14 Ağustos 2010 Cumartesi

Telefonu kimsede olmayan Part-Time hoca

Türkiye Futbol Federasyonu ’nun (TFF) aylar önce anlaşma imzaladığı, ama Rusya Milli takımı ile olan anlaşması nedeniyle A Milli takımda resmen göreve başlatamadığı, Hollandalı Teknik Direktör Guss Hiddink nihayet Romanya maçı ile birlikte takımın başına geçti.

Fatih Terim’in istifasının ardından, aylarca peşinden koşulup Şubat ayında şartlı olarak ikna edilerek anlaşılan Hollandalı teknik adam İstanbul’da yaptığı ilk basın toplantısında “'İşimin en büyük ve sevdiğim kısmı, Türkiye'deki maçları takip etmek olacak. Zaten oynayan oyuncuları seçiyorum. Pek çok maçı ve oyuncuyu görmek için sabırsızlanıyorum. Birçok oyuncuyu takip ediyorum, ama bunu derinleştirmem gerek. Milli takım olarak pek yerinizde duramazsınız. Seyahat etmek durumundasınız. Ben de seyahat eden bir yöneticiyim. Türkiye'de olduğu gibi yurt dışında da seyahat edeceğim. Avrupa'ya da gideceğim. Burada da vakit geçireceğim” diyerek aslında part-time çalışacağının sinyallerini vermişti. 

Nitekim, ABD’de yapılan ve bir hazırlık kampından çok turistik seyahati andıran maçların ardından, Romanya maçına kadar olan süre içinde, Hiddink’in TFF’nin İstinye’de bulunan binasında kendisine tahsis edilen odasında harcadığı mesai sayısı bir elin parmaklarını geçmedi.

Rusya Milli Takımını 7 milyon euro yıllık ücretle çalıştıran Guus Hiddink’in, A Milli Takımın başına yaklaşık 4 milyon euro gibi rakama gelmesi herkesi şaşkına çevirmişti. Fakat olayın gerçek yüzü kısa sürede ortaya çıkmış ve aslında Hollandalı teknik adam milli takımımızı çalıştırmak için adeta küçük bir servetin altına imza attığı basına yansımıştı. Maç başına galibiyet primi 300 bin euro alacak olan Hiddink, Avrupa Şampiyonasına milli takımımızı götürmesi durumunda 2 milyon euro ekstra prim alacak. Hollandalı bunun dışında çeyrek final için 2, yarı final için 3, final için 4, Avrupa Şampiyonluğu için de 5 milyon euro prim alacak. Bu arada Hiddink'in, Türkiye'ye gidiş gelişlerindeki tüm birinci sınıf uçak biletleri de TFF tarafından karşılanacak. Ayrıca Hollandalı teknik adamın Türkiye'de kaldığı süre içinde Çırağan'da konaklayacağı ve otel odasının ücretinin de TFF tarafından ödenecek.
Part-time çalışma için oldukça iyi rakamlar olsa gerek!

Şimdi sıkı durun! Bu büyük rakamlarla göreve gelen, yardımcılıklarını Oğuz Çetin ile Engin İpekoğlu’nun yaptığı Guus Hiddink’i, yaklaşık 14 teknik adam ve eski futbolcudan oluşan bir ekip destekliyor.

Ben TFF’de görev aldığım dönem içinde Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Ersun Yanal ve Fatih Terim gibi birbirinden değerli tam 4 farklı yerli teknik adamla A Milli takımda birlikte çalışma fırsatı buldum. Milli Takımlardaki işleyişi de çok iyi bilirim. A Milli Takım’ın yaklaşık 30 kişilik geniş aday kadrosu vardır. Milli Takım işte bu aday kadro içinden seçilir. Çok özel ve olağanüstü bir şey olmadıkça bu kadronun dışına çıkılmaz. Bu futbolcular periyodik olarak takip edilir. Ümit Milli Takım ve alt yapı da zaman zaman bu aday kadroyu şekillendirir.
Aldığı ücret Hiddink’in yarısı kadar bile olmayan ama buna karşın çok büyük eleştirilere maruz kalan eski teknik direktörümüz Fatih Terim, tıpkı diğer yerli hocalarımız gibi her gün sabah erkenden görevinin başına gelir, tüm mesaisini sonuna kadar TFF için harcar ve Türk futbolunun gelişmesi için kendisinden de bir şeyler katarak saha dışında da çalışmalarda bulunurdu. Katıldığı sosyal sorumluluk projelerini saymıyorum bile. Oynanan bütün maçları ya bizzat kendi izler ya da beraber çalıştığı A Milli Takım antrenörlerine izletirdi. Ekibinin yetişemediği durumlarda ise Ümit Milli Takım ve alt yapı hocalarından ek yardım alırdı.

Hiddink’in göreve getirilmesiyle birlikte A Milli Takım Maç ve Oyuncu İzleme Bölümü adında bir departman kuruldu.  Yaklaşık 14 eski futbolcu ve antrenörden oluşan bu bölümün sorumluğunu Gökhan Keskin ve Zeki Önatlı birlikte üstleniyor. Yani 30 futbolcuyu takip etmek için Oğuz Çetin ve Engin İpekoğlu dışında 14 kişi.  Her 2 futbolcuyu 1 hoca izliyor demektir bu.

Elbette böyle olunca hangi teknik adam olursa olsun part-time çalışır tabi.
TFF bünyesinde şu anda çalışan kaç antrenör çalışıyor ve bütçeye nasıl bir yük veriyor çok merak ediyorum. Sadece şu yukarıdaki antrenör sayısı ve rakamlar bile TFF’nin dev bütçesinin nasıl açık verdiğini, neden ibra edilmediğini gösteriyor.

Bazı yazıları yazarken gerçekler ve doğrular adına istemeden de olsa sevdiğiniz insanlara zarar verebilirisiniz. Bu departmanda çalışan isimlerin birçoğu benim yakından tanıdığım ve çok sevdiğim insanlar. Ancak doğru bildiğin yolda yalnız kalmayı göze almak gerekiyor. Elbette TFF’den futbola hizmet etmiş, emeği geçmiş eski futbolcu ve antrenörlerin ekmek yemesi gerekiyor. Bu emektarlara tabi ki bir istihdam açılması gerekiyor. Ama bunun yeri yetişmiş futbolcuların mücadele ettiği A Milli takım yerine, futbolcu gelişimi ve yetiştirilmesi olmalı.

Bu arada eski bir TFF çalışanı olmanın avantajıyla bazı bilgiler kulağımıza gelmiyor değil hani. Mesela A Milli Takım dışındaki bütün kategorilerin başında bulunan ve bir anlamda Türk futbolunun geleceğine yön veren, Fatih Terim’den önce A Milli Takım’ın hocası olan Ersun Yanal hala Guus Hiddink ile bir araya gelmiş değil. Ne acıdır ki Yanal’la, Hiddink’i bir araya getirme çabaları maalesef aylardır gerçekleşmiyor. Yanal randevu talebine hala yanıt alabilmiş değil! Bu buluşmanın gerçekleşememesinin nedeni, part-time hocamızın vakitsizliği midir yoksa bu buluşmayı organize edecek kişilerin güç ve yetki hırslarının, akıl ve mantıklarının önüne geçmesi midir bilinmez? Ancak bildiğimiz bir şey var ki part-time hocamızın telefon numarası, yardımcısı Oğuz Çetin dışında TFF’de hiç kimsede yok.

Kim ne derse desin, bugün A Milli Takımın başında Guus Hiddink değil, Oğuz Çetin var. Çünkü buradaki bütün koordinasyonu yapan, takımı şekillendiren, isimleri belirleyen, Hollandalı’ya raporlayan ve idari işleyişi şekillendirip kontrol eden kişi Oğuz Çetin’dir. Bir anlamda A Milli Takımımızın gölge teknik direktörüdür.

Hal böyleyken full-time yerli hocalarımızın başaramadığı ekol oluşturma becerisini, part-time hocamız Guus Hiddink mi gösterecek?  Zaman bunu hepimize gösterecek.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Türk Futbolunun sonu mu geliyor?

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) verdiği ve vermediği kararlarla tarih yazmaya devam ediyor. Türk futbolu, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen ve TFF yönetiminin tarihinde ilk kez ibra edilmediği, büyük bir ihtimalle de iptal edilecek Genel Kurul’un etkileri daha henüz soğumadan, yeni bir tehlike ve büyük bir skandalla karşı karşıya.
Geçtiğimiz sezon yaşanan tartışmalı sürecin ardından Süper Lig'den Bank Asya'ya düşürülen Ankaraspor artık yok!.. TFF aleyhine açtığı davayı geri çekmesi için verilen süre içinde herhangi bir işlem yapmadığı için başkent kulübü ile ilgili son karar verildi ve Ankaraspor ihraç edildi. Mavi Beyazlılar bundan böyle küçükler liginde bile mücadele edemeyecek.
TFF’nin Ankaraspor ile ilgili içine düştüğü durum, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.
Ankaraspor geçtiğimiz sezon Turkcell Süper Lig’den düşürüldüğünde ve tahkimden de olumsuz sonuç aldığında, haklarının gasp edildiğini ileri sürüp durumun hukuka aykırı olduğunu savunarak yerel mahkemeye başvurmuştu. 12 milyon lira tazminat talebinde bulunan Ankaraspor için, ilgili mahkeme Tahkim Kurulu’nun oluşum ve işlemlerinin Anayasa’ya uygunluğunun sorgulanması için Anayasa Mahkemesi’nden görüş istemişti. Adeta TFF’ ye savaş açan başkent ekibi, aslında bir anlamda bu mahkemeyle birlikte Mayıs 2009’da TBMM’de kabul edilen 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunun iptali içinde Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş oldu. Halen devam bu davanın TFF aleyhine sonuçlanması durumunda, Ankaraspor yüklü bir tazminat alacak ve haklarının iadesi mümkün olabilecek.

Bu süreç üzerine harekete geçen Futbol Federasyonu ise çerçeve statü gereği kulüplerin verdiği taahhütnameyi gerekçe göstererek Ankaraspor’un da talimatlara uymasını istemişti. Türkiye liglerinde mücadele eden kulüpler her sezon başında aşağıdaki taahhüdü verirler:

“Kulübümüz Türkiye Futbol Federasyonu bünyesinde amatör futbol faaliyetlerine katıldığından / katılacağından Türkiye Futbol Federasyonu’nun Kanun,Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Ana Statü ve Federasyonca düzenlenen talimatlara,tescil ve müsabaka esaslarına uyacağımızı, Federasyonla, diğer kulüp ve futbolcularla çıkacak ihtilafların 3813 sayılı Kanuna, FİFA Kurallarına ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’na göre kurulup çalışan Tahkim Kurulu tarafından çözümlenmesini ve bu kurulun kararlarına uyacağımızı, bu kararlara karşı hiçbir İdari ve Adli  Yargıya Temyiz,Tashihi karar,yargılamanın iadesi gibi Kanun yollarına başvurmayacağımızı ve bütün bunlara aykırı hareket ettiğimiz takdirde tescilimizin iptalini ve müsabakalara iştirak ettirilmemeyi kabul ve taahhüt ederiz.”

Bu taahhüdü vermeyen takım tescil edilmez ve müsabakalara alınmazlar.
Şimdi birçok futbolsever gibi benim de aklıma takılan bir takım sorular var;
Ankaraspor TFF’yi mahkemeye bugün vermedi ki! Neden mahkemeye verdiği an tescilini iptal etmediniz? Hadi tescilini iptal etmediniz, sene başında kulüplerden aldığınız bu taahhüdü Ankaraspor’dan alamadığınız halde, neden liglere ve fikstür çekimine kabul ettiniz? Bu durumda geçtiğimiz hafta yaptığınız fikstür çekiminden önce ihracı gerçekleştirilemez miydi? Bank Asya 1. Lig’inde düşecek takım sayısı, henüz lig başlamadığı halde 3 ten 2’ye düşürülmüş oldu, bu ligdeki kaliteyi etkilemeyecek mi? Lig henüz başlamadan liglerden ihraç edilen takım neden tüm maçlarda hükmen mağlup edilir ve her maçı oynuyormuşçasına diğer takımlara 3 puan verilir?  Burada bilmediğimiz bir çıkar ilişkisi mi söz konusu? TRT’nin bu oynanmayan maçlardan doğan zararlarını kim karşılayacak? Sırf Bank Asya 1. Lig’de olduğu için Ankaraspor’a transfer olan genç futbolcuların durumu ne olacak? Bu futbolculara yazık değil mi? Bütün kulüplerin takımını oluşturduğu ve bütçelerini bitirdiği bu saatten sonra, bu futbolcular kendilerine yeni kulüp bulabilir mi?
Bu soruların yanıtları verilir ya da verilmez. Netice de yaşam da futbolda devam ediyor ve edecek. Ankaraspor yerel mahkemede açtığı davada kazanması halinde, bu soruların oluşturduğu zararların birçoğu maddi anlamda karşılığını bulur. Bu sadece TFF’nin bütçesindeki açığın büyümesine ve itibarını kaybetmesine neden olur. Telafisi mümkündür. Ancak yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi’ndeki başvurusu Türk futbolu için hayati bir önem oluşturuyor. Eğer Anayasa Mahkemesi bu başvuruyu değerlendirip kanunu iptal ederse, asıl kızılca kıyamet o zaman kopacak. Böyle bir karar adeta Türkiye’nin Bosman davası olacak. İşte o zaman hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sonuçlarını bugünden tahmin etmek çok zor. Ama TFF’nin zaten kuvvetli olmayan otoritesi, bu karar sonrası kökten kaybolacak. Asıl amacı işleri hızlandırmak ve acil kararlar vermek olan Tahkim Kurulu’nun kararları bağlayıcılığını yitirecek ve isteyen her kulüp yerel mahkemelere başvuracak. Kararların çıkması ayları, hatta yılları bulacak.  Kulüplerin TFF’den ayrılması söz konusu olabilecek.
Kısacası Türk Futbolu’nda 20 yılda oluşturulan düzen işin ehli olmayan kişiler yüzünden büyük bir kaosa doğru sürükleniyor. İş işten geçmeden TFF Genel Kurulu acilen olağanüstü toplanmalı ve kanayan yaraya pansuman yapmalıdır.

20 Temmuz 2010 Salı

TFF Genel Kurulu iptal edilecek (mi)?


Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerk olduğu tarihten bugüne kadar, yapılan bütün genel kurullarda çeşitli görevlerle bir şekilde yer aldım. Özellikle son 10 yılda yapılan tarihi kongreleri en yakından yaşayan ve tarihe tanıklık yapan insanlardan biriydim. Kavga da gördüm, coşku da… İhanet de gördüm, destek de... Ama hiçbir zaman görmediğim sahneyi bu kez üzülerek de olsa gördüm.  Maalesef TFF tarihinde ilk kez ibra edilmedi. Hem de usulünce yapılmayan ve kuvvetle muhtemel iptal edilecek olan bir Genel Kurul’da.
Aslına bakarsanız böyle bir gelişmeyi ben bekliyordum açıkçası. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Genel Kurul öncesinde delegelere gönderilen mali raporlarda her şey apaçık ortadaydı.  TFF tarihinde mali tablo ilk kez zarar gösteriyordu.  Türkiye’nin en büyük gelir kalemlerinden birine sahip olan dev kurumu, milyonlarca dolar gelire, onlarca sponsora ve hatta devletin büyük desteğine karşın zarar içindeydi.  Raporları defalarca incelememe rağmen bu olumsuz tabloya bir türlü anlam veremedim.  Oysaki bir önceki yönetim TFF’yi tarihinin en büyük kârıyla bırakmıştı. Ama gelin görün ki aradan sadece 2 yıl geçmiş olmasına karşın artan sponsorlara rağmen mali tablo içler acısıydı. 

Peki, Genel Kurul neden iptal edilecek? Neden böyle bir beklenti var? Nedeni çok basit! Çünkü Genel Kurul yetkisini kanundan alıyor. Oysaki bu kanun bu kez ayaklar altına alındı; 

Statüde
Türkiye Futbol Federasyonu Statüsü”nün “Genel Kurul’un Niteliği ve Oluşumu” başlıklı 21. Maddesi 1. Fıkrasında,Genel Kurul, TFF üyelerini temsil eden delegelerden oluşur ve TFF’nin en yetkili karar organıdır.”  ve 2. Fıkrasında,Sadece usulüne uygun olarak toplanan bir Genel Kurul karar alma yetkisine sahiptir.hükümleri yer alır. Yine aynı maddenin 4. Fıkrasında TFF, Genel Kurula ilişkin işlemleri Genel Kurul İç Tüzüğüne uygun olarak yapar. hükmü ile bu genel kurula ilişkin işlemlerin iç tüzüğe göre yapılması gerektiği öngörülmüştür. Bu statünün 22. Maddesinin “Delegeler ve Oylar” başlığı altında düzenlenen maddesinde ise Genel Kurulun, çağrı tarihindeki belirtilen delegelerden oluştuğu belirtilmektedir. Bu maddenin (h) bendinde ise delege olarak Federasyon üyesi Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği başkanı ile beş delegeden bahsedilmektedir. Aynı maddenin 2. Bendinde “DELEGELERİN, TEMSİL ETTİKLERİ ÜYENİN YETKİLİ ORGANI TARAFINDAN TAYİN EDİLMİŞ VEYA SEÇİLMİŞ OLMASI ZORUNLUDUR. Delegeler, Genel Kurulda talep edilmesi halinde bu durumu kanıtlayan delil sunmakla yükümlüdürler.”
denilmekteyken, Genel Kurul’da Faal Futbol Hakemler Derneğinin Başkanı ve yetkili kıldığı 5 delege yer almamaktaydı. Bu üye derneğe, Genel Kurul İç Tüzüğü hükümlerine göre de gerekli tebligatlar yapılmamıştı. Bu nedenlerle; Statü de açıkça belirtildiği üzere sadece usulüne uygun olarak toplanan Genel Kurul karar alma yetkisine sahip olacağından ve bu Genel Kurul usulüne uygun toplanmadığından Genel Kurulun iptal edilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu konuda Genel Kurul’un iptali ile ilgili bir dava açılmış durumda ve 13 Ekim’de duruşması yapılacak. Elbetteki Türk Adaleti en doğru kararı verecektir. Buna en ufak bir şüphe yok. Buradaki asıl soru, neden bu duruma gelindi?
 Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ve İBB Başkanı Göksel Gümüşdağ tıpkı bir önceki kongrede olduğu gibi yine başrollerdeydi. Bütün kongrede herkes onların ağzının içine bakıyordu. Onların ve onlara yakın kişilerin belirlediği isimlerden oluşan Divan Başkanlığı muhteşemdi! Divan Başkanlığı verilen önergelerin tümünü inanılmaz bir kıvraklıkla bertaraf etmeyi ve TFF yönetimini kollamayı başardı! Ankaraspor delegeleri, Divan Başkanlığı’na 13 sorudan oluşan bir soru önergesi verdi. Bu 13 soruda içinde bulunulan mali tablo ve yönetim ile ilgili çok ciddi sorular vardı. Divan Başkanlığı TFF Yönetimi’nden statü gereği bu soruları anında yanıtlamasını istemek yerine, traji-komik bir şekilde bunu yazılı olarak yanıtlamasını uygun gördü. Oysaki bu usulen yanlıştı.
Sonuçta 5 Ankaraspor delegesi ile bir TFF eski yöneticisi toplam 6 delege TFF’yi ibra etmedi. Kim bilir belki de sorulan bu sorular, tatmin edici olarak yanıtlanmış olsaydı, bu delegeler her şeye rağmen TFF’yi  ibra edecekti. Hatta bu Genel Kurul’un delege yapısının statüde belirtilen şekilde usulüne uygun olarak oluşturulmamış olmasına ve muhtemelen 13 Ekim’deki mahkemede iptal edilecek olmasına rağmen.
Bakalım zaman ne gösterecek. Hep birlikte göreceğiz.

11 Temmuz 2010 Pazar

Devlet uyuma, kulübüme sahip çık

Gençleri kötülüklerden, alkolden, uyuşturucudan ve sigaradan uzak tutmanın en iyi yolu hiç şüphesiz spordur. Sanatsal ve kültürel aktiviteler de hiç şüphesiz spor kadar önemli olsa da, bu konuda sporun eline su dökemezler. Spor yapan kişi sosyal yaşantısına dikkat etmek, bedensel ve ruhsal olarak daima hazır olmak zorundadır. Bu nedenle her türlü kendine zarar verecek unsurlardan doğal olarak uzak durmaktadır. Sporcu Alkolden ve uyuşturucudan uzak durur. Sosyal çevresi genişler. Saygıyı ve ahlakı yaşayarak öğrenir.  

Nitekim Devletimiz de Anayasamızın 59. maddesiyle sporun geliştirilmesini sağlamak zorundadır. 59. Madde aynen şu şekildedir;  Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder. Devlet başarılı sporcuyu korur.

TAPDK diye bir kurumun adını duydunuz mu hiç? Varlığından haberdar mısınız?
Birçoğunuzun bu harf yığının ne anlama geldiği konusunda bir fikri olduğunu sanmıyorum. Hatta ilk kez duyduğunuzu iddia bile edebilirim. TAPDK,  Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun kısaltılmış hali. Yani devletin bir kurumu, bir anlamda DEVLET. Bu kurum düşünmüş taşınmış, gençlerimizi alkolden korumanın en iyi yolu nedir deyip bir dizi düzenleme hazırlamış.
TAPDK yeni düzenlemeleri nedeniyle uzun yıllardır Türkiye Basketboluna hizmet veren Efes Pilsen Spor Kulübü, kapanma tehlikesiyle yüz yüze bulunuyor.
Peki Efes Pilsen deyince aklınıza ne geliyor?
Şuna yüzde yüz eminim ki bu satırları okuyan herkesin ağzından bu soru karşısında, Basketbol, Koraç Kupası, Hidayet, Avrupa’da başarı gibi sportif kelimeler dökülüyor. Kimsenin aklına ilk planda alkollü bir içki markası geldiğini sanmıyorum.
Hepiniz biliyorsunuzdur ama ben bilgilerinizi tazelemek adına yer avantajımı da kullanarak bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
 Ülke sporunun gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla 1976 yılında kurulan Efes Pilsen Spor Kulübü, kurulduğu günden beri sayısız başarıya imza attı. Türk spor tarihinde ilk kez bir Avrupa Kupası kazanan takım olma unvanını alan Efes Pilsen Spor Kulübü, birçok kez Türkiye Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve Türkiye Kupası kazandı ve defalarca yurtdışında Türkiye’yi başarıyla temsil etti. Altyapı takımlarında oynayan sayısız oyuncusu ile Türk Milli Basketbol takımlarına sürekli oyuncu yetiştiren Efes Pilsen ayrıca FIBA ve NBA nezdinde Avrupa’nın en prestijli basketbol takımı. Son derece başarılı bir sosyal sorumluluk örneği olan Efes İle İlk Adım Basketbol Okulları ile birçok ilimizde binlerce genci ücretsiz olarak basketbol ile tanıştırdı ve hayatlarına sporu soktu. Efes Pilsen Basketbol Kulübü’nün Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa düzenlediği Efes İle İlk Adım Basketbol Okulları, 31 ilde 33 merkezde yaklaşık 15 bin gence ücretsiz basketbol eğitimi verdi.
İşte böyle bir marka Efes Pilsen.  Ticari markasının çok üstüne geçmiş olan sportif bir marka. Yılda yaklaşık 40 milyon dolara yakın spora para akıtan belki de tek marka.

İşte bu adını ilk kez duyduğunuzu sandığım TAPDK’nın yeni düzenlemesinin yasalaşması halinde, metnin 24. maddesinin (e) fıkrası ile yıllardır Türkiye’de basketbolun gelişimine büyük katkılar sağlayan Efes Pilsen Spor Kulübü’nün faaliyetleri sona erdirilecek. Bu düzenleme, aralarında her yıl başarıyla düzenlenen ve Türk Milli Basketbol Takımı ile diğer ülke milli basketbol takımlarının katıldığı Efes Pilsen World Cup organizasyonunun bulunduğu diğer spor sponsorlukları da sonlandıracaktır.
 
Yahu sen Devlet olarak sporu destekleyecek yeni sponsorlar bulacağına, hatta alkolü içecek markalarını bu konuda zorunlu olarak sporun içine çekeceğine, uzaklaştırıyorsun. Bu nasıl bir anlayış, nasıl bir mantık!


21 Haziran 2010 Pazartesi

Bir barışma hikayesi...

Gündüz Tekin Onay futbolun Atatürk’üydü dersem sanırım abartmış olmam.  Türk futbolunda yaptığı sayısız devrim niteliğindeki çalışması, tarzı, konuşmaları, çalışma prensibi, disiplini ve en önemlisi futbol sevgisiyle farklı biriydi O. 
Hayatımda tanıdığım en çalışkan insandı. Sanırım Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarihi boyunca Gündüz Tekin Onay gibi çalışkan bir profesyoneli olmamıştır. Sabahleyin tan yeri ağarırken gelirdi TFF’ ye. Normal mesai saatine kadar tek başına çalışırdı. Bu saatleri altın saatler olarak nitelendirir ve “En verimli çalışmalarımı bu zaman diliminde yapıyorum” derdi.  
Bürokrasiden nefret ederdi. “Çözümün anahtarıyız” sloganı ile pratik çözümler üretirdi. Zamanın TFF Başkanı Haluk Ulusoy ile olan ilişkisi ise sıra dışıydı. Ulusoy’u Türk futboluna kazandırmış olmanın ayrıcalığı ile Başkan üzerindeki etkisi çok büyüktü. Türk futbolu için devrim niteliğindeki birçok kararı yönetimden pratik şekilde geçirmesinde hiç şüphesiz bu iyi ilişkinin de rolü vardı. Haluk Ulusoy’a sık sık özel mektuplar yazar ve kişisel yorumlarıyla gidişatı değerlendirirdi. Yanlış giden şeyleri söylemekten hiç kaçınmaz, ağır eleştirilerde bile bulunurdu.
Ofisinde çalışma masasının hemen arkasında, çalıştığı kulüplerin ve de kazandığı başarıların üzerine işlendiği bir kupa vardı.  Zaman zaman bu kupayı çıkartır, işte tüm hayatım burada derdi.  Onun futbola olan sevgisi, bildiğim bütün sevgilerden çok daha farklıydı. Futbol için ölümü bile göze alabilirdi. Nitekim hasta yatağında, ölüm döşeğinde bile futbol aşkı hiç bitmemişti. Yeni yıldızların yetişmesi, çocukların futbolu daha çok sevmesi için son nefesine kadar futbol için çalışmaya devam etti. Doktorlarının şiddetle dinlenmesini söylediği hastalığının ileri evrelerinde bile evden TFF’ deki işlerini götürmeye gayret etti. Eksiklikleri, hataları o halde bile gördü ve düzeltti.
Adanaspor’ la duygusal bir bağı vardı. Kulüpten bahsederken sanki çocuğundan bahsediyor gibiydi ve adeta gözlerinin içi gülüyordu. En büyük hedeflerinden biri tekrar bu kulübün başına geçerek, Adanaspor’ un adını Avrupa’da duyurmaktı.  Yaşadığı kriz ve özel nedenlerden dolayı Adanaspor’un profesyonel liglerden ihracı gündeme geldiğinde, bu sorunun çözümü için birçok formül üretti. Çalmadık kapı bırakmadı. Bayram Akgül ile ilk kez kendi evinde bir araya geldiğinde, ben de oradaydım.  Bayram Akgül arda arda şampiyonluk sözü ve sınırsız destek vereceğini söylediğinde mutluluktan havalarda uçuyordu.  Başkan Akgül’e “Takım Süper Lige çıkınca başkan ben olacağım ona göre. Kendi ekibimi kurar, onlarla çalışır seni de artık fahri başkan yaparım” takılırdı.
Onun, o amansız hastalığa yakalanmasına neden olan sigaraya olan bağlılığı, gerçekten hayret vericiydi.  Uykuyu hiç sevmez, yaşamda kaybedilmiş zaman olarak düşünürdü. Sigaraya olan bağımlılığını da “Bir tane daha fazla sigara içebilmek için dayanabildiğim kadar uyanık kalıyorum ve bir an önce sigara içebilmek için erkenden uyanıyorum” diye anlatırdı.  Hastanede yattığı dönemde, ziyaretçilerinden zorla edindiği sigaraları, yaramazlık yapan bir çocuk gibi doktorlardan ve hemşirelerden çekinerek, odasındaki tuvalette gizli gizli içerken aldığı keyifi dün gibi hatırlıyorum.
Daha önce hiçbir yerde açıklamadığım ve kimsenin bildiğini sanmadığım bir sırrımı bu satırlarda sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu sırrı açılmak konusunda çok tereddüt ettim, ancak tarihi bir olaya aracılık etmiş olmam nedeniyle açıklamamda bir sakınca olmadığını düşündüm.
Gündüz Tekin Onay, TFF’de ikinci kez göreve geldiğinde Fatih Terim ile araları sudan bir sebepten dolayı açıktı. Gündüz Hoca, Fatih Hocayı çok sevmesine karşın, tarzını benimsemiyor ve çevresiyle olan ilişkilerini her fırsatta eleştiriyordu.  En çokta etraflarında bulunan yağcılara çok kızıyordu.  Sohbetlerimizde de buna atıfta bulunarak ,“Fatih’le benim aramdaki en büyük fark ne biliyor musun? Fatih, kendisine ‘İmparator’ denince inanıyor ve havaya giriyor. Bense bana yapılan övgülere gülüp geçiyor ve daha çok işimin olduğunu düşünüyorum” derdi.
Fatih Terim’le güçlerini birleştirdiklerinde neler yapabileceklerinin her ikisi de farkındaydı. Ama daha önce onun hocalığını yapmış ve onu ilk milli takım almış olan biri olarak ilk adımı önce ondan bekliyordu. Fatih Hoca da aralarında yaşadıkları olayda kendini haklı gördüğü için buna pek sıcak bakmıyor aksine ilk hareketin ondan gelmesini bekliyordu. Bu durum TFF’nin Beylerbeyi’nde çalışan tüm personeli için de kâbusu olmuştu.  Herkes iki dev ismin arasında sıkışmış kalmış ve nasıl davranacakları konusunda sıkıntılar yaşamaya başlamıştı. TFF içinde, Gündüz Hocanın adamları ve Fatih Hocanın adamları şeklinde, insanlar sınıflanmaya başlamıştı. Bu durum yöneticileri de rahatsız ediyordu. İkisinin barışması için araya bir sürü aracılar sokuldu. İkisinin de katılması gereken toplantılar konuldu. Ama ikisi de Nuh diyor, Peygamber demiyordu.  Bütün çabalar sonuçsuz kalıyor, bir türlü barışmıyorlardı. 
Bense hem Gündüz Hocanın, hem de Fatih Terim’in Medya Danışmanlığını yapan biri olarak bu duruma çok üzülüyordum. İkisine de çok yakın biri olarak durumdan kendime vazife çıkardım ve kendimce bir formül bularak, bunu uygulamaya soktum. Gündüz Hocanın ağzından bir mektup yazarak Fatih Hocaya, Fatih Hocanın ağzından da bir mektup yazarak Gündüz Hocaya verdim. İkisi de bu mektubu benim yazdığımın farkına varmadı. Çünkü ikisinin de tarzına çok hâkimdim ve yaşadıkları olaydaki yumuşak karınlarının ne olduğunu çok iyi biliyordum.
Bu mektuplar aralardaki buzların erimesine ve kendi gerçek mektuplarını yazmalarına neden oldu. Zaten takip eden ilk toplantıda barıştılar. Barış sonrasında da devrim niteliğinde projeleri birlikte uygulamaya başladılar.
Bugün bile Türk Futbolu o gün uygulamaya geçen projelerin meyvesini yiyor.
Gündüz Hoca ile ilgili anılarım, düşüncelerim sayfalara sığmayacak kadar çok. Tek bildiğim şeyse, hayatımdaki en büyük eksiklerimden birinin onu geç tanımak olduğudur. Öz Babam gibiydi, onu çok özlüyorum.  Nur içinde yat!

6 Haziran 2010 Pazar

Lobi sevgi ve gönül işidir

Türk futbolu tarihi bir fırsatı elinden kaçırdı. EURO 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapamayacak olmamamızın verdiği derin üzüntü içindeyim.

Gerek Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve gerekse Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan nezdinde devletimiz tüm girişimlerde bulunup, üzerine düşeni fazlasıyla yaparak Türkiye Futbol Federasyonu’na gerekli tüm desteği gösterdi.  Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar tarihinin hiçbir döneminde yapılmayanı yaparak, bir futbol turnuvası için bir milyar dolar garanti verdi. Bu bile böylesi bir yarışta başlı başına öne geçme sebebidir.  
 Bu noktada Türkiye Futbol Federasyonu’nun hazırlık aşamasında gerekli lobi çalışmalarını hakkıyla yerine getirmeyerek, bu önemli organizasyonun Türkiye’nin elinden kayıp gitmesine neden olduğunu düşünüyorum
Bu tür adaylıklarda en önemli nokta lobi faaliyetleridir. Lobi de sevgi ve gönül işidir.

Ülkemizde gerçekleştirilen en büyük iki uluslar arası organizasyon olan 2005 Şampiyonlar Ligi Finali ile 2009 UEFA Kupası Finali’ni Türkiye’ye kazandıran Haluk Ulusoy’un ekibinde çalışmış biri olarak, UEFA İcra Kurulu’nun karar verme sürecini en iyi bilenlerden biri olduğuma inanıyorum. Ülkenin altyapısı, ulaşım imkânları ve bunun gibi birçok etmenin yanı sıra, gerek oy verecek ülkelerin federasyonları ile gerekse o ülkelerin temsilcileri ile girilecek kişisel ilişkilerin de, en az fiziki özellikler kadar önemli olduğu, artık tüm dünya tarafından kabul görmüş bir gerçektir. Bunu gerek 2005 gerekse 2009 finalinin Türkiye’ye verilmesi için girdiğimiz mücadelelerde sayısız kez yaşadık. 

Ayrıca 2006 yılında, neredeyse tüm uluslar arası turnuvalardan ihraç edilmenin eşiğinde olan ülkemizi, Haluk Ulusoy ve ekibi göreve gediğinde tecrübeleri ve geçmişe dayanan sıcak kişisel ilişkileri sayesinde nasıl en az ceza ile bu kötü süreçten kurtardığına bizzat şahit oldum.

Bu arada UEFA Başkanı Michael Platini’nin 2007’de yapılan UEFA Kongresinde başkan seçilmesinde nasıl bir katkımız olduğunu en iyi bilen isim, bugün hala onun yardımcılığı görevini yürüten Sayın Şenes Erzik’tir. Seçimler öncesinde Lennart Johansson favori gösterilirken, günün şartlarında ülke menfaatlerimiz gereği desteklediğimiz Michel Platini ‘yi nasıl başkan yaptığımızın, bir anda 8 ülkenin oyunu nasıl değiştirdiğimizin yakın şahididir. O dönemde TFF’nin Yayın Arşiv ve Dokümantasyon Direktörü olarak bu süreci Düsseldorf’ta yaşayanlardan biri de bendim. Ülke federasyon başkanları ile Haluk Ulusoy’un arkadaşlığını görünce şaşkınlığımı gizleyememiştim.

Tüm bu tecrübeler ışığında lobi işini layıkıyla gerçekleştiremeyen TFF Başkanı ve Yönetim Kurulu bu adaylık sürecini iyi yönetememiştir. Yaşanılan süreci bir kez daha sorgulamalıdır.

Yine aynı şekilde, sunum esnasında gösterilen tanıtım filminde, futbolun baş aktörlerinin yer almayışı da başlı başına bir skandaldır. Tüm Avrupa’nın yakından tanıdığı Hakan Şükür, Hasan Şaş Rüştü Reçber gibi isimlerden tek kare görüntünün yer almamasının, tüm dünyanın yakından tanıdığı, Dünya Kupası 3. lüğü zaferinin mimarı Şenol Güneş’in, Avrupa Şampiyonası 3. lüğünün patronu Fatih Terim’in sunumda esamesinin bile geçmemesinin hiçbir izahı olamaz.

Mevcut yönetimin eski yöneticilere karşı girdiği anlamsız tavrı biliyorum. Buna rağmen ülke menfaati söz konusu olduğunda bütün husumetlerin sonlandırılması gerekirdi.
Ancak Amerika’daki sıradan hazırlık turnuvasına Türk futboluna hizmet etmiş futbol adamlarını taşımayı görev edinen, 500 kişiyi turistik seyahate götüren TFF, UEFA’da lobi gücü olan futbol adamlarını Cenevre’ye taşımayı akıl edemedi.  TFF’ ye göre ABD'deki sıradan turnuva galiba, Euro 2016 adaylığından daha önemliydi! 

Hagi, Lucescu, Souness ve bunun gibi ülkemizde görev almış ve Avrupa Futbolunda önemli yeri olan isimlerden yardım istenemez miydi?

Eminim ki Haluk Ulusoy ve ekibinden, ya da Levent Bıçakçı’dan bu konuda yardım istenmiş olsaydı; bu isimler tüm ilişkilerini harekete geçirir, ellerlinden gelen yardımı yapardı.

Bu arada UEFA İcra Kurulu’nun yapmış olduğu oylama sonrasında bir oyla kaybettiğimizin öğrenilmesinin ardından yaşanan gelişmeleri ise şaşkınlıkla izledim. Eminim sağduyulu tüm sporseverler de benimle aynı duyguları hissetmiştir. 

Bu tip adaylıklarda kazanmak ne kadar önemli ise kaybettiğiniz anda verdiğiniz tepkiler de o denli anlamlıdır. Tüm adaylık sürecini yöneten yetkililerin sonuç açıklandıktan sonraki davranışları maalesef kaybetmeyi de bilmediklerinin göstergesi olmuştur.

Bütün futbol camiası üzüntü içinde. TFF Başkanı ve Yönetim Kurulu, bulundukları görevin sorumluluğu yerine getirip getirmediklerini, bir kez daha sorgulamalıdır. Bir oyla bile kaybedilmiş olsa bile, bu başarısızlığın faturasını ödemek zorundadırlar.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Biri bana anlatsın!

Hep birileri adına, belli bir konu için yazmaktan sıkıldım. Bugüne kadar yapmadığımı yapacağım ve bu sefer kendim için, içimden gelenleri, kısaca kendimi yazacağım. Burası benim Facebook sayfam ve Blog'um olduğuna göre, sanırım bunu burada yapabilirim ve istediğimi yazabilirim. Bir formata bağlı olmadan, özgürce. Profesyonelce değil, amatörce…

Kendimi bildim bileli yazıp duruyorum. Beni yakından tanıyanlar iyi bilirler. Hep idealist oldum. Etliye sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan edemedim. Bir yerde hata gördüysem “Kral çıplak” demekten de geri kalmadım, başarı karşısında “Yalaka” damgasını yemek pahasına alkıştan da… Politik olmadım, olamadım. Sözümü söylemekten hiçbir zaman geri durmadım.

Meslek yaşantım boyunca kendi tanıştığım ve yanında çalıştığım insanlar dışında, amcalarım, dayılarım olmadı hiç. Henüz 14 yaşımda amatör saha muhabirliği, 16’ımda ise Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde Galatasaray muhabirliği yapma fırsatını elde ettim. 22 yaşımda reytingi yüksek olan bir televizyonda, Kanal 6’da Spor Servisi istihbarat şefiydim. Yıllarca o gazete senin bu gazete benim it gibi çalıştıktan sonra, 26 yaşımda kendi işimi kurma kararı aldığımda, Türkiye’de daha önce yapılmamışları yaptım. Türk Futbol Tarihi’ni içeren interaktif bir CD projesini ortaya koyduğumda, hâlihazırda insanların evlerinde bu CD’yi çalıştıracakları bir bilgisayarları bile yoktu. İlk kişisel futbolcu web sitesini Alpay Özalan’a kurduğumda ise Türkiye daha internetle yeni tanışmıştı ve bilinen kayıtlı sadece 350 bin civarı internet kullanıcısı vardı. 

Ardından yayına açtığım futbolcu sitelerinin ve danışmanlığını yaptığım kişilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı ilgi sebebiyle fazla trafiğin oluşturduğu maliyetten dolayı resmim.com’u üç otuz paraya satmak zorunda kaldığımızda, tahminimce bugünün onun muadili olan Facebook’un kurucuları internete girmek için ailelerden izin alıyorlardı. Milli Takım’ın özel anlarını bir belgeselle seyirciye aktarma fikrini ortaya attığımda, o zaman daha henüz TFF Başkanı olmamış olan Başkanvekili Haluk Ulusoy dışında kimse bu fikrimi anlayamamış, birkaç ay sonra Fransa Milli Takımı’nın Dünya Şampiyonası öncesi çekilmiş özel görüntülerini izlediklerinde, ancak vizyonumu biraz tahmin eder gibi olmuşlardı.

Hocaların hocası lakabıyla gönüllerde taht kurmuş rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın, Türk Futbolunu yapılandırmak için kurduğu geniş ekipte, ona en yakın olarak çalışma fırsatını elde etmiş olan biri olarak gurur duyuyorum. Öyle ki, bugünkü TFF yönetiminin bizim projelerimizi kendi projeleri gibi lanse etmeleri bile, bu gururu üzüntüye çevirmeye yetmiyor.

Yazdıklarım çok megalomanca gelebilir. Ama aslında biz gazeteciler hepimiz gizli megalomanlarız. Sadece bunu açığa vurmak büyük cesaret ve özgüven ister. Ben bunu insanlarla paylaşmaktan çekinmiyorum. Kendimle gurur duyuyorum çünkü bakıldığında hiç de fena sayılmayan ve kolayca elde edilemeyecek iyi bir CV oluşturmuşum. Her ne kadar bir işe yaramasa da geriye dönüp baktığımda bu tablodan büyük haz alıyorum. Ama yaptığım işin tanımsızlığı çok canımı sıkıyor. Gazeteciyim dediğimde “Hangi gazete?”, Yönetmenim dediğimde “Hangi filmleri yönettiniz?” ve Yapımcıyım dediğimde de “Ne yapıyorsunuz?” sorularına muhatap olmaktan nefret ediyorum. O zaman anlıyorum ki ben gerçekten bir şey yapmamışım!

Bunları yazdığımı görüp de mutsuz olduğumu düşünmeyin sakın! İyi bir mesleğim, ekmek paramı kazandığım bir şirketim, çok sevdiğim bir eşim, 2 tane de yaşam kaynağı çocuğum var. Böyle düşününce ben çok zengin bir adamım diyorum. Ancak kafama takılan bazı sorular var ve günlerdir kendime hep bu soruları sorup duruyorum: Ne kadar ömrüm kaldı? Geriye ne bıraktım? Hak ettiğim yerde miyim? Neden benim de bir gazetede köşem yok? Televizyonlara sunduğum benzersiz projeler neden kabul görmüyor? Bu zaman diliminde değil de farklı bir zaman diliminde mi yaşamalıydım?

Bir yerlerde hata yapmış olmalıyım! Ama nerede? Bunu henüz bulabilmiş değilim.

2 Ocak 2009 Cuma

Meslektaşlarıma zorunlu açıklama

Abdülkadir Çakır'ın yaptığı açıklama sonrası yaptığım Basın Bültenini aşağıda bulabilirsiniz.

Zorunlu Açıklama

Profesyonel meslek hayatımda ilk kez yaşadığım, tatsız ve anlamsız bir olay nedeniyle, zorunlu olarak bu açıklamayı yapmak durumundayım.
1996 yılından bu yana şirketim Prosentez aracılığıyla kurumlara ve şahıslara, başta prodüksiyon ile danışmanlık olmak üzere, çeşitli profesyonel hizmetler vermekteyim.

Bu süreç içinde, basın danışmanlığı çerçevesinde, aralarında spor kurumlarının da bulunduğu, spor yöneticileri, sporcular ve spor dünyamızın birçok ünlü ismi ile spor medyası arasında köprü kurdum. 

Verdiğim hizmetin, hassas ve güven gerektiren bir iş olmasından dolayı, hep ince eleyip sık dokudum. Mesleğimin gerektirdiği prensip ve kurallara sıkı sıkıya bağlı kaldım. Bu nedenle, hem müşterilerimin bana karşı olan inançları, hem de sürekli diyalog halinde olduğum meslektaşlarımın ve medya kuruluşlarının bana karşı duydukları sonsuz güven, benim için onur ve gurur kaynağı oldu.

Rizespor Başkanı Sayın Abdülkadir Çakır, 29 Aralık 2008 Pazartesi günü, profesyonel olarak hizmet verdiğim ve basın danışmanlığını yürüttüğüm Sayın Tahir Kıran aracılığıyla, benimle temasa geçerek bir basın açıklaması yapacağını ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Kendisi ile Sayın Tahir Kıran’ın telefonundan iletişime geçtim ve istemiş olduğu istifa metnini birlikte hazırladık. Sayın Çakır’ın onayı ile bu metni kendi mailimden medya kuruluşlarına yolladım.

Sayın Abdülkadir Çakır’ın tamamıyla isteği ve bilgisi dahilinde yapılan bu yazılı açıklamaya rağmen, bugün medya kuruluşlarında Sayın Çakır’ın, ''Çaykur Rizespor Kulübü Başkanı olarak ne kulübe, ne de Sportif A.Ş.'ye başkanlık görevinden istifa ettiğime dair resmi bir bildirimim olmamıştır'' şeklindeki ifadeleri ve istifasının kendi bilgisi dışında basın danışmanı tarafından medyaya gönderildiği ve basın danışmanının görevine son verildiğini açıklaması beni çok şaşırttı.

Profesyonel olarak hizmet vermediğim halde, sadece Sayın Tahir Kıran’ın ricası ile Sayın Çakır’a yardım etmeme rağmen, kendisinin bu tür ifadeler kullanması beni derinden yaralamıştır.

Dolayısıyla hiçbir organik bağımın olmadığının bir kez daha altını çizdiğim, Sayın Abdülkadir Çakır’ın görevime son vermesi de söz konusu olamaz.

Prosentez çatısı altında, sevilen ve güvenilen Cüneyt Yalınkılıç profiliyle, aynı güven çerçevesinde hizmet vermeye ve köprü kurmaya devam ediyorum. Ve şunu da çok iyi biliyorum ki yaşanan bu anlamsız olay beni sizler önünde zan altında bırakmayacaktır çünkü sizler beni yakından tanıyorsunuz.

Saygılarımla;
Cüneyt Yalınkılıç

28 Mart 2008 Cuma

TFF Teşkilatına Veda Mesajı

TFF Ailesinin Saygıdeğer Üyeleri, 
Değerli Büyüklerim, 
Sevgili Çalışma Arkadaşlarım,

1997 yılından bu yana şirketim Prosentez aracılığıyla hizmet verdiğim ve son iki buçuk yıldır da Yayın Arşiv Dokümantasyon Direktörü olarak bir fiil görev yaptığım TFF çatısından, Yeni Yönetim Kurulumuzun gördüğü lüzum üzerine ve benimle çalışmak istememesi nedeniyle 27 Mart 2008 itibari ile ayrılmış bulunuyorum. 

Bu 11 yıl içinde, bu kutsal çatı altında sizlerle çalışmış, tanışmış ve birçoğunuzla yakın ilişkiler kurmuş olmaktan dolayı kendimi şanslı hissediyorum. TFF ailesinin bir parçası olabilmenin haklı gururunu yaşıyorum. Sayısız organizasyonda birlikte çalıştığımız, kimisi artık TFF çatısı altında bile olmayan dostlarım da dahil olmak üzere, iş dışında da bir çok şey paylaştığım dostlarıma ve özellikle kadim dostum, kader arkadaşım, aynı odayı paylaştığım Mustafa Kemal Artalan ile her başım sıkıştığında yardımıma koşan Zeki Çol başta olmak üzere, bana verdiğiniz destek, arkadaşlığınız, yakınlığınız, anlayışınız, sevginiz ve sabrınız için sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bilmeyerek ya da istemeyerek sizleri kırdıysam özür dilerim.

Ancak sözleşmemin sona erdirildiğini, Milli Takım kampına gittiğimde elimde bavullarla kapıda kalınca, idari menajerden öğrenmem hiç şık olmadı. Verdiğim emeklerin karşılığında bunu hak etmediğimi, en azından kampa gitmeden önce bağlı bulunduğum yetkili bir ağızdan sözlü dahi olsa bir tebligatın yapılması gerekirdi diye düşünüyorum. 

Sayın Metin Kazancıoğlu TFF camiasında 1996 yılında rahmetli Orhan Şahin’den sonra tanıdığım ilk insandır. Kendisini hiçbir zaman bir TFF çalışanı ya da yönetici gibi görmemiş aksine tıpkı yukarıda bahsettiğim satırlarda olduğu gibi, bir ağabey, bir dost, bir arkadaş gibi kendime çok yakın hissetmişimdir. Türk futboluna medya içinde ve dışında, gazeteci olarak 20 yılını vermiş ve herhangi olumsuz bir sebepten dolayı sözleşmesi sona erdirilmemiş biri olarak, TFF Genel Sekreteri Metin Kazancıoğlu’nun tebligat konusunda göstermediği saygıyı, benim canım “Metin Abim” den sevgi dolu bir telefon olarak beklerdim. 

Öte yandan, gerek basketbol oynadığı dönemde gazeteci – sporcu, gerek Ülkerspor’da yöneticilik yaptığı dönemde gazeteci idareci, gerekse de TFF Genel Sekreteri olduğunda işveren - çalışan ilişkisinde bir saygıdeğer büyüğüm ve abim olarak görüp sevdiğim, saygımı hiçbir zaman eksik etmediğim Sayın Lutfi Arıboğan’ın, tüm bu süreçlerdeki hukukumuza rağmen, Nisan 2007 den bu yana talep ettiğim sayısız randevu talebine ve maillerime yanıt vermeyerek, TFF Yönetim Kurulu’na girdikten sonra da bambaşka bir insan olması beni derin bir hayal kırıklığına uğratmıştır.

İşte bu sebepler ve yaşananlar yüzünden daha da hassas ve kırgınım. Yüzümde buruk bir tebessüm ile aranızdan ayrılırken bir gün tekrar beraber olmak umuduyla saygılarımı sunarım.

Hakkınızı helal edin…

Cüneyt Yalınkılıç
Yapımcı-Yönetmen-Medya Danışmanı