Erkan’ın ölümü basit bir kaza deyip geçiştirilecek türden değil. Son yıllarda başlayan gazeteci düşmanlığının bir uzantısı olarak gerçekleşmiş bir olay bu. Nasıl mı?
Büyük kulüplerimiz son 10 yıl içinde “Markalaşma” adı altında ilginç uygulamalar hayata geçirdiler.
Önce antrenmanlar basına hafta bir gün kapanmaya başladı. Taktik antrenmanında futbolcular rahat etmeli, taktiksel bilgiler dışarı sızmamalı dendi. Sonra bu kapalı antrenmanlar önce ikiye ardından üçe çıktı. Sonra bir de baktık ki sadece bazı antrenmanları basın izleyebilir hale gelmiş.
Sonra yasaklar devreye girmeye başladı. Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!
Tesisler alt yapı olarak bile bir çok eksiğe sahipken kale duvarı gibi duvarlarla çevrilmeye, üst düzey güvenlik önlemlerle donatılmaya başlandı. Sanırsınız ki spor tesisi değil de askeri bir tesis. Aman dışarıdan içerisi görünmesin.
Kulüplerin tek bir isteği var. Taraftar gelsin, para versin, harcama yapsın, desteklesin, ama aleyhte bağırmasın; gazeteci biz çağırdığımızda gelsin, gördüğünü görmesin, duyduğunu işitmesin, biz ne dersek onu yazsın, asla eleştirmesin, reklamımızı yapsın ama bizden olmasın. Yöneticiler de kulübün adını, şanını, şöhretini kullanarak caka satsın.
Ben mesleğe başladığımda 14 yaşında bir çocuktum. 16 yaşında ise Galatasaray Muhabiri oldum ki bu alanda sanırım bir daha kırılması imkânsız olan bir rekor bu. O dönemde gazeteci ağabeylerim futbolcularla tesiste tavla oynar, bilardo maçı yapardı. O yokluk yıllarında dahi gazetecilere çay kahve ikramı yapılır, işlerini en iyi şekilde yapmaları için çalışma ortamı sağlanırdı. Hatta Derwall döneminde hafta bir gün, bir Galatasaray muhabiri takımla antrenmana çıkardı. Bugün Galatasaray TV’nin başında bulunan Bahri Havadır da ogünkü çalışma koşullarını yaşayan bu gazetecilerden biriydi.Yöneticilerin gazeteciye “Bu haberi neden yaptın, şunu neden yazdın?” gibi ucube bir soru sorması hadleri değildi.
Çeşitli zamanlarda çeşitli yayın organları adına üç büyük kulüpte de görev yapma imkânı buldum. Hemen hemen hepsinde durum benzeri şekildeydi. Hatta
Fenerbahçe muhabiri olmak bir keyifti. İlişkiler üst düzeydi ve haber yağardı.
Neticede aynı geminin içindeki insanlardık ve biz gazeteci olarak olanı biteni kulüplerin asıl sahiplerine aktarmakla görevliydik. O zamanın yöneticileri de bunu iyi bildikleri için, bizden yardımlarını hiç esirgemiyorlardı.
Anti terör kapılarının ardına sığınan kulüplerimiz, sonrasında bir de güvenlik görevlisi barındırmaya başladı. Asıl amacı takımı holiganlardan korumak olması gereken bu zatlar, muhabirlerin görevlerini yapmasına yardımcı olacakları yerde, neredeyse yere yatırıp gözaltına alacak kadar sert davranışlarda bulunmaya başladılar. Şikâyet edildiklerinde kimsenin onlara bir şey yapmayacağını bildiklerinden “astıkları astık, kestikleri kestik” bir şekilde “görevlerini” eda ettiler. Kendileri de geçmişte gazeteci olan basın sorumluları geçmişlerini unutarak “Kraldan daha çok kralcı” olmaya başladılar.
11 yıl boyunca Türkiye Futbol Federasyonu’nda Basın Danışmanlığı yapmış ve A Milli Takımda medya iletişimini yönetmiş biri olarak bir gün dahi meslektaşlarımın iş yapmasına engel olmadım, zorluk çıkarmadım. Gerektiğinde yöneticilerimle ve hocalarla ters düştüm, ama hep medyanın yanında yer aldım. Aksini söyleyecek bir meslektaşım dahi çıkarsa, bir daha gazetecilik yapmayacağımın buradan sözünü verebilirim.
Bülent Ülgen'in ısrarları ve içimdeki habercilik sevdasıyla Kanaltürk’te aktif gazeteciliğe geri döndüğümde, karşılaştığım tablo içler acısıydı. Sindirilmiş muhabirler, gazetecileri böcek gibi gören futbolcular, muhatap olmamak için kaçacak delik arayan yöneticiler…
Kendisi de eski bir gazeteci olan ve asıl işi muhabirlere yardımcı olmak olan Galatasaray’ın Medya Sorumlusu Bener Onar, gazetecilerin futbolculara neler sorup neler saramayacağına bile karar verir durumdaydı. Alışmadıkları bir şekilde diretince aslında çıbanbaşı olmuştum.
Nitekim bir Kayserispor maçı sonrası ben isyan edince küçük kıyamet kopmuştu. Burada çekilen görüntülerle TSYD Eğitim Semineri’nde başkanımız Naci Arkan’ın izniyle o zamanki Galatasaray Teknik Direktörü Manchini’ye basına karşı kulübün tutumunu sorduğumda ise aynı Bener Onar, işi daha da ileri götürüp başkanımız Naci Arkan’ı tehdit etmeye bile kalkmıştı.
Galatasaray muhabirleri yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bir platform kurmak istiyorlardı. Bu amaçla bir takım girişimler başlamıştı. Hatta sene başında kaybettiğimiz rahmetli Süleyman Gültekin de benden ve tecrübelerimden yararlanmak istediklerini söyleyip, beni yönetime almak istediklerini söylemişti. Nitekim ilk toplantıya da davet edilmiştim. Ancak sonrasında benim bu çıkışlarım sonrası, kulüpte oluşan rahatsızlık nedeniyle oluşumun dışına itildim. Platformun başkanı Bahadır Çokişler’e defalarca gidişatın iyi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ancak kulüpler kontrolü eline o kadar almış ki kimsenin yapabileceği pek de fazla bir şey yok. Aslında bu hareketlerinde o kadar haklı çıktılar ki, 17 yıllık kadim dostum Galatasaray İdari Menajeri Cenk Ergun bile benimle görüştüğünde başına bir iş gelecek düşüncesiyle telefonlarıma çıkmamaya başladı.
Aslında sorunun temeli gazetecilere değer vermeyip, patronlarla kurdukları ilişkilere güvenen yöneticilerde… Nasıl olsa muhabir bunu yazamaz, gıkını çıkaramaz, “Biz ne dersek o olur” anlayışı ile emekçi gazetecinin tepesine biniliyor.
Erkan kardeşimizin başına gelen bu olay ABD'de yaşansa, yüzlerce avukat ailenin yanında olur ve derhal dava açarlardı. Gazeteler olayın vahametini yansıttıktan sonra, kazanın sorumlularını araştırır ve kimsenin kulübün bile gözünün yaşına bakmazlardı. Ya bizim ülkemiz de? Elim bir kaza! Erkan Koyuncu’nun çocuklarının eğitim masraflarını üstleneceğiz! Çok üzüldük! Yazık!
Yazımın başında da belirttiğim gibi basit bir ölüm değil bu. Erkan pisi pisine gitti. O kale duvarları inşa edenler, takımı gizlemek için uğraşanlar yüzünden gitti.