11 Mart 2003 Salı

Bir derbinin düşündürdükleri

Topu, ayak vuruşu ile karşı kaleye sokma kuralına dayanan ve on birer kişilik iki takım arasında oynanan top oyununu, ayak topu.” Türk Dil Kurumunun sözlüğünde futbol kelimesinin karşısında aynen böyle yazıyor. Ne acıdır ki yavaş yavaş futbolun sadece oyun olduğunu, amacın sadece eğelenmek ve eğlendirmek olduğunu unutmaya başladık.

Galatasaray – Fenerbahçe derbisi başta olmak üzere, bir çok lig maçında olaylar çıktı, sahalara yabancı maddeler atıldı. Anonslara rağmen tribünler durulmadı. Ankara derbisi sonrası futbolcular birbirine girdi, başkanlar çirkin hareketlerde ve açıklamalarda bulundular.

Savaşa Hayır” sloganlarının atıldığı Türkiye’de futbol oyunu, “soğuk savaşa” döndü. “Soğuk savaş” bu hızla giderse “Sıcak savaşa” dönecek. Herkes bunun farkında.. Nasıl ki Amerika tüm Dünya’ya rağmen ben savaşacağım diyor ve kimse buna engel olamıyorsa, Türkiye’de de futbol üzerinde dönen oyunlara kimse dur diyemiyor. “Sportif rekabet” mantığını bir kenara bırakan yöneticiler, spor ile alakası olmayan ve kendi rantları peşinde koşan insanların eksenine giriyor.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü içindeki oldukça yetkili bir arkadaşım, Galatasaray – Fenerbahçe maçı öncesi Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın, maçtan sonra bir takım olayların çıkacağını belirterek kendilerinden 15 yakın koruma istediğini, söyledi. Anlaşılan Şeref Tribünün de çıkan olayların kokusu maçtan günler önce çıkmış.

Maç sonrasında Şeref Tribünün hemen yanındaki VIP tribününde sıcak saatler yaşanıyor. Polis kime el atsa yetkili, kime el atsa görevli. Tam birini topluluktan ayıracak, hemen oradan bir yönetici “Hooop o benim yakınım” diyor. Polis mecburen geri çekiliyor. Mecburen olaylara seyirci kalıyor. Ne de olsa, iki tarafta birilerinin yakını. 

Ne yapacağını şaşıran polis, iyi madem birileri suçlu olmalı deyip kabağı basının başına patlattı. Bir polis şefi “Burada bir tane muhabir bir tane kamera istemiyorum” diyerek emrindekileri gazetecilerin üzerine sürdü ve olayların sonrası ve gelişmeleri görüntülenemedi.

Olaylar henüz durulmuştu. Şeref Tribünün içinde ürpermiş gözlerle etrafı inceliyor ve konuşulanlara kulak kabartıyordum. Bir yönetici, yanındaki arkadaşına ballandıra ballandıra nasıl kavga ettiğini şöyle anlatıyordu: “ Ya zaten kıl oluyorum herife ... Baktım buraya gelmiş, yok (burası VIP, sakin olun beyler), yok (akıllı olun beyler) diyor. Hemen akıllandırdım. Çakınca iki tane nasıl da sindi şerefsiz”. Diğeri, “Ya abi yere düştü ya, tüm hırsımı aldım” diyor. Tüm bunlar konuşulurken bile gözlerindeki kini ve nefreti görebiliyorsunuz.

***

Büyük derbide gözden kaçan birkaç ayrıntı daha vardı. Bunlar ne gazete satırlarına, ne de ekran karelerine yansıdı.

Maç 2-0’ a gelmiş ama buna rağmen Galatasaray atak üstüne atak yapıyor, Fenerbahçe kalesinde farkı arıyordu. Rüştü kalesinde soluk alamazken, Ümit Davala ’nın da dediği gibi Mondragon kalesinde adeta çay içiyordu. Galatasaray taraftarı sin-kaflı tezahüratlarının yanı sıra, her oyun durduğunda, Fenerbahçe futbolcularının üzerine yabancı madde yağdırıyordu.

Özel bir şirkete ait olan Ali Sami Yen Stadı’nın ses sisteminin başında anonsları yapan hukuk öğrencisi Emre diye gencecik bir çocuk var. Emre en fanatik taraftardan daha fanatik. Durduğu yerde duramıyor. Sarı-Kırmızılı yöneticiler gerilen atmosfer içinde her fırsatta Emre’den tribünleri sakinleştirmesi için anons yapmasını söylüyorlardı. Emre’de istemeye istemeye de olsa görevini yapıyor ve “Lütfen yapmayın” diye adeta taraftara yalvarıyordu. 

Tam bu sırada, Galatasaray yedek kulübesinden masör Erkan Kazancı fırlayarak geldi ve “Onlar bize orada neler yaptı. Tribünleri coşturmak için tüm olanakları kullandı. Siz burada seyirciyi frenliyorsunuz. Bırakın ne yapıyorlarsa yapsınlar. Hem bak Fatih hocada kızmaya başladı. Bak karışmam sonra” diye adeta Emre’yi tehdit etti. Daha Erkan Kazancı sözünü bitirmeden yedek kulübesinden Arif ile Vedat çıkageldi. Zavallı çocuk ne yapacağını bilemedi.

Emre kekeleyerek , “Kem küm…Hakem, anons, yönetici…” diye bir şeyler anlatmaya çalışırken Fatih Hoca’nın bir bakışı yetti. Yutkunarak başladı “Re re ra ra Galatasaray Galatasaray Cimbom.” Daha anons bitmeden 4. hakem Muhittin Boşat Emre’nin yanında bitti. “Seni sahadan atarım” Boşat’ın seni atarım dediği yer ses kulübesinin bir adım arkası Galatasaray Özel Locası. Yani yaptırımı yok. Ceza mı ? Ceza zaten gelecek. Öyle de gelecek böyle de gelecek. Bağırsan da gelecek bağırmasan da…

Daha birkaç dakika geçmişti ki , yeni açık tarafında Fenerbahçe’nin kullanılmak istediği ve bir türlü kullanamadığı korner atışı sırasında aynı Fatih Terim ve futbolcular tribünleri “Aman durun atmayın. Aman yapmayın“ diyerek sözde sakinleştirdi. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”
***
Ve bir zamanlar Sarı Kırmızılı tribünlerin sevgilisi olan Fatih Akyel… Şimdilerde ise aynı taraftarın can düşmanı. Fatih maç boyunca ıslıklandı, maç boyunca küfür yedi. Aslında bun hazırlıklıydı da. Maç öncesi Galatasaray soyunma odası önünde eski takım arkadaşlarıyla sohbet ederken, cebinden kulak tıkaçlarını çıkararak, “Bugün en ihtiyacım olan şeyler bunlar” diyerek şakalaştı bile. 

Ama aynı Fatih taraftarın basıksına dayanamadı. Maçta kötü oynaması bir yana, bir pozisyon sonrası eski hocasının da kalbini kırdı. Fenerbahçeli Serhat’ın ofsayt gerekçesi ile sayılmayan golü sonrasında golün iptal edildiğinden habersiz arkasını dönerek, Galatasaray yedek kulübesine sevinçle ! el kol işaretleri yapmaya başladı. Fatih Terim ise golün iptal olduğunu anlatmak için alaylı bir ifade ile arkanı dön gibisinden bir hareket yaptı. Fatih eski hocasının kendisine kızdığını düşünerek “ Sana ne istediğim gibi sevinirim” diyerek hareketlerine devam etti ta ki durumun farkına varıncaya kadar. Birkaç dakika sonra yedek kulübesi önünden kullandığı bir taç atışı sırasında ise durumu toparlamaya çalıştı “Hocam sakın yanlış anlama hareketlerim sana değildi !“

***

Bir tarihi derbi daha geride kaldı. Ama umarım düşündürdükleri bize bir şeyler kazandırır ve Türk Futbolu’nda açılan şiddet yarasının kapanmasına yardımcı olur.

9 Şubat 2003 Pazar

Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur

Sporun Sesi İnternet Sitesi'nde yayınlandı...

Nerelerden nerelere… Tozlu topraklı, çamurlu amatör sahalarda başladığım gazeteciliğimin ilk günlerinde; günün birinde ülkenin en ünlü futbolcularının basın danışmanlığını yapacaksın, ülkenin en fazla okunan medya organlarında yazacaksın deseler, inanmazdım sanırım.

İnternet sitelerine yazı yazmayı niye çok seviyorum biliyor musunuz? Sizi kimse sınırlamıyor. Ne uzunluk kısalık konusunda, ne de yazacağınız yazının içeriği hakkında. Dilediğiniz gibi yazabiliyorsunuz. Aklınızdan o an geçenleri anında okuyucularla paylaşabiliyorsunuz. Teknolojinin gelişmelerini yakından takip etmeyen ve bu nimetlerden faydalanmayan bir çok eski gazeteci ağabeylerim ise çağımızın bu mucize medya organına öcü gözüyle bakıyorlar. Bir türlü kabullenemiyorlar. Bu konudaki düşüncelerimi ileriki yazılarımda sizinle uzun uzun paylaşacağım.


İlk kez tanıştığım hemen herkesin bana sorduğu ilk şey “Nasıl gazeteci oldun ?” sorusu oluyor. Aslında bir okuyucu olarak ben de okuduğum gazetecilerin nasıl gazeteci olduğunu merak etmiyor değilim. Bu nedenle sporunsesi.com için yazdığım ilk yazımda, sınırsız yer avantajımı da değerlendirerek size nasıl gazeteci olduğumu anlatacağım.

Öncelikle şunu hemen söylemeliyim. Kendimi bildim bileli yazmayı, okumayı ve futbolu çok severim. Bu sevgilerimin de bugün meslek olarak seçtiğim gazetecilik de büyük payı olduğunu düşünüyorum.

1987 senesinde Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanındaki Kenan Evren Lisesi’nde, henüz Ortaokula gidiyordum. Sıkı bir Galatasaraylı olmama karşın futbola olan sevgim nedeniyle, okul çıkışlarında boş vakitlerimi Dereağzındaki Lunapark’a gitmek yerine, Fenerbahçe antrenmanlarını izleyerek değerlendiriyordum.

İşte o zaman bu meslekle tanıştım.“Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünü doğrularcasına burnumu her deliğe sokardım. Sobayla ısınan köhne soyunma odalarının içlerine kadar girer futbolcuları izlerdim. Sonra izlenimlerimi sınıf arkadaşlarıma anlatır ve de okulun duvar gazetesine yazardım. 



İşin en eğlenceli tarafıysa  gizlice girdiğim soyunma odasından çıkarken başlardı. Patika yolda bekleyen taraftarlar, beni o zamanlar fizik olarak ve yüz hatları olarak tıpa tıp benzediğim, devrin en ünlü futbolcusu 'Küçük Dev Adam' İlyas Tüfekçi sanarak imza alma yarışına girerlerdi. Ben de hiç bozuntuya vermeden imza dağıtır, soruları yanıtlardım. Benim bu uyanıklığımın farkına varanlar da yok değildi. Doğal olarak özellikle gazeteciler yemiyordu bu numaramı. O zamanlar Güneş Gazetesi’nin genç Fenerbahçe muhabiri olan Sadi Kemal Yaşar ve Türkiye Gazetesi’nin zıpkın muhabiri Hasan Sarıçiçek de bu numaramın farkına varanlardandı. Hoşlarına gitmişti bu muzipliğim ve atılganlığım. Sadi Kemal Yaşar’ın “Gel Çamlıca sahasının amatör muhabiri ol” demesiyle gazetecilik denen bu virüsü kaptım.

Sonra da bir türlü atamadım benliğimden bu mikrobu. Gerçekten de gazetecilik bir hastalık gibidir. Hiçbir gazeteci hayatından memnun değildir. Hangi gazeteciye sorsanız hep kurtulmak ister bu meslekten. Ama hiç biri de başka bir iş yapamaz. Bırakamaz gazeteciliği. Çünkü bir kere tadını almıştır haberi koklamanın, bilgiyi ilk elden almanın ve de okuyucu ile paylaşmanın. Hemen hepsi birkaç kere ayrılmayı da denemiştir meslekten. Ayrılmayı başaranlar yok denecek kadar azdır.

İşte amatör olarak başladığım bu meslekte daha sonra o burnumu her yere sokmanın avantajını kullanarak Güneş Gazetesi’nde önce amatör muhabirlerden sorumlu editör, sonra da Gecelerin Kartalı Değer Eraybar’ın yanında Gece Sorumlusu oldum. En nihayetinde ilk spor müdürüm İlker Ateş beni belki de Türkiye’nin en genç Galatasaray Muhabiri olarak görevlendirdi.

Ve böylece bu dünyaya ilk adımlarımı atmış oldum. Yılar yıları kovaladı. O gazete senin, bu televizyon benim derken bir anda kendimi basının farklı bir kolunda buldum. Bir zamanlar futbolcu taklidi yapan ve onlara yakın olmaya çalışan ben, bugün ülkenin en ünlü futbolcularının basın danışmanlığını yapan bir gazetecisi oldum.

İşte bir gazetecinin gazeteci oluşunun öyküsü… Ama şunu hiç unutmayın aslında “Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur”.