27 Haziran 2015 Cumartesi

Atamaya devam

Türkiye Futbol Federasyonu seçimli olağan genel kurulu geride kaldı. Ancak seçimli genel kurul yine atamalı genel kurula dönüştürüldü.

Son olarak 19 Ocak 2006 yılında yapılan TFF seçimleri sonrasında hala seçim yapılabilmiş değil. Atama federasyonuna dönüştürülen sistem sonrasında, mevcut yönetim veya iktidar kimi isterse o başkan olmakta. Nitekim bu seçimde de aynısı yaşandı.

297 delegeden oluşan ve 280’nin hazır bulunduğu genel kurulda, onlarca futbola hizmet etmiş futbol adamı dururken, divan başkanı olarak bir siyasetçi Mehmet Baykan’ın seçilmesi bile size bu genel kurulun nasıl bir ortamda gerçekleştiği hakkında fikir verebilir.

Kulüpler genel kurulu oluşturacak delegelerini TFF’ye bildirmek zorundalar. Yani mevcut başkan, delegeleri ve delegelerdeki değişimleri anında öğrenebiliyor. Diğer adayların ise delege listelerini öğrenmeleri çoğu zaman mümkün değil. Hele ki listelerdeki değişimleri öğrenebilme şansları hemen hemen hiç yok.

Yıldırım Demirören’in adaylık için nasıl 240 imza topladığını futbol ailesindeki herkes biliyor.

Ankara’da yapılan genel kurul öncesi yaklaşık 50 – 60 delege ile sohbet etme olanağı yakaladım. İçlerinde bazıları ile dostluklarım oldukça fazla. Hemen hepsi Demirören’in kendilerine yaptığı baskıdan, tehditlerden bahsetti. İmza konusunda yaşadıkları sıkıntıları dile getirdi.

Özellikle Trabzonspor delegeleri vicdanları ile başkanları arasında sıkışıp kaldılar. Aralarında en korkusuz olanı Yakup Aslan çıktı. Vicdanının sesini dinleyerek ve adeta isyan ederek daha önce baskıyla imza verdiği Yıldırım Demirören’den imzasını çekerek, Haluk Ulusoy’a imza verdi.

İmza çekmek konusu gündeme gelmişken hemen bahsedeyim. Daha önce Haluk Ulusoy’a imza vermiş olan Ahmet Çakar, gördüğü LÜZUM üzerine imzasını Twitter üzerinden bile geri çekebilirken; Yıldırım Demirören’e baskı altında imza vermiş delegeler, yasal dilekçe ile imzalarını geri çekemediler.

Haluk Ulusoy’un topladığı 65 imzanın tamamı kendisinin ifadesi ile HELAL’dir. Bu imzalar, ne bir tehdit ne bir baskı ile alınmıştır. Bu 65 delegeden 26’sı daha önce Yıldırım Demirören’e imza vermişseler de, sonrasında kararlarını değiştirmişler ve resmi dilekçe ile bunu ispatlamışlardır.  Başvuru dilekçelerinde açıkça “Daha önce verdiğim imza geçersizdir, irademi değiştirdim “ diye belirtmelerine rağmen bu delegelerin imzaları sportif! divan başkanı Mehmet Baykan tarafından mükerrer sayılmıştır.

Yıldırım Demirören gibi 240 imza almış, divan başkanını 135 imza ile belirlemiş bir adayın aslında 65 imza almış bir adaydan bu kadar korkmaması gerekir. Mükerrer olmayan ancak karşı taraf geçmiş 26 imzadan kendisi vazgeçmeli ve bu kadar güçlüyse sandıkta zafer elde etmesi gerekirdi.

Ancak Yıldırım Demirören’in seçime gitmek gibi bir niyeti hiç olmadı. Muhalif olanlara her türlü zorluğu çıkardı. Kendi yönetim kurulunda olmasına karşın, sonradan fikir ayrılığına düştüğü Yemen Ekşioğlu’nu bile salona sokmadı. Hatta gazeteci olarak girmesine dahi engel oldu, akreditasyonunu iptal etti.

Salonda alakasız isimler bile konuk olarak yer alırken, Haluk Ulusoy’un yönetim kurulu listesinde yer alan avukatını dahi salona sokmadılar. Bu konudaki tüm yasal mevzuat yok sayıldı. Konuk olarak salona girmek isteyen ve bu konuda yasal olarak başvuruda da bulunmuş olan oğlu darp edildi. Sonrasında kerhen sekreterinin yanına gelmesine izin verdiler. Ancak avukatlarını kesinlikle salona yaklaştırmadılar. Buna karşın Yıldırım Demirören listesinde yer alan fakat delege olmayan ve salonda bulunması için hiçbir vasıf taşımayan Nihat Özdemir elini kolunu sallayarak salonda dolaştı.


Haluk Ulusoy seçime haksız bir şekilde sokulmamıştır. Mağdurdur ve mazlumdur. Yıldırım Demirören’in 26 imza için kaçtığı sandık mahkeme ile de olsa eninde sonunda karşısına gelecektir.

21 Haziran 2015 Pazar

TFF'de Başkan nasıl seçiliyor?


Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ciddi bir yol ayrımına geldi. Türk Futbolu 25 Haziran’da seçim yapacak mı yoksa atamayla mı yoluna devam edecek?

Adı her ne kadar seçim olsa da 25 Haziran’da toplanacak TFF Genel Kurul Divanı’na kadar seçim olup olmayacağı belli değil. Nasıl mı?

TFF Başkanlığına isteyen herkes “aday olmak” için müracaat edebiliyor. Ama aday olamıyor. Çünkü TFF talimatlarına göre aday olunmuyor, aday gösteriliyor aslında.

Futbolla alakası olmayan, futbol topunu görse “bomba” diye karakola götürecek herhangi biri bile “Ben aday olmak istiyorum” diyerek, ilan edilen genel kurul tarihinden 7 dün öncesine kadar TFF’ye başvurabilir. Ancak başvurmuş olması, seçime girebileceği anlamına gelmiyor. Çünkü kulüpler tarafından bildirilmiş ve küçük bir kısmı da doğal olarak bu hakkı kazanmış bugün için toplamda 297 delegeden 5’te 1’nin imzasını alamayan, bırakın aday olmayı, salona bile giremiyor.

Yani 1977 den bu yana futbolun hemen her alanında bulunan TFF’nin ilk seçilmiş başkanı olan, TFF Onursal Başkan ünvanını taşıyan, UEFA’nın yıllarca 1. Asbaşkanlığını ve FİFA’nın İcra Komitesi üyeliğini yapmış Şenes Erzik bu seçimlere girmek istese, 60 kulübün imzası olmadan “Ben adayım” diyemez. Tıpkı sizin gibi tıpkı benim gibi. Onunla aramızda hiçbir fark yok!

Her aday delegelerden açık açık imza almak zorunda. İmza veren delege, imza verdiği adayın seçilememesi durumunda başına geleceği hesap etmek durumunda.  Anlayacağınız çok ama çok demokratik ortam!

Bu yazdıklarım seçimlerin ne kadar demokratik ve mantıklı olduğu ile ilgiliydi. Bir de bu işin masa başı var ki hiç sormayın!

Türk futbolunda şu anda görünmeyen iğrençliklerle dolu ciddi bir savaş var.

Kavgalar, küfürler, tehditler rüşvetler… Aklınıza belki gelebilecek, ama hayalini asla kuramayacağınız bir dünya ayak oyunu.

Sıradan bir futbolsever bu iğrençlikleri görse, bırakın tribüne gitmeyi, televizyonda bir maç görse kanal değiştirir.

İşte bu ortamda Haluk Ulusoy bildiğiniz bir mucize peşinde. Nasıl bir yarışta olduğunu tahmin bile edemezsiniz.

Karşısında sadece TFF’nin mevcut başkanı ve bir medya patronu olan Yıldırım Demirören yok! Kulüpler Birliği Başkanı Göksel Gümüşdağ da olanca gücüyle Ulusoy’un başkan olmaması için elinden geleni yapıyor.

Haluk Ulusoy daha adaylığını bile açıklamadan hakkında karalama kampanyası başlatıldı. Psikolojik baskı ile algı oluşturuldu. Eski ve yeni sporcularla locasında yaşadığı gol sevinci farklı yönlere çekilmeye çalışıldı. Oysa ki Haluk Ulusoy Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena’nın ilk açıldığı günden bu yana loca sahibi. Her maçta, her takımdan, her siyasi görüşten dostunu konuk ediyor. Bu loca adeta futbol tekkesi gibi. Kapısı herkese açık. Ama nedense bugüne kadar hiç gündeme gelmeyen bu konu bir anda gündeme geldi.

Mevcut Başkan Yıldırım Demirören Milli Takımımız için hayati önem taşıyan! Kazakistan maçına tüm kulüp başkanlarını TFF olanakları ile götürdü? Çünkü bu maç çok önemliydi. Yoksa Demirören’in amacı orada asla TFF seçimi ile ilgili toplantılar yapmak, çeşitli vaatlerde bulunmak, delege olanlardan imza almak değildi.

Kulüpler Birliği Başkanı daha hiçbir adayın belli olmadığı bir anda, hem de tüm kulüplerin uzlaşı halinde olmamasına rağmen çıkıp Yıldırım Demirören’i destekleyeceklerini açıkladı. Bu toplantı da Göksel Gümüşdağ, Cumhurbaşkanımızı kastederek “Beyefendi Yıldırım Demirören’in bir dönem daha devam etmesini istiyor” diyerek üstü kapalı adeta kulüpleri tehdit etti.

Zaten, Yıldırım Demirören ve kurmaylarının delegeleri tek tek arayarak “Eğer bize imza vermezseniz seçim sonrası ne olacağını bilemeyiz?” demelerini baskı olarak görmemeliyiz!

Haluk Ulusoy tüm engellemelere, baskılara rağmen bu mücadelenin içine girdi. “Oyum sizin, ama imza istemeyin” diyen delegelere, önce imza verip sonra gördüğü LÜZUM üzerine imzasını geri çeken sözde futbol kahramanlarına, ağza bile alınmayacak küfürlerle Yıldırım Demirören’e küfürler yağdıran ama iş imza vermeye gelince kaçacak delik arayan DELİKANLILARA rağmen Haluk Ulusoy gerekli imzayı toplamış görünüyor.

Eğer son dakikada imza veren delegeler bir tezgah yapmaz ve mükerrer imza oluşmazsa bu sefer sandıkta bir imtihandan geçilecek.

Altı üstü 297 delege için sizce kaç sandığa ihtiyaç vardır? Tek sandıkta bile çözülebilecek bu seçim için 8 sandık hazırlamak ne kadar iyi niyetli bir yaklaşım?

Hem de hangi sandıkta hangi kulübün kullanacağı akıl almaz bir sistemle dizayn edilmişken. Yani aslında pek de gizli bir seçim olmayacak. Futbol dünyasının içinde olan ve o gün o salonda bulunan herkes hemen hemen kimin kime oy verdiğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebilecek.

Ne kadar demokratik değil mi?


14 Haziran 2015 Pazar

Bir sonraki seçim 10 yıl sonra olmasın!

Türk futbolunda tam 9, 5 yıl sonra ilk kez bir seçim yapılacak. Futbolun kaderi belirlenecek.

Türkiye Futbol Federasyonu’nda (TFF),  iki adayın en son yarıştığı seçim, 19 Ocak 2006 yılında Haluk Ulusoy’un hükumet destekli Ayhan Bermek’e karşı elde ettiği zaferin yaşandığı genel kurulda yapılmıştı.

Sonrasında Haluk Ulusoy yönetiminin çeşitli bahanelerle defalarca istifası istenmiş, onlarca müfettiş ile soruşturulmalar yapılmış, hiçbirinden  sonuç elde edilemeyince de, zamanın Genel Sekreteri Lütfi Arıboğan içeriden -turuva atı gibi- kayyum olarak atanarak, sözde seçime gidilmişti.

Bu seçimde adeta olağanüstü hal kuralları uygulanmış, tüm delegeler tek tek aranarak, kimisi iddia alacakları, kimisi vergi soruşturma tehditleri ile ikna edilmiş! ve Hasan Doğan darbe yaparcasına 2008 Avrupa Şampiyonası öncesi koltuğa oturtulmuştu. 

Haksız bir şekilde koltuğa gelen Hasan Doğan da, Haluk Ulusoy ve arkadaşlarının başarısını yok sayarak, adeta tek başına sahiplendiği 2008 Avrupa Şampiyonası sonrası sözde kahraman olarak hakkın rahmetine kavuşmuştu.

Ardından hep atama yaparcasına, işaret edilen isimler aday oldu ve adayların karşısına rakip çıkmadı. 

Önce Mahmut Özgener şike illetini yaşattığı, skandallarla dolu bir döneme imza attı. Mahmut Özgener döneminde, TFF özerkliğinden o güne kadar ilk kez ekonomik anlamda bütçesinde açık verdi.

Sonrasında göreve Mehmet Ali Aydınlar getirildi. 

Kimse karşısına çıkıp aday olamadığı için, (Hani benim ön ayak olmamla aralarında şarkıcı, mimar, öğrenci gibi kişilerin bulunduğu ön adayları çıkardığım o meşhur sözde seçimle) oturdu koltuğa. 

Daha bir hafta geçemeden şike bombası elinde patladı. Misyonu belliydi. Daha önce yöneticisi olduğu kulübü düşmekten kurtarmak ve zirve mücadelesi içinde tutmak için bir dünya fırıldak çevirdi. UEFA ile pazarlık yaptı. Ama gel gelelim kulübünü ikna edemeyince istifa etti.


Yerine bu kez işaret edilen isim Beşiktaş’ı ekonomik anlamda batağa sürükleyen, kendi taraftarlarının “Yeter Yıldırım Demirören yeter” tezahüratlarını bestelediği, ve kendisini “Tüpçü” diye adlandırdığı iş adamıydı.

Bu seçimlerin hiçbirinde bu atanan isimlerin karşısına bir futbol adamı çıkıp gerekli imzayı toplayıp aday olamadı.

Yıllar sonra ilk kez bir seçimde gerçek anlamda iki ya da daha fazla adayın yarışması söz konusu…

Ama gelin görün ki Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın eşinin tarafından damat olarak anılan , lakabı “Altın ….” bilinen Göksel Gümüşdağ, kapalı kapılar ardında tekrar Yıldırım Demirören’in işaret edildiğini iddia ediyor. Her platformda onun için çalışıyor.  Üstü kapalı tehditlerle imzalar topluyor, destek arıyor…

Açıkçası ben Cumhurbaşkanımızın bu kadar yoğun bir gündem içinde, işi gücü bırakıp TFF seçimleri ile ilgileneceğine pek ihtimal vermiyorum. Hatta kulağıma gelen dedikodulara göre Cumhurbaşkanımızın kardeşi Mustafa Erdoğan da Göksel Gümüşdağ’dan nefret ediyormuş, futboldan elini çekmesi için olanca gücü ile çalışıyormuş. Bunlar dedikodu! Ama ateş olmayan yerden de duman çıkmaz.

Zaten pek de adil olmayan rezil bir seçim sistemine sahip TFF’de, dengesiz bir yarış söz konusu. Bu tür siyasi müdahalelerin, iftira ve karalama kampanyalarının bu kez geri tepeceğini düşünüyorum. Çünkü adaylık için imza vermeye korkan bir çok delegenin, sandıkta imza verdiği adaydan farklı bir adaya oy vereceğini biliyorum. Bunlara bizzat şahidim.

Tabii Göksel Gümüşdağ daha önce başvurduğu kirli oyunlara yine başvurursa durum değişebilir. Malum 2006 öncesi yapılan bir seçimde akıllara ziyan bir yönteme başvurulmuştu. Bu yöntemin mimarı yine “Altın ….”’di. Oy pusulaları sınırlı sayıda oy verme kabinlerine konulmuş, oyunu kullanan delegeden sandığa atmadığı pusulayı göstermesi istenmişti. Bu pusulayı Göksel Gümüşdağ’a göstermeyen delegeler türlü türlü yaptırımlarla karşı karşıya kalmıştı. Ama bu kez bu tür bir yönteme cesaret edilebileceğini sanmıyorum.

Asıl demokrasi bu seçimlerde yaşanacak.  297 delegeden 60 imza toplama başarısını gösteren aday olarak yarışabilecek. Her delege sadece bir adaya oy verebiliyor. İmza veren delegeler daha sonra adaylarını elbette değiştirebiliyorlar ama diğer imzasının geçersiz olduğunu belirmeleri zorunlu.

Duygun Yarsuvat’ın neden aday olduğunu kimse anlayabilmiş değil. Yıldırım Demirören’e imza vermek istemeyen ancak Haluk Ulusoy’a da imza vermekten çekinen Galatasaray’ın bir staretejisi olduğunu iddia edenler var. Ben Duygun Yarsuvat’ın yeterli imza sayısına ulaşabileceğine inanmıyorum.

Benim koordinatörlüğünü Ebru Aykaç'ın sunuculuğunu 
Turan Sofuoğlu'nun teknik direktörlüğünü yaptığı
 Futbolstar'da, Erdal Alkış (arkada) programın yapımcılığını üstlenmişti.
Birkaç kelime de adı sanını futbol kamuoyunun bilmediği diğer adaydan bahsedeyim. Ön aday olarak sahneye çıkan Erdal Alkış daha önce Star TV’de yayınlanan Futbolstar’ın yapımcılığını üstlenerek eline yüzüne bulaştırmış bir kişi. Koordinatörlüğünü yaptığım bu yarışmada ben dahil bütün çalışanlarının parasının üstüne oturmuş, yarışmacılara verdiği vaatlerin hiç birini yerine getirmemiş, isim peşinde koşan, eski İçişleri Bakanı Abdüladir Aksu’ya yakınlığıyla bilinen ve şimdi burada sırf mahkemelik olmamak için kullanmayacağım bazı hoş olmayan sıfatlara layık bir kişilik. Kaile bile almaya değmez. Bırakın 60 imzayı, bir imza bile alamaz.

Yıldırım Demirören dışında aday olacak hiçbir aday, son dakikaya kadar Yönetim Kurulu adaylarını açıklayamaz. Çünkü anında bu isimler baskıya maruz kalır. Yaptırımlardan nasibini alır. Bu isimler ancak seçim gecesi belli olur.

Umarım adil bir seçim olur.. Umarım bir sonraki seçim 10 yıl sonra olmaz. Umarım Türk futbolu kendine yakışan bir başkan seçer...


8 Ocak 2015 Perşembe

Sahibinden az kullanılmış satılık delege!

2008 Şubat ayında yapılan darbeyle siyasi güçlerin eline geçen Türkiye Futbol Federasyonu, o günden bu yana izlediği yönetim anlayışıyla adeta kapalı rejim ile yönetilen bir ülke gibi. Hani o ülkeyi gerçek yaşamdan örnek vermek gerekseydi hiç tereddüt etmeden Kuzey Kore örneğini verebilirdim.

O tarihten bu güne gelen başkanlar arasında bir tek Yıldırım Demirören delegelerin seçimleri ile o koltuğa oturdu. Çünkü gerek Hasan Doğan gerek Mahmut Özgener ve gerekse de Mehmet Ali Aydınlar her ne kadar seçimle gelmiş gibi gözükseler de o koltuğun atanmış isimleriydi.

Yıldırım Demirören’de ise durum daha farklıydı. Evet o delegenin hür iradesi ile seçildi. O da işaret edilmişti ancak karşısına rakip çıksaydı belki durum farklı olabilirdi. Bu nedenle her ne kadar, ne kendisini ne icraatlarını sevsem de, makamına saygı duyuyorum. Onun seçildiği genel kurulda asıl farklı olan delege yapısı ve delegenin düşüncesiydi!

Bir kere bugün taraflı tarafsız futbol camiasının içindeki herkes, o makama icazet alınmadan gelinmesinin imkânsız olduğunu biliyor. Mevcut delege yapısı bunu mümkün kılıyor.

Türkiye’de 80 milyon insan yaşıyor. Sanırım bunun hiç yoksa en az yarısı futbolla ilgileniyordur. Hadi biz daha makul olalım ve 25 milyon kişinin doğrudan futbolla ilişkisinin olduğunu varsayalım. 25 milyon kişiyi ilgilendiren bir kurumu yönetecek kişiyi sadece 268 kişi seçiyor.

Ha diyeceksiniz ki taraftarı ne ilgilendirir Türk Futbolunu yönetecek kişi. Peki, o zaman ilgili rakamı değiştirelim. Ülkemizde 127 profesyonel kulüp var. Alt liglerde amatör olarak 15 bine yakın takım var. Türkiye’de faal olarak futbol oynayan 4500’e yakın profesyonel, 250 bin civarı amatör ve toplamda yaklaşık 500 bin lisanslı futbolcu var. Her kulübün yönetim kurulu da en az diyelim ki 7 kişiden oluşsa yaklaşık 110 bin civarı yönetici var demektir. 12 binin üzerinde lisanslı antrenör, 7 bin civarı ise futbol hakemi var. Futbol için hizmet veren sağlık personelinin sayısını tam olarak tespit etmek çok zor olsa da yaklaşık 6-7 bin civarı olduğunu varsayabiliriz. Menajerler, profesyonel çalışanlar, gazeteciler…

Bakın basit bir bakkal hesabıyla taraftarları ve bu futbolun içindeki aktif insanların ailelerini bile hesaba katmadan 700 bin kişiye ulaştık.

Peki soruyorum 700 bin kişiyi doğrudan ilgilendiren bir kurumun yönetimi 268 kişi tarafından mı seçilmeli?

Ülkemizin futboldaki lokomotif kulüplerinin başkanları, Fenerbahçe’de 16 bin, Beşiktaş’ta 12 bin, Galatasaray’da 8 bin, Trabzonspor’da ise 7 bine yakın üyenin oyları ile belirleniyor.

TFF Başkanı ise 268 oyla!

Bu 268 üye de adil ve doğru seçilmiş olsa bari! Nerede? 

Bakın TFF delegeleri kimlerden oluşuyor:

a) Türkiye Profesyonel futbol en üst ligindeki kulüplerin başkanları ile altı delege,
b) Türkiye Profesyonel birinci ligde yer alan kulüplerin başkanları ile bir delege,
c) Türkiye Profesyonel ikinci ligde yer alan kulüplerin başkanları,
d) Türkiye Profesyonel üçüncü ligde yer alan kulüplerin başkanları,
e) Türkiye Amatör Spor Kulüpleri Konfederasyonu başkanı ile Yönetim Kurulu tarafından ayrıca belirlenecek dokuz delege,
f) Profesyonel Futbolcular Derneği başkanı ile en fazla (A) Milli olmuş ve faal futbolculuğu bırakmış beş delege,
g) Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği başkanı ile en uzun süre (A) Milli Takım teknik direktörlüğü yapmış beş delege,
h) Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği başkanı ile ön eleme müsabakaları hariç UEFA Şampiyonlar Ligi ya da bu lig öncesinde bu statüye denk organizasyonlarda en fazla müsabaka yönetmiş beş delege, (Başkan ve diğer beş delegenin de faal olmaması şarttır.)
i) Bünyesinde futbol dalı bulunan engelli spor federasyonlarının başkanları,
j) FIFA veya UEFA İcra Kurulu’nda görev yapmış kişiler,
k) FIFA veya UEFA komitelerinde fiilen en az on yıl görev alan kişiler,
l) Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığını asaleten yapmış kişiler.

127 kulübü temsil eden kişi sayısı 253 ve tamamı faal! 500 binin üzerinde futbolcuyu temsil eden ise sadece 5 kişi ve hiçbiri faal olmamak zorunda! 12 bin kişilik antrenör ordusunu da 6 binin üzerindeki hakem ve gözlemciyi de temsil eden kişi sayısı yine 5! Onların da faal olması yasak!

Ne kadar adil değil mi?  Tüm olanı biteni gazetelere ve ekranlara yansıtan spor basınından herhangi bir temsilci olmayışını geçtim hadi, statları doldurup, ekranları başında takımlarına gönül vermiş ve bütün bu milyarlarca ekonominin dönmesine neden olan taraftardan dahi tek bir temsilcisi yok!

Ve maalesef delege sayısı bu kadar az olunca bugünkü tablo ortaya çıkıyor. Siyaset de bulaşıyor çıkar sahipleri de…

Delege Başı 100 Bin USD!

Türkiye Futbol Federasyonu’nda Haziran’da olağan seçim var. Futbol yeni başkanını seçecek. Aldığım duyumlara göre bu kez siyaset müdahil olmayacak. Zaten hemen öncesinde Türkiye genel seçimden çıkmış olacak.

Adaylığını da ilk açıklayan yaptığı icraatlarla sürekli kan kaybeden mevcut Başkan Yıldırım Demirören oldu. Kimilerine göre bu erken adaylığın en önemli nedeni başta Göksel Gümüşdağ olmak üzere adaylığa hazırlanan kişilerin önünü kesmekti.

Ancak bu kez kulislerde dolanan iddia çok vahim. Yıldırım Demirören’in delegelere 100’er bin USD teklif ettiği söylentileri dolanıyor. Akıl almaz gibi görünen bu rakam, söz konusu delege yapısı dikkate alındığında çok da büyük değil aslında. Bahsi geçen rakam tüm delegelere dahi verilmiş olsa 30 milyon dolar yapar ki bu da Yıldırım Demirören vakti zamanın da Beşiktaş’a öyle ya da böyle harcadığı rakamın yanın da devede kulak kalır! Değil parayla canına rağmen, oyunu satmayacak delegeler de var o yapının içinde, ama gelin görün ki 100 bin USD için her şeyi yapabilecek karakterler daha çoğunlukta.

Aslında bu bir ilk değil! Geçmişte belki delegeyi satın almak için değil ama gönlünü çelmek için her genel kurul öncesi delegelere hediyeler verilirdi. Bu kapıyı ilk açan da Ayhan Bermek olmuştu. Aday olduğu seçimde tüm delegelere cep telefonu hediye etmişti. Böylece bu kapı aralanmıştı.
Gelinen noktada ise yukarıda bahsettiğim rakamlar telaffuz edilmeye başlandı…

Delege yapısı ile ilgili söylenecek, önerilecek çok şey var. Mantıklı ve makul delege sayıları ile çok daha sağlıklı bir yönetim teşkil edilebilir. Ancak bu kimsenin işine gelmez. Futbolun paydaşlarının daha dengeli ve daha çok temsil edildiği, futbolun gerçek sahibi futbolcuların ve hakemlerin daha ağırlıklı olmak üzere, amatör futbola gönül vermiş yöneticilerin de yar aldığı, spor basınından, taraftarına kadar her kesimden oluşacak bir genel kurulun seçeceği bir yönetimin nasıl güçlü olacağını sanırım tahmin edebilirsiniz.

Passolig için müthiş çözüm!


Hatta biraz ütopya yapacak olursak;

Tribünler dolmuyor. Seyirci tribünlere küstü. Futbola ilgi azaldı diyoruz ya! Madem Passolig var, madem herkes fişlendi! Bırakın seçimi de taraftar yapsın. Milletin iradesi söyleminin bu kadar çok kullanıldığı bir atmosferde futbolseverin iradesi de böylece gündeme gelsin!

Adayları kulüpler belirlesin, ama seçimi de elektronik Passolig sahibi taraftar yapsın. Nasıl olsa bu kart herkese mecbur. Yöneticiler, futbolcular, hakemler de birer Passolig çıkartır. Alın size muhteşem bir seçim! Yer mi?

Bakın o zaman nasıl Passolig sayısı artıyor siz bile inanamazsınız!

29 Kasım 2014 Cumartesi

Karar Zamanı!

Her şey bitti sananlar yine yanılıyor. Türk futbolunu Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş’tan ibaret görenler, tuttukları takıma bir dine bağlı oldukları gibi bağlı olanlar gerçeklerin farkına varamıyorlar.

Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşler” filminde bir sahneye çok benzetiyorum, bu yaşananları. Filmde bir hırsızlık şebekesi, mahallenin delisini tabutun içine yatırıp, tabutu taşımaya başlıyorlar. Bunu gören saf vatandaşlar sevap kazanmak amacıyla tabuta omuz veriyorlar. Şebeke elemanları bu saf vatandaşların cüzdanlarını araklayıp, toz oluyorlar. Ve sonrasında Asım rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın o meşhur repliği:

 ...işte o gün dedim ki kendime: "Seç oğlum Asım! Tabutun içinde ölülerle diriler... Ya tabutu taşıyanların içinde olucan ya tabutun içinde ya da bu işi organize edenlerden" Ya sen nerede olacaksın oğlum? Ya araklıcan, ya da araklanıcan!

İşte Türk futbolu tam olarak bu noktada. TFF’yi tabut sayarsak; içindekiler diri mi, ölü mü belli değil! Ama mahallenin akıllısı olmadıkları kesin! Ee tabutun içine onları yerleştirenler de malum! İlk başta tabutu onlar taşıyorlardı. Futbolseverler de tabuta ortada kalmasın diye omuz verdiler. Sahip oldukları ne var ne yoksa futbol adına, organize edenler tarafından araklandı. Organize edenler ise ufak ufak tabuttan ellerini çektiler bile!

Ülkemizin en güzide kulüplerden birinin başında şikeden hüküm giymiş bir başkan var. Asırlık kulübü o kadar başına buyruk yönetiyor ki adı çoktan diktatöre çıkmış durumda.
Medya kah tiraj korkusu kah gönül vermişlik nedeniyle gerçekleri yazmaktan korkuyor. Elbette korkunç bir bilgi kirliliği de mevcut.

Öyle bir noktaya gelindi ki dünyanın en ciddi kurumlarından biri kabul edilen UEFA’nın bile saygınlığı tartışılır hale getirildi.

Şike bu şike! Başka bir şeye benzemez. Üstü kapatılamaz. Hadi kapatıldı diyelim! Yıllar bile geçse üzerinde adı karışan kulüplerimizin hep karşısına çıkmayacak mı bu kara leke!

Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bir tarafta Türk futbolu var, bir tarafta Fenerbahçe. Bir tarafta futbolseverler, var bir tarafta Aziz Yıldırım. 

Tribünler boşalmış, yayıncı kuruluş kan kaybetmiş, milli takım yerlerde, alt yapılar evlere şenlik, hakemler dökülüyor, antrenörler ağlıyor, kulüpler batıyor…

Trabzonspor o sene kaçan şampiyonluğu geri almanın peşinde. Fenerbahçe ise beraberinde kimi aşağı çekebilir onun derdinde. Tabutun içindekiler ise” Ne şiş yansın ne kebap” aman bize bir şey olmasın gül gibi geçinip gidelim ama önce bize bir şey olmasın uğraşısında. Anlayacağınız Türk Futbolu kimsenin umurunda değil!

Ya sahi siz neresindesiniz tabutun?

10 Eylül 2014 Çarşamba

Milyonlarca lirayı nereye soktunuz?

Eğer Bayern Münih’te oynamayı başarmış ilk Türk futbolcu Erhan Önal’ı saymazsak İlyas Tüfekçi, Erdal Keser ile birlikte Türk futbolunun dikkatini çeken ilk gurbetçi futbolcuydu.

Almanya’da oynadığı futbolla göz kamaştırmış, adından fazlasıyla söz ettirmeyi başarmıştı. 1984 yılında Galatasaray ile Fenerbahçe arasında transfer savaşına yol açan İlyas Tüfekçi, tıpkı idolü Erhan Önal gibi o da tercihini önce Fenerbahçe’den yana kullanmış ama başarıyı Galatasaray’da yakalamıştı.

Sarı-lacivertli takımın kadrosunda parlak bir dönem geçiren İlyas, 2 yıl sonra, Derwall’in çalıştırdığı efsane Galatasaray kadrosuna geçiyordu. Her zaman günlük başarıların daha geçerli olduğu Fenerbahçe’den, takım oyununun hüküm sürdüğü Galatasaray’a geçmesi ile birlikte bambaşka bir kimliğe bürünüyordu. Sarı Kırmızılı takımla 1988-1989 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında yarı finale kadar yükselmeyi başardı.


Kısacık boyu, muhteşem tekniği,  enderi az bulunan hırsı ve azmi ile saha da bir devdi İlyas. O cüssede bu kuvvet! O nedenle de lakabı “Küçük Dev Adam”dı.

Futbola Zeytinburnu forması ile veda etti, ama hemen her futbolcu gibi o da futboldan kopmadı ve teknik direktörlüğe başladı. Yaşı yetenler İlyas Tüfekçi’nin, 1993-94 Kardemir Karabükspor takımıyla ligin ikinci yarısında verdiği düşmeme mücadelesini iyi hatırlayacaklardır. Bu lig tarihimizin unutulmayan sayfalarından biridir.

Karabükspor’un Süper Lig'de ilk kez mücadele ettiği bu sezonda, son maçta Zeytinburnuspor'a uzatma dakikası golü ile yenilerek küme düşmesi hemen herkesi çok üzmüştü. 2009’a kadar çok sayıda Birinci Lig ve 2. Lig takımlarını çalıştırdı İlyas Hoca.

İlyas Tüfekçi’nin benim yaşantımdaki izi çok derindir. Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanındaki Kenan Evren Lisesi’nde, henüz Ortaokula gidiyordum. Sıkı bir Galatasaraylı olmama karşın futbola olan sevgim nedeniyle, okul çıkışlarında boş vakitlerimi Dereağzındaki Lunapark’a gitmek yerine, Fenerbahçe antrenmanlarını izleyerek değerlendiriyordum.

“Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünü doğrularcasına burnumu her deliğe sokardım. Sobayla ısınan köhne soyunma odalarının içlerine kadar girer futbolcuları izlerdim. Sonra izlenimlerimi sınıf arkadaşlarıma anlatır ve de okulun duvar gazetesine yazardım.

İşin en eğlenceli tarafıysa  gizlice girdiğim soyunma odasından çıkarken başlardı. Patika yolda bekleyen taraftarlar, beni o zamanlar fizik olarak ve yüz hatları olarak tıpa tıp benzediğim, 'Küçük Dev Adam' İlyas Tüfekçi sanarak imza alma yarışına girerlerdi. Ben de hiç bozuntuya vermeden imza dağıtır, soruları yanıtlardım. Benim bu uyanıklığımın farkına varanlar da yok değildi. Doğal olarak özellikle gazeteciler yemiyordu bu numaramı. O zamanlar Güneş Gazetesi’nin genç Fenerbahçe muhabiri olan Sadi Kemal Yaşar ve Türkiye Gazetesi’nin zıpkın muhabiri Hasan Sarıçiçek de bu numaramın farkına varanlardandı. Hoşlarına gitmişti bu muzipliğim ve atılganlığım. Sadi Kemal Yaşar’ın “Gel Çamlıca sahasının amatör muhabiri ol” demesiyle gazetecilik denen bu virüsü kaptım. 

Aslına bakılırsa onun sayesinde bugünkü mesleğimi yapıyorum. İlyas’la o zaman tanışamadım belki ama Galatasaray’a transfer olduğunda 16 yaşında çiçeği burnunda bir muhabir olarak tanışma şansını elde ettim. Hep kibar, hep nazik hep mütevazıydı. Yıllar sonra ise Türkiye Futbol Federasyonu altında birlikte çalışma şansını yakaladım. Hiç değişmemişti.

Ve geçen gün öğrendim ki İlyas Ağabey maalesef ALS hastalığına yakalanmış. Hani şu geçtiğimiz haftalarda çılgınca başımızdan aşağı buzlu sular döküp, banka hesaplarına paralar yatırıp, hastalara destek olmaya çalıştığımız amansız hastalık. Toplanan paralar ne oldu? İlyas Tüfekçi’ye bir faydası olacak mı? Bu soruların yanıtını bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum! 

Ancak benim öğrenmek istediğim ve özellikle İlyas’ın yanında yer alıp almayacağını merak ettiğim başka bir kurum var. Türkiye Futbol Federasyonu Vakfı!

Tam adıyla Türkiye Futbol Federasyonu Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakfı (TFFV)! Adından da anlaşılacağı üzere sosyal yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı.  Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı aynı zamanda Vakfın otomatikman başkanı haline geliyor. 2008 yılında Haluk Ulusoy bu görevden ayrılırken Vakfın kasasında 60 milyon TL’den daha fazla bir para vardı. Şayet Ulusoy yönetimi görevde kalmayı başarabilseydi, bu parayla emekli futbolcular için bir huzurevi ve bakım ünitesi yapmayı planlıyordu.

Görev süreleri dolmadan adeta darbe ile görevden ayrılınca bu proje de sayısız diğer proje gibi suya düştü.

Peki, ne oldu bu biriken paralar? Harcandı mı? Harcandı ise nereye harcandı? Harcanmadıysa, sadece para biriktirmek için mi var olan bir vakıf haline geldi TFFV?  Bilanço içinde bir yerlere mi sokuşturuldu, sokuldu? Daha önce ciddi bir rahatsızlık geçiren ve ihtiyacı olduğunu bildiğimiz Erhan Önal’a örneğin bir yardımda bulunuldu mu? Ya da yine ALS hastalığının pençesinde bulunan Trabzonspor’un efsanelerinden İsmail Gökçek’e. Geçtim tüm bunları Sosyal yardım adında ya da dayanışma anlamında ne yapıldı nereye para harcandı?

Şeffaflık beklemenin pek iyimser bir yaklaşım olduğunu biliyorum, ama sormadan da edemiyorum ! Milyonlarca lirası olan ya da olması gereken böyle bir vakfın, neden bir internet sitesi bile olmaz? Vakfın senedi neden herkesin görebileceği bir ortamda diğer vakıfların yaptığı gibi ilan edilmez? Futbolun emekçileri neden bilgilendirilmez?

Futboldan iyice iğrenmeye başlıyorum.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Kaza değil cinayet

Galatasaray Muhabiri arkadaşımız dostum Erkan Koyuncu’yu benzeri milyonda bir görülecek feci bir kaza neticesinde maalesef kaybettik. Bakmakla yükümlü olduğu 2 çocuğunun ve eşinin yanı sıra, annesinin de geçimini sağlayan Erkan ekmek parası için gittiği Galatasaray Metin Oktay Tesisleri’nde görev şehidi oldu. Bu meslek için fazla sessiz sayılacak bir yapıda, pırlanta gibi kalbi olan, saygılı ve sevgi dolu iyi bir muhabir arkadaşımızdı.


Galatasaray ilklerin kulübüdür. Her konuda ilk olmayı başarmıştır. Nitekim spor kulüpleri içinde iş kazasına kurban giden ilk muhabiri de sarı kırmızı kulüp vermiş oldu.

Erkan’ın ölümü basit bir kaza deyip geçiştirilecek türden değil. Son yıllarda başlayan gazeteci düşmanlığının bir uzantısı olarak gerçekleşmiş bir olay bu. Nasıl mı?

Büyük kulüplerimiz son 10 yıl içinde “Markalaşma” adı altında ilginç uygulamalar hayata geçirdiler.

Önce antrenmanlar basına hafta bir gün kapanmaya başladı. Taktik antrenmanında futbolcular rahat etmeli, taktiksel bilgiler dışarı sızmamalı dendi. Sonra bu kapalı antrenmanlar önce ikiye ardından üçe çıktı. Sonra bir de baktık ki sadece bazı antrenmanları basın izleyebilir hale gelmiş.


Sonra yasaklar devreye girmeye başladı. Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!

Tesisler alt yapı olarak bile bir çok eksiğe sahipken kale duvarı gibi duvarlarla çevrilmeye, üst düzey güvenlik önlemlerle donatılmaya başlandı. Sanırsınız ki spor tesisi değil de askeri bir tesis. Aman dışarıdan içerisi görünmesin.

Kulüplerin tek bir isteği var. Taraftar gelsin, para versin, harcama yapsın, desteklesin, ama aleyhte bağırmasın; gazeteci biz çağırdığımızda gelsin, gördüğünü görmesin, duyduğunu işitmesin, biz ne dersek onu yazsın, asla eleştirmesin, reklamımızı yapsın ama bizden olmasın. Yöneticiler de kulübün adını, şanını, şöhretini kullanarak caka satsın. 


Ben mesleğe başladığımda 14 yaşında bir çocuktum. 16 yaşında ise Galatasaray Muhabiri oldum ki bu alanda sanırım bir daha kırılması imkânsız olan bir rekor bu. O dönemde gazeteci ağabeylerim futbolcularla tesiste tavla oynar, bilardo maçı yapardı. O yokluk yıllarında dahi gazetecilere çay kahve ikramı yapılır, işlerini en iyi şekilde yapmaları için çalışma ortamı sağlanırdı. Hatta Derwall döneminde hafta bir gün, bir Galatasaray muhabiri takımla antrenmana çıkardı. Bugün Galatasaray TV’nin başında bulunan Bahri Havadır da ogünkü çalışma koşullarını yaşayan bu gazetecilerden biriydi.Yöneticilerin gazeteciye “Bu haberi neden yaptın, şunu neden yazdın?” gibi ucube bir soru sorması hadleri değildi.

Çeşitli zamanlarda çeşitli yayın organları adına üç büyük kulüpte de görev yapma imkânı buldum. Hemen hemen hepsinde durum benzeri şekildeydi. Hatta

Fenerbahçe muhabiri olmak bir keyifti. İlişkiler üst düzeydi ve haber yağardı.
Neticede aynı geminin içindeki insanlardık ve biz gazeteci olarak olanı biteni kulüplerin asıl sahiplerine aktarmakla görevliydik. O zamanın yöneticileri de bunu iyi bildikleri için, bizden yardımlarını hiç esirgemiyorlardı.

Anti terör kapılarının ardına sığınan kulüplerimiz, sonrasında bir de güvenlik görevlisi barındırmaya başladı. Asıl amacı takımı holiganlardan korumak olması gereken bu zatlar, muhabirlerin görevlerini yapmasına yardımcı olacakları yerde, neredeyse yere yatırıp gözaltına alacak kadar sert davranışlarda bulunmaya başladılar. Şikâyet edildiklerinde kimsenin onlara bir şey yapmayacağını bildiklerinden “astıkları astık, kestikleri kestik” bir şekilde “görevlerini” eda ettiler. Kendileri de geçmişte gazeteci olan basın sorumluları geçmişlerini unutarak “Kraldan daha çok kralcı” olmaya başladılar.

11 yıl boyunca Türkiye Futbol Federasyonu’nda Basın Danışmanlığı yapmış ve A Milli Takımda medya iletişimini yönetmiş biri olarak bir gün dahi meslektaşlarımın iş yapmasına engel olmadım, zorluk çıkarmadım. Gerektiğinde yöneticilerimle ve hocalarla ters düştüm, ama hep medyanın yanında yer aldım. Aksini söyleyecek bir meslektaşım dahi çıkarsa, bir daha gazetecilik yapmayacağımın buradan sözünü verebilirim.

Bülent Ülgen'in ısrarları ve içimdeki habercilik sevdasıyla Kanaltürk’te aktif gazeteciliğe geri döndüğümde, karşılaştığım tablo içler acısıydı. Sindirilmiş muhabirler, gazetecileri böcek gibi gören futbolcular, muhatap olmamak için kaçacak delik arayan yöneticiler… 

Kendisi de eski bir gazeteci olan ve asıl işi muhabirlere yardımcı olmak olan Galatasaray’ın Medya Sorumlusu Bener Onar, gazetecilerin futbolculara neler sorup neler saramayacağına bile karar verir durumdaydı. Alışmadıkları bir şekilde diretince aslında çıbanbaşı olmuştum.  


Nitekim bir Kayserispor maçı sonrası ben isyan edince küçük kıyamet kopmuştu. Burada çekilen görüntülerle TSYD Eğitim Semineri’nde başkanımız Naci Arkan’ın izniyle o zamanki Galatasaray Teknik Direktörü Manchini’ye basına karşı kulübün tutumunu sorduğumda ise aynı Bener Onar, işi daha da ileri götürüp başkanımız Naci Arkan’ı tehdit etmeye bile kalkmıştı.

Galatasaray muhabirleri yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bir platform kurmak istiyorlardı. Bu amaçla bir takım girişimler başlamıştı. Hatta sene başında kaybettiğimiz rahmetli Süleyman Gültekin de benden ve tecrübelerimden yararlanmak istediklerini söyleyip, beni yönetime almak istediklerini söylemişti. Nitekim ilk toplantıya da davet edilmiştim. Ancak sonrasında benim bu çıkışlarım sonrası, kulüpte oluşan rahatsızlık nedeniyle oluşumun dışına itildim. Platformun başkanı Bahadır Çokişler’e defalarca gidişatın iyi olmadığını anlatmaya çalıştım. Ancak kulüpler kontrolü eline o kadar almış ki kimsenin yapabileceği pek de fazla bir şey yok. Aslında bu hareketlerinde o kadar haklı çıktılar ki, 17 yıllık kadim dostum Galatasaray İdari Menajeri Cenk Ergun bile benimle görüştüğünde başına bir iş gelecek düşüncesiyle telefonlarıma çıkmamaya başladı.

Aslında sorunun temeli gazetecilere değer vermeyip, patronlarla kurdukları ilişkilere güvenen yöneticilerde… Nasıl olsa muhabir bunu yazamaz, gıkını çıkaramaz, “Biz ne dersek o olur” anlayışı ile emekçi gazetecinin tepesine biniliyor.

Erkan kardeşimizin başına gelen bu olay ABD'de yaşansa, yüzlerce avukat ailenin yanında olur ve derhal dava açarlardı. Gazeteler olayın vahametini yansıttıktan sonra, kazanın sorumlularını araştırır ve kimsenin kulübün bile gözünün yaşına bakmazlardı. Ya bizim ülkemiz de? Elim bir kaza! Erkan Koyuncu’nun çocuklarının eğitim masraflarını üstleneceğiz! Çok üzüldük! Yazık!

Yazımın başında da belirttiğim gibi basit bir ölüm değil bu. Erkan pisi pisine gitti. O kale duvarları inşa edenler, takımı gizlemek için uğraşanlar yüzünden gitti.

4 Temmuz 2014 Cuma

Senin adını da sökecekler!

Sokaklara, meydanlara, tesislere, yapılara isim verme konusunda çok popülist bir ülkeyiz. İsim vermekteki amaç nedir? O isim yaşasın, adı geçen kişinin gelecek kuşaklara ismi taşınsın, yaptıkları ve başarıları anılsın. Ve önemlisi o kişiye ve ailesine hediye olsun diye bir yere isim verilir.

Riva'da bugün yenilerek açılan tesisin asıl adı Özakan Olcay Kamp ve Dinlenme Tesisi'ydi. Üzerinde bulunan arazinin TFF'ye kazandırılmasında büyük emeği geçen sayısız projenin sahibi olan eski başkanlardan Özkan Olcay'ın adı
Orhan Saka
verilmişti. Bu tesisin biraz ilerisinde İl Özel İdaresine ait olan ve TFF tarafından işletilen tesislerin adı ise Orhan Saka Tesisleri'ydi. İl Özel İdaresi ile sözleşme sona erince bu tesisler Metro turizm tarafından kiralandı ve pek doğal olarak rahmetli Orhan Saka'nın adı da tesisten kalkmış oldu.

Özkan Olcay
Yenilenerek tekrardan açılan Özkan Olcay Tesisleri'nin adı Hasan Doğan olmuş? Peki Hasan Doğan kimdir? Sanırsınız ki Haluk Ulusoy gibi Türk futboluna yıllarını vermiş, büyük başarılara imza atmış, Özkan Olcay gibi TFF'ye yeni tesisler kazandırmış, Orhan Saka gibi amatörlerle yatıp amatörlerle kalmış biri! Sadece 143 gün başkanlık yapmış Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen bir iş adamı.


Henüz görev süresi bitmemiş olan Haluk Ulusoy'un arkasından bin bir dolap çevirerek, alavere dalavere ve "ah"larla geldiği başkanlığı sırasında kalp kriz geçirerek yüzlerce kişini hakkıyla öbür dünyaya göçtü diye adı onlarca tesise verildi.

Öte yandan bu tesisle ilgili ilk çalışma 2007 yılında Haluk Ulusoy yönetiminde tesislerden sorumlu yöneticilik yapan Tahir Kıran tarafından yapılmış ve tesislerin her türlü planı ve projesi çıkartılmıştı. İnşaatlarla ilgili kaynak dahi bulunmuş ve gerekli izin çalışmalarına başlanacaktı. Proje bugün yapılan projeden bile daha geniş kapsamlı projeydi. Mevcut tesisin önünden geçen yolun karşı tarafını ve hemen arkasından geçen Riva Dersinin karşı tarafındaki araziyi de kapsayan devasa bir proje...

Bu proje Haluk Ulusoy ve Tahir Kıran tarafından, A Milli Takım Teknik Direktörümüz Fatih Terim'e sunulmuş ve önerileri alınmıştı. Nitekim gerek projenin, gerekse bu sunumun görüntüleri ben de mevcut. Bunları kısa zamanda paylaşacağım.

Özkan Olcay Tesisleri'nin adının, 143 gün başkanlık yapmış tek bir çivi dahi çakmamış birinin adıyla böyle adaletsizce  değiştirilmesini ben içime sindiremiyorum.

Hal böyle olunca yarın onun ismini de o tesisin kapısında kaldıracak birileri olacaktır. Ha ola ki yarın bürgün es kaza bir şekilde sporda bir yönetim kademesine gelecek olursam, yemin ediyorum ki ilk işim o ismin oradan kaldırılmasını ve Özkan Olcay ismin tekrar  verilmesini sağlamak olacak.

29 Haziran 2014 Pazar

Türk Futbolu Can Çekişiyor

Türk futbolunun iyi yönetilmediğinden, her geçen gün kötüye gittiğinden yıllardır bahsediyorum.  Çırpınıyorum… Haykırıyorum… Yok, yok, yok! Hem de bunları bazıları gibi sadece bugün yapmıyorum. 3 Temmuz öncesinde yazmaya başladım. Açık açık dillendirdim. “Türk futbolu sakat kalacak” dedim, “Türk futbolu sakat kaldı” dedim... Anlatamadım!

Şimdide Türk futbolu can çekişiyor diyorum!!!

Parmaklar insan vücudunun ayrılmaz bir parçasıdır.  Parmaklardan biri herhangi bir şekilde yaralanırsa ve gerekli zamanda müdahale yapılmazsa iltihap kapar.  Buna rağmen herhangi bir girişimde bulunmazsa kangrene çevirir ve etrafına sirayet etmeye başlar. Artık tek kurtuluş vardır o da parmağı kesmek; yoksa ufacık parmak tüm organların iflasına yol açar. İnsanı öldürür!!!

Türk futbolunun temelini hiç şüphesiz 3 büyükler dediğimiz Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş oluşturur. Galatasaray’sız  Fenerbahçe, Fenerbahçe’siz Beşiktaş, Beşiktaş’sız  Galatasaray düşünülemez… Tıpkı bir elin 5 parmağı gibidirler. Her parmak ayrı bir öneme ve değere sahiptir.

Türk futbolunda ters giden bir takım şeyler 3 Temmuz’la birlikte yaralanmış, sonrasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendi çıkarlarını korumak için yaptığı girişimler sonrasında kangrene dönmüştür.

Eğer bu kangren temizlenmezse Türk futbolu hakkın rahmetine kavuşacak. Nasıl mı?

Geçen sene bu zamanlarda dile getirdik “UEFA bir ilke hazırlanıyor” dedik. “Londra’da değiştirdiği disiplin talimatını ilk kez Fenerbahçe ve Beşiktaş başta olmak üzere, Türk takımları üzerinde uygulayacak. Birçok takım bir alt ligde mücadele etmek zorunda kalacak” diye uyardık.

Sanırım artık o vakit geldi. Her ne kadar Fenerbahçe taraflı medyamız olayı futbolseverlere farklı lanse etse de, bir algı operasyonu yürütse de sonuç değişmeyecek.

Aziz Yıldırım hakkında verilen hukuki karar ile ilgili burada ahkâm kesmeyeceğim. Ben hukuk adamı değilim. Uzmanı olmadığım konularda çok fazla yorum yapamam ancak şunu söyleyebilirim; birilerinin sürekli olarak beynimize işlemeye çalıştığı gibi yeniden yargılama kararı değil bu karar, sadece bu konudaki talebin kabule değer olduğu yönünde bir karar.

Siyaseti de çok iyi bilmem ama bu konuda o kadar aleni bir şeyler oluyor ki anlamamak için aptal olmak lazım.  Aziz Yıldırım ile ilgili verilen bu karar Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fenerbahçe taraftarının gazını almak için gerçekleştirilmiştir. Bu karar bile Türk hukuk tarihinde bir ilk. Hukuk tarihimizde daha önce Yargıtay’ın onadığı bir kararın infaz aşamasında mahkeme tarafından bozulduğu ve infazın durdurulduğu başka bir dava yok.

YEREL KARARLAR UEFA’YI BAĞLAMAZ


Yine buradan hep sportif yargılamanın farklı işlediğini ve bu süreçte Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından katledildiğini yazdım. Yerel mahkemelerde alınacak hiç bir kararın UEFA ve CAS’ı bağlamayacağının altını çizdim. Aziz Yıldırım hakkında beraat kararı verilse bile bunun UEFA ve CAS açısından hiç bir anlamı olmayacaktır.

Yazdığım yazılar hakkında fikirlerini sorduğumda bana “Çok doğru yazmışsın. Her satırına katılıyorum” diyen ağabeylerim, neden bu konuda düşüncelerini yazmazlar acaba?  Hayatlarında futbol oynamadıkları halde iş teknik direktörleri ve futbolcuları eleştirmeye gelince mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım, konu Fenerbahçe olunca “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla ve "sakatlanırız" endişesiyle bu toplara girmekten çekiniyorlar!

Tapelerin ve fiziki takip tutanaklarının ortaya çıktığı gün Fenerbahçe ve diğer kulüpler için bu iş bitmişti. Buna rağmen bu süreç tedavi edilip kangren olmadan olay sonuçlanmak üzereydi. Dönemin TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın, Şenes Erzik ile ürettiği Play Off modeli ve puan silme önerisi UEFA tarafından da kabul görmüştü. Her ne kadar bu pisliğin içine bulaşmamış kulüpler bunu içine sindirememiş dahi olsa onlar bile Türk futbolunun geleceği açısından durumu kabullenmişti. Aziz Yıldırım kendini kurtarmak için, Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu feda ederek bu seçeneği yok etti.

Algı operasyonundan etkilenen Fenerbahçeli dostlarımız hemen bu işin cemaatin işi olduğundan, siyasi olduğundan, komplo olduğundan bahsedeceklerdir.  Bakın UEFA bu konuda çok net. Önüne gelen delillerin hukuki yollarla elde edilip edilmediğini dikkate almaz. Yoldan geçen bir vatandaş dahi bir şike pazarlığını kayıt altına alsa ve UEFA’ya gönderse bu kayıt UEFA’nın tüm kurullarında delil olarak kullanılır. Siyasi olup olmadığına, önüne arkasına bakmaz… Şike var mı yok mu ona bakar.

TFF’NİN ÜYELİĞİ ASKIYA ALINABİLİR


Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu” diye yazmıştım. Gerçekten de UEFA bizden yaka silkmeye başladı. Ancak UEFA kangren olmuş bir yara için uğraşmaz. Keser atar! Avrupa’nın tek ve mutlak hakimi tarafından Temmuz ayı içinde bir karar verilmesi bekleniyor. Bu karar çok radikal olacak.  İlk olacak. Büyük bir ihtimalle Türkiye liglerinin yeniden şekillenmesini gerektirecek kararlar alınacak. Çünkü  UEFA ilgili kararında yöneticileri şike eylemine karışan tüm kulüpleri küme düşürecek. TFF’nin üyeliğinin askıya alınması da bu seçenekler içinde. Çünkü bu soruşturma dışında da UEFA’nın hasas olduğu ama TFF’nin uymadığı bazı konular var. Mesela ırkçılık, mesela özerklik!!!

Fenerbahçeliler, Fenerbahçeli” olmak yerine “Azizbahçeli”olunca daha az hasarla atlatabilecekleri bir kazadan pert olup çıkmak üzereler. Soruşturmada adı geçen diğer kulüpler sadece bir alt lige düşürülerek yırtacakken Fenerbahçe’nin bir alt lige değil, 2 alt lige düşürülmeleri söz konusu olabilir.

Can çekişen Türk futbolunun kurtulması için acil müdahale şart. TFF’nin elini taşın altına koyması ve UEFA’dan önce davranarak cesaretle bir takım radikal kararlar alması gerekiyor. Ancak bu satırları okuyan herkesin de bildiği gibi, mevcut TFF Başkanı'nın bunu yapabilmesi mümkün değil. Ne misyonu, ne vizyonu buna olanak tanımıyor. Bu nedenle 31 Temmuz’a kadar herhangi bir tarihte yapılacak olan TFF Olağan Genel Kurulunun seçimli hale dönüştürülmesi şart. Yoksa Annemizin Ligi bizi bekler!

Benden söylemesi iş geri dönülemez noktaya doğru gidiyor! Her an cenaze namazını kılabiliriz!


26 Haziran 2014 Perşembe

Ahlaksızlar türemiş

Ülkemizde son günlerde genel olarak olumsuz bir hava hakim.

Siyaset zaten yıllardır gergin koptu kopacak, spor amacından uzaklaşmış bitmiş durumda, sanat sanatlıktan çıkmış, ekonomi yerlerde…

Elbette vatandaş olarak bunların yansımalarını en fazla biz benliklerimizde hissediyoruz.
Öyle ki olaylara her zaman iyi yanından bakmayı kendine destur edinmiş biri olarak son günlerde çevremdeki her şey beni rahatsız eder oldu. İnsanların her türlü davranışı bana batmaya başladı. Sonra farklı bir gözle etrafıma bakıp gözlemledim ve şu kanaate vardım; Bizim en temel sorunumuz saygı ve ahlak kavramları.

“Eğitim şart!” Bir dönem bu söz çok popülerdi. Elbette ki cehaletin olduğu bir toplumda başarı ve medeniyet beklenemez. Ben de Türkiye’nin temel sorunun cehalet olduğunu düşünüyordum. Ancak biraz daha ayrıntılı düşününce aslında işin aslının öyle olmadığını anladım. Her şey eğitimde biter sanıyordum, ama Türkiye’deki mesele eğitim meselesi değil. Sorun Türk insanın fabrika ayarlarında… Genlerden gelen bir takım arızalar var. Atalarımızın bize miras bıraktığı. Ama hepsinden önemlisi bizim ciddi bir saygı ve beraberinde de ahlak sorunumuz var.

Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygumuz yok. Biz mutluysak, bizim için her şey yolundaysa gerisinin hiç de önemi yok. Zaten bu davranış biçimimizi özetleyen atasözlerimiz bile mevcut: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”

Benciliz ve saygısızız… Biz sanıldığı kadar cahil bir toplum değiliz aslına bakarsanız. Eğitim seviyemizin düşük olduğuna da katılmıyorum. Yani Aziz Nesin’in dediği gibi bu ülkenin %60 salaklardan oluşmuyor belki, ama % 70’nin ahlak ve erdem ile ilgili ciddi bir problemi var.
Küçük bir örnek vermek gerekirse; ehliyeti olan bir sürücü kırmızı ışıkta durması gerektiğini, aksi taktirde bir kaza olabileceğini biliyor, ama önceliğin her zaman kendi olmasını istediğinden ve kendinin daha önemli olduğunu düşündüğünden ışıkta durmuyor!

Türkiye'nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Her ne kadar saygı, zaman zaman kibarlık veya görgü ile eş anlamlı kullanılsa da, bunlar birer davranışken saygı bir tutumdur.

Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok bu ülkede.
Trafikte seyrederken hemen yanındaki araçta babası, kardeşi, amcası, emmioğlu, vb. olsa, haşırt diye önüne direksiyon kırmayacak. Sollarken değil, sollamadan çok önce işaret verecek. Tampona 10 cm kalana kadar yaklaşıp uzun farlarını yakmayacak. Yaya geçidinden geçen kişi annesi ya da eşi olsa zırt diye geçmeyecek.

Sadece trafikte gösterdiğimiz üçüncü şahısa saygı bile, trafik kazalarının çoğunu engelleyecek.

Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit değil mi sadece SAYGI…

Saygı ile ahlak kardeşler. Eğer ailenden gerekli ahlakı aldıysan çalmazsın, sövmezsin, incitmezsin…

Ülkede bulunduğu mevkiye kendi çabasıyla gelenlerin sayısı bir elin parmaklarından daha az. Kendi çabası ile gelmediği yerde kendi çabasıyla duramıyor pek tabiki o mevki sahibi… Hal böyle olunca da tutunmak için her türlü ahlaksızlık türüyor.