirli sözcükte gizli; İyi ki varsın ezeli rakibim, edebi dostum. Futbol ailesi, içindeki kavgayı bırakıp bu kelimeyi söylemeyi ve uygulamayı başarabildiğinde eski günlere dönüş başlamış olacak.

Aslında düzelmek için tek bir yol var. Herkes futbol içinde bozulan ahlaki ve temel değerleri onarma çabası içinde olmalı. Radikal tedbirler alınmalı ve bunları acilen uygulamaya geçirilmeli. 


Futbolcusundan taraftarına, yöneticisinden spor yazarına, devlet adamından teknik adama kadar uzanan geniş bir yelpazede, çeşitli çalışma gurupları kurularak, futbol camiasını bir araya getirecek büyük bir platform oluşturmalı ve bu platformda kaybolan futbol değerlerini tekrar Türkiye’ye kazandırma uğraşı içine girmeli.

Bunlar yapılırken de Türkiye Futbol Adamları Derneği, Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği, Türk Futbol Vakfı, Türkiye Spor Yazarları Derneği gibi konusu ve içeriği futbol olan önemli dernek ve kuruluşlardan da yardım ve destek istenmesi ihmal edilmemelidir.


Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Mehmet Ali Şahin de, kişilerle uğraşmak, intikam peşinde koşmak ve birilerinin çıkarları için kaos yaratmak yerine bu konulara eğilmiş olsa sanırım Türk sporu epeyce yol alır. 

Bir futbolsever olarak beklentimiz, hem saha içinde hem de saha dışında Fair Play ruhunun yaşanması. Bir ütopya da olsa, umudumuz taraftarların tıpkı eskiden olduğu gibi kendi takımlarının şapka ve kaşkolleri ile birlikte maç izlemelerini görebilmek. Kim bilir belki de bu ütopya günün birinde gerçek olur!

8 Kasım 2006 Çarşamba

Hedef: Avrupa Şampiyonu Türkiye

08.11.2006 tarihli Stadyum Dergisi'nde yayınlanan yazım:


Şimdi okuyacağınız satırların bir benzerini bir kaç yıl önce yazmış ve hemen hemen aynı duyguları sizinle paylaşmıştım.


Siyasilerimiz, düşünürlerimiz, sanatçılarımız “Avrupa, Avrupa” diye çırpınıp, yırtınırken ve de kendilerince bu konuda maksimum gayreti gösterdiklerine inanırken, futbolcularımız ve futbolu yönetenler bu kapıyı çoktan araladı.

2000 yılında Galatasaray, Avrupa’nın en büyük kupalarından birini Kopenhag’da havaya kaldırırken aslında bir inanılmazı başarıyordu. Bugüne kadar takımlarımızın bir üst tura geçmesi bile zafer olarak adlandırılırken Galatasaray’ın böylesi bir kupayı alması elbette zafer ötesi bir şeydi. Fatih’in aslanları tabi ki kahramandı. Kupa Galipleri Kupası’nın o yıl iptal edilerek, UEFA Kupası’na eklenmesi ile daha da zorlaşan bu kupayı o sene kimin kazanacağı Avrupa’da da merak konusuydu. Ve Galatasaray’ın bu kupayı alması tüm Türkiye’yi olduğu kadar tüm Avrupa’yı da şoka soktu. Avrupa’yı şoka sokmakla kalmadı futbolda başarı çıtasını da çok yukarılara çıkardı.

Öyle ki Milli Takımımızın önce Avrupa Şampiyonası’na katılmaya hak kazanması ve hemen ardından bu turnuvada çeyrek final oynaması bile başarı olarak kabul edilmedi ve küçümsendi.

Milli Takımımızın Japonya’da yapılan Dünya Kupası’na gitmeyi garantilemesi ile birçok spor yazarımız felaket telalığı yapmaya başlamışlardı. “Rezil oluruz”, “Puansız döneriz”, “Şenol Güneş ile bu iş olmaz” ...
Spor basınında nerdeyse hiç kimse okuyucusuna ümit vermiyordu. Hemen herkes Ay Yıldızlı takımımızın eleneceği konusunda hem fikirdi. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy’a açık mektuplar yazılarak Teknik Direktör Şenol Güneş’in kellesi istendi. Güneş’in kariyerinin bu turnuvayı kaldıramayacağı iddia edildi... Başkan Ulusoy ise tüm bu eleştirileri göğüsleyip adeta kendini Güneş’e siper etti ve kendisine sonuna kadar güvendiğini açıkladı... Güneş ve onun futbolcuları da Başkan Ulusoy ‘un güvenini boşa çıkarmadı ve Türk ulusuna Dünya üçüncülüğü hediye etti.

Maalesef bu büyük başarı sonrasında iki dev turnuvanın kapısından döndük. Bu kapıları aralayabilmeyi başarsak belki de bu bugün ülke futbolumuzun yeni payeleri olacaktı. Özellikle Almanya’da yapılan Dünya Kupası’nı izlerken üzüntüden kahrolduk.

Bunları unutmak zorundaydık, unuttuk…

Şimdi ise ay-yıldızlılarımızın önünde yeni hedefler, kazanılması gereken büyük başarılar var.

Sezon başında Almanya’da geniş kadro ile yapılan hazırlık kampında temelleri atılan yeni milli takımımız, Avrupa Fatihi hocamızın elinde şekillenerek Moldova maçı ile gerçek kimliğini bulmaya başladı. Arda Turan, Nuri Şahin, Can Arat gibi birbirinden genç oyuncuları kadrosunda barındıran Ay Yıldızlı takımımız, Hakan Şükür, Rüştü Reçber gibi isimlerin tecrübe ve kalitesinden de faydalanmayı ihmal etmedi.

Hedefi olmayan takımlar başarılı olamazlar. Nitekim milli takımızın teknik direktörü Fatih Terim’de göreve geldikten kısa bir süre sonra yaptığı basın toplantısında, gazetecilere milli takımımızın hedefini açıkladı; AVRUPA ŞAMPİYONLUĞU…


Kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi?


İmkânsız mı dersiniz…

Milli takım atmosferini en yakından yaşayan biri olarak her şeyden önce şunu belirtmeliyim. Çok büyük aksilik olmadığı takdirde bu takım final oynayacak ve AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Bunu futbolcuların içindeki azmi ve hırsı çok iyi bildiğim için söylüyorum. Bunu inandığım için söylüyorum. Bunu cezalı maçlarında tüm olumsuz şartlara rağmen tek bir puan bile kaybetmeyen ay - yıldızlı takımımıza güvendiğim için söylüyorum…

Bu takım AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Ama sevgili spor yazarlarımızın kadrosu ile değil Fatih hocamızın kadrosu ile şampiyon olacak. Basınımızın pek sevmediği ve sürekli eleştirdiği Haluk Ulusoy ve arkadaşlarının desteğiyle şampiyon olacak. Ve her okuduğuna inanmayan, mantığını da göz önüne alan taraftarıyla şampiyon alacak...