29 Haziran 2014 Pazar

Türk Futbolu Can Çekişiyor

Türk futbolunun iyi yönetilmediğinden, her geçen gün kötüye gittiğinden yıllardır bahsediyorum.  Çırpınıyorum… Haykırıyorum… Yok, yok, yok! Hem de bunları bazıları gibi sadece bugün yapmıyorum. 3 Temmuz öncesinde yazmaya başladım. Açık açık dillendirdim. “Türk futbolu sakat kalacak” dedim, “Türk futbolu sakat kaldı” dedim... Anlatamadım!

Şimdide Türk futbolu can çekişiyor diyorum!!!

Parmaklar insan vücudunun ayrılmaz bir parçasıdır.  Parmaklardan biri herhangi bir şekilde yaralanırsa ve gerekli zamanda müdahale yapılmazsa iltihap kapar.  Buna rağmen herhangi bir girişimde bulunmazsa kangrene çevirir ve etrafına sirayet etmeye başlar. Artık tek kurtuluş vardır o da parmağı kesmek; yoksa ufacık parmak tüm organların iflasına yol açar. İnsanı öldürür!!!

Türk futbolunun temelini hiç şüphesiz 3 büyükler dediğimiz Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş oluşturur. Galatasaray’sız  Fenerbahçe, Fenerbahçe’siz Beşiktaş, Beşiktaş’sız  Galatasaray düşünülemez… Tıpkı bir elin 5 parmağı gibidirler. Her parmak ayrı bir öneme ve değere sahiptir.

Türk futbolunda ters giden bir takım şeyler 3 Temmuz’la birlikte yaralanmış, sonrasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendi çıkarlarını korumak için yaptığı girişimler sonrasında kangrene dönmüştür.

Eğer bu kangren temizlenmezse Türk futbolu hakkın rahmetine kavuşacak. Nasıl mı?

Geçen sene bu zamanlarda dile getirdik “UEFA bir ilke hazırlanıyor” dedik. “Londra’da değiştirdiği disiplin talimatını ilk kez Fenerbahçe ve Beşiktaş başta olmak üzere, Türk takımları üzerinde uygulayacak. Birçok takım bir alt ligde mücadele etmek zorunda kalacak” diye uyardık.

Sanırım artık o vakit geldi. Her ne kadar Fenerbahçe taraflı medyamız olayı futbolseverlere farklı lanse etse de, bir algı operasyonu yürütse de sonuç değişmeyecek.

Aziz Yıldırım hakkında verilen hukuki karar ile ilgili burada ahkâm kesmeyeceğim. Ben hukuk adamı değilim. Uzmanı olmadığım konularda çok fazla yorum yapamam ancak şunu söyleyebilirim; birilerinin sürekli olarak beynimize işlemeye çalıştığı gibi yeniden yargılama kararı değil bu karar, sadece bu konudaki talebin kabule değer olduğu yönünde bir karar.

Siyaseti de çok iyi bilmem ama bu konuda o kadar aleni bir şeyler oluyor ki anlamamak için aptal olmak lazım.  Aziz Yıldırım ile ilgili verilen bu karar Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fenerbahçe taraftarının gazını almak için gerçekleştirilmiştir. Bu karar bile Türk hukuk tarihinde bir ilk. Hukuk tarihimizde daha önce Yargıtay’ın onadığı bir kararın infaz aşamasında mahkeme tarafından bozulduğu ve infazın durdurulduğu başka bir dava yok.

YEREL KARARLAR UEFA’YI BAĞLAMAZ


Yine buradan hep sportif yargılamanın farklı işlediğini ve bu süreçte Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından katledildiğini yazdım. Yerel mahkemelerde alınacak hiç bir kararın UEFA ve CAS’ı bağlamayacağının altını çizdim. Aziz Yıldırım hakkında beraat kararı verilse bile bunun UEFA ve CAS açısından hiç bir anlamı olmayacaktır.

Yazdığım yazılar hakkında fikirlerini sorduğumda bana “Çok doğru yazmışsın. Her satırına katılıyorum” diyen ağabeylerim, neden bu konuda düşüncelerini yazmazlar acaba?  Hayatlarında futbol oynamadıkları halde iş teknik direktörleri ve futbolcuları eleştirmeye gelince mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım, konu Fenerbahçe olunca “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla ve "sakatlanırız" endişesiyle bu toplara girmekten çekiniyorlar!

Tapelerin ve fiziki takip tutanaklarının ortaya çıktığı gün Fenerbahçe ve diğer kulüpler için bu iş bitmişti. Buna rağmen bu süreç tedavi edilip kangren olmadan olay sonuçlanmak üzereydi. Dönemin TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın, Şenes Erzik ile ürettiği Play Off modeli ve puan silme önerisi UEFA tarafından da kabul görmüştü. Her ne kadar bu pisliğin içine bulaşmamış kulüpler bunu içine sindirememiş dahi olsa onlar bile Türk futbolunun geleceği açısından durumu kabullenmişti. Aziz Yıldırım kendini kurtarmak için, Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu feda ederek bu seçeneği yok etti.

Algı operasyonundan etkilenen Fenerbahçeli dostlarımız hemen bu işin cemaatin işi olduğundan, siyasi olduğundan, komplo olduğundan bahsedeceklerdir.  Bakın UEFA bu konuda çok net. Önüne gelen delillerin hukuki yollarla elde edilip edilmediğini dikkate almaz. Yoldan geçen bir vatandaş dahi bir şike pazarlığını kayıt altına alsa ve UEFA’ya gönderse bu kayıt UEFA’nın tüm kurullarında delil olarak kullanılır. Siyasi olup olmadığına, önüne arkasına bakmaz… Şike var mı yok mu ona bakar.

TFF’NİN ÜYELİĞİ ASKIYA ALINABİLİR


Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu” diye yazmıştım. Gerçekten de UEFA bizden yaka silkmeye başladı. Ancak UEFA kangren olmuş bir yara için uğraşmaz. Keser atar! Avrupa’nın tek ve mutlak hakimi tarafından Temmuz ayı içinde bir karar verilmesi bekleniyor. Bu karar çok radikal olacak.  İlk olacak. Büyük bir ihtimalle Türkiye liglerinin yeniden şekillenmesini gerektirecek kararlar alınacak. Çünkü  UEFA ilgili kararında yöneticileri şike eylemine karışan tüm kulüpleri küme düşürecek. TFF’nin üyeliğinin askıya alınması da bu seçenekler içinde. Çünkü bu soruşturma dışında da UEFA’nın hasas olduğu ama TFF’nin uymadığı bazı konular var. Mesela ırkçılık, mesela özerklik!!!

Fenerbahçeliler, Fenerbahçeli” olmak yerine “Azizbahçeli”olunca daha az hasarla atlatabilecekleri bir kazadan pert olup çıkmak üzereler. Soruşturmada adı geçen diğer kulüpler sadece bir alt lige düşürülerek yırtacakken Fenerbahçe’nin bir alt lige değil, 2 alt lige düşürülmeleri söz konusu olabilir.

Can çekişen Türk futbolunun kurtulması için acil müdahale şart. TFF’nin elini taşın altına koyması ve UEFA’dan önce davranarak cesaretle bir takım radikal kararlar alması gerekiyor. Ancak bu satırları okuyan herkesin de bildiği gibi, mevcut TFF Başkanı'nın bunu yapabilmesi mümkün değil. Ne misyonu, ne vizyonu buna olanak tanımıyor. Bu nedenle 31 Temmuz’a kadar herhangi bir tarihte yapılacak olan TFF Olağan Genel Kurulunun seçimli hale dönüştürülmesi şart. Yoksa Annemizin Ligi bizi bekler!

Benden söylemesi iş geri dönülemez noktaya doğru gidiyor! Her an cenaze namazını kılabiliriz!


26 Haziran 2014 Perşembe

Ahlaksızlar türemiş

Ülkemizde son günlerde genel olarak olumsuz bir hava hakim.

Siyaset zaten yıllardır gergin koptu kopacak, spor amacından uzaklaşmış bitmiş durumda, sanat sanatlıktan çıkmış, ekonomi yerlerde…

Elbette vatandaş olarak bunların yansımalarını en fazla biz benliklerimizde hissediyoruz.
Öyle ki olaylara her zaman iyi yanından bakmayı kendine destur edinmiş biri olarak son günlerde çevremdeki her şey beni rahatsız eder oldu. İnsanların her türlü davranışı bana batmaya başladı. Sonra farklı bir gözle etrafıma bakıp gözlemledim ve şu kanaate vardım; Bizim en temel sorunumuz saygı ve ahlak kavramları.

“Eğitim şart!” Bir dönem bu söz çok popülerdi. Elbette ki cehaletin olduğu bir toplumda başarı ve medeniyet beklenemez. Ben de Türkiye’nin temel sorunun cehalet olduğunu düşünüyordum. Ancak biraz daha ayrıntılı düşününce aslında işin aslının öyle olmadığını anladım. Her şey eğitimde biter sanıyordum, ama Türkiye’deki mesele eğitim meselesi değil. Sorun Türk insanın fabrika ayarlarında… Genlerden gelen bir takım arızalar var. Atalarımızın bize miras bıraktığı. Ama hepsinden önemlisi bizim ciddi bir saygı ve beraberinde de ahlak sorunumuz var.

Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygumuz yok. Biz mutluysak, bizim için her şey yolundaysa gerisinin hiç de önemi yok. Zaten bu davranış biçimimizi özetleyen atasözlerimiz bile mevcut: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”

Benciliz ve saygısızız… Biz sanıldığı kadar cahil bir toplum değiliz aslına bakarsanız. Eğitim seviyemizin düşük olduğuna da katılmıyorum. Yani Aziz Nesin’in dediği gibi bu ülkenin %60 salaklardan oluşmuyor belki, ama % 70’nin ahlak ve erdem ile ilgili ciddi bir problemi var.
Küçük bir örnek vermek gerekirse; ehliyeti olan bir sürücü kırmızı ışıkta durması gerektiğini, aksi taktirde bir kaza olabileceğini biliyor, ama önceliğin her zaman kendi olmasını istediğinden ve kendinin daha önemli olduğunu düşündüğünden ışıkta durmuyor!

Türkiye'nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Her ne kadar saygı, zaman zaman kibarlık veya görgü ile eş anlamlı kullanılsa da, bunlar birer davranışken saygı bir tutumdur.

Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok bu ülkede.
Trafikte seyrederken hemen yanındaki araçta babası, kardeşi, amcası, emmioğlu, vb. olsa, haşırt diye önüne direksiyon kırmayacak. Sollarken değil, sollamadan çok önce işaret verecek. Tampona 10 cm kalana kadar yaklaşıp uzun farlarını yakmayacak. Yaya geçidinden geçen kişi annesi ya da eşi olsa zırt diye geçmeyecek.

Sadece trafikte gösterdiğimiz üçüncü şahısa saygı bile, trafik kazalarının çoğunu engelleyecek.

Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit değil mi sadece SAYGI…

Saygı ile ahlak kardeşler. Eğer ailenden gerekli ahlakı aldıysan çalmazsın, sövmezsin, incitmezsin…

Ülkede bulunduğu mevkiye kendi çabasıyla gelenlerin sayısı bir elin parmaklarından daha az. Kendi çabası ile gelmediği yerde kendi çabasıyla duramıyor pek tabiki o mevki sahibi… Hal böyle olunca da tutunmak için her türlü ahlaksızlık türüyor.

19 Haziran 2014 Perşembe

Mersin Ses Veriyor

Geçtiğimiz ay Mersin’e davetliydim. Kadim dostum, Bilkent Üniversitesi’nden arkadaşım Ayşe Çağlayan, Mersin’e gidiyoruz “Sana unutamayacağın bir konser izleteceğim” diyerek, bir anlamda emrivaki yaptı.

Anadolu’daki organizasyonların amatörlüğünü, yapılan etkinliklere katılan sanatçıların bana hitap etmediğini bildiğimden, önce daveti kibarca ret etmek istedim; ancak Buika ismini duyunca fikrim değişti.

Buika için her türlü amatörlüğe ve elverişsiz şartlara değer diye düşünürken, uçaktan inip Adana’ya vardığımda beni karşılayan sımsıcak ekip ve Mersin'e taşıyacak VIP araçla birlikte aslında pek de amatör olmayan bir organizasyona geldiğimi fark ettim.

“Mersin Ses Veriyor” sloganı ile yola çıkan organizasyon komitesi her ayrıntıyı düşünmüştü, ancak benim bu organizasyonda en çok hoşuma giden şey, bir kentin tüm belediyelerinin (İl ve ilçe) siyasi kimliklerini bir kenara bırakarak o kent için ellerini taşın altına koymuş olmalarıydı.

Bu detay benim organizasyona olan sempatimi daha da arttırdı. MHP ile BDP’nin bile şu sıcak süreçte ortak bir amaç uğruna omuz omuza çalışmaları oldukça güzel bir tabloydu. Müzik tıpkı spor gibi tüm dünyanın ortak dili... Müziğin de partisi, dili, rengi yok.. Siyasi partilerin asıl amaçlarının ülkeye ve vatandaşa hizmet olduğundan yola çıkarsak, bu ve benzeri projelerin pek çok ilimize örnek olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yaşadıkları İl'in tanıtımını, halkın ulusal müzik ve müzisyenlerle kucaklaşmasını hedefleyen festivalin bu çok düşünceli yapısı karşısında ilgim daha da arttı.

Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin bu yıl 13.sü yapılıyormuş. Festivalin başında muhteşem tatlı bir insan var. Kendi imkânlarıyla, imkânı olmayan çocuklardan polifonik koro kuran ve kendi imkanlarıyla bulduğu sponsorlarla bu işe kendini adayan, şehrin en sevilen insanlarından biri olan Selma Yağcı, festivalin de Yürütme Komitesi Başkanlığını üstlenmiş. Tanıdığım en sanatsever, zarif, asil, donanımlı, fedakar, çalışkan ve idealist insanlardan biri.

Festival Sanat Yönetmenliğini yıllardır üstlenen isim aslında çok tanıdık. Devlet Opera ve Balesi önceki Genel Müdürü Remzi Buharalı. Buharalı koordinasyonunda düzenlenen festival, görünen o ki hem Mersinlilere hem de tüm dünyadan gelen konuklarına unutulmaz günler yaşattı.!

Gelelim Buika’ya. O artık bizden biri gibi olmuş. Türkiye’deki hayran kitlesi o kadar fazla ki, ülkemizde her sene en az iki konser verir hale gelmiş. Çok candan ve çok sıcak. Menajeri de bir Türk. Adı Sinan Nergis. Nalet mi nalet! Dışarıdan izlediğim kadarıyla, organizasyonu yapan bu iyi niyetli insanlara kök söktürdü. Festivali takip eden gazetecilerin Buika’dan basın toplantısı yapması ricasını Buika’ya iletmedi bile; direk kendisi ret etti. Röportaj taleplerine yanıt verme gereği bile duymadı. Şehrin tanıtımına büyük katkı sağlayacak bu tür fırsatları adeta geri tepti. Organizasyon komitesinin yerinde olsam bir daha bu menajerin getirdiği hiçbir sanatçı ile çalışmam!

Buika’nın verdiği konserle kapılarını ilk kez seyircilere açan, Mersin Yenişehir Belediyesi’nin yaptırmış olduğu 1.500 kişilik salonda, bir tek boş koltuk dahi yoktu. Değinmeden edemeyeceğim böylesi güzel bir salonu da beklemiyordum açıkçası. Dört dörtlük bir gösteri salonu. Daha önce Anadolu'da gittiğim hiç bir şehirde benzerine rastlamadım.

Piyanistini getirmediğinden en bilindik şarkılarını söyleyememesine rağmen, Mersin dinleyicisi Buika’yı bağrına bastı. Son iki şarkısını sahne önünde dinleyen coşkulu seyirciler konser sonrasında sanatçıyı çiçek yağmuruna tuttu. Buika gösterilen bu aşırı ilgi karşısında gözyaşlarını tutamadı.

Mersin’in yaptığı bu başarılı organizasyonların darısı, diğer kentlerimizin başına…

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Değişim mağdurları!

Çevremizdeki her şey büyük bir hızla değişiyor. Sokaklar, caddeler, binalar şehirler… Elbette insanlar ve kültürler de değişiyor.

Bu değişim kimilerine göre gayet güzel. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi felsefesinden yola çıkarsak bu çok mantıklı. Ama gel gelelim işin bir de duygusal bir yanı var.

80’li yılları çocuk ve genç olarak geçirmiş bizim kuşağımız geleneklerine, göreneklerini bugünkülerden çok daha fazla bağlıydı bu kesin.

Oldum olası teknolojiyi yakından takip ederim. Yenilikleri ve değişimi yakalamak için olanca gücümle yıllarla yarışırım. Ancak gel gelelim ciddi anlamda geçmişi ile yaşayan bir adamım.
Dinlediğim bir şarkıdaki melodi, ya da köşe başında gördüğüm bir bina, beni benden alabilir.
Bizler daha az tüketen, bulduğuyla yetinen, küçük şeylerden mutlu olmasını becerebilen bir nesildik.

Bugün dönüp etrafımıza baktığımızda olanı biteni anlamakta bu yüzden zorluk çekiyoruz.
Ancak bizim çok önemli bir artımız vardı. Biz “saygılı” bir nesildik. Saygı duyardık. Büyüklerimiz bize saygıyı öğretmişti.

Geldiğimiz noktada ise bize inanılmaz bir kültür enjekte ettiler. Etmeye de devam ediyorlar.
Türkiye’nin en büyük sorunu “Saygı”. Saygısız bir milletiz biz. Çünkü saygı kelimesini bilmiyoruz. O kadar benciliz ki kimseye hatta kendimize bile saygı duymuyoruz.
Trafikte, bilet kuyruğunda, yaya geçidinde… Kimsenin kimseye saygısı yok günümüzde…

Aslında saygı her şeyin çözümü… Çok basit, sadece SAYGI…

Hayat sürekli seçimler yaptığımız, ve hayatımızı bu şekilde yönlendirdiğimiz bir süreç. Hep bir seçim yaparız. Seçme şansımızın olmadığı tek şey anne, baba ve kardeşlerimizdir. Gerisini hep seçeriz. Eşimizi, işimizi, yaşayacağımız kenti, evimizi, arabamızı, kıyafetimizi, manavdan sebzemizi, fırından ekmeğimizi… Velhasıl hayatımızdaki her şeyi sürekli seçeriz.


Bir seçim yaptığımızda, bir şeyi hayatımıza alırken, geri kalanları seçmeyerek hayatımızdan uzaklaştırmış oluyoruz. Seçtiğimiz alternatif, vazgeçtiğimiz alternatiften daha iyi ise ne ala, ama daha kötü ise kayıplara katlanırız.

Etrafımızdakiler bizim seçimlerimize saygı duymamaya başladığı anda ise kutuplaşmalar başlıyor. Onların yaptığı seçimi yapmadığınız andan itibaren diğeri oluyorsunuz. İşin tuhafı diğerlerinden değilseniz de ortada kalıyorsunuz. Kimse sizin yaptığınız seçime saygı duymuyor.

Bizim çocukluğumuzda çoğunluk masumdu. Masumiyet üzerine kuruluydu yaşam. Masum olmayanlar kabak gibi ortaya çıkıyorlardı.

Ama biz büyüdük ve masumiyet kayboldu! Dedelerimiz, “Silah çıktı mertlik bozuldu” derlerdi ya.. İşte tam da o misal internet çıktı, masumiyet gitti.

İnternette her gün sayısız haber okuyoruz. Bazıları dudağımızı uçuklatacak cinsten. A sitesi aynı olay için siyah derken, B sitesi beyaz diyor. İkisi de bir şekilde haberinin doğruluğunu savunuyor. Daha ötesi sosyal medyada ayrışım çok daha uç noktalara varıyor. Kutuplaşma had safhada… Ellerine silah verseniz siyah diyen beyazı, beyaz diyen siyahı vuracak…

Hangi habere inanacağız hangisine inanmayacağız? Kim doğru söylüyor? Yalan söyleyen de hiç mi vicdan yok? İktidar koltuğunu muhafaza etmek için, muhalefette iktidarı devirmek için, “Her şey mubahtır” mantığı ile halkı kandırıyor mu? Bunun böyle olması için çabalayanlar mı var? Amaç başka mı?

Sorular, sorular, sorular…

Artık herkes bir anlamda muhabir. Elindeki cep telefonuyla yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kişiye ulaşabiliyor.

İşte bu nedenle de biz gazetecilerin işi günümüzde çok daha zor. Haber kaynaklarımız çok genişlemiş gibi gözükse de daha da daralmış durumda. 

Aslında civciv yumurta ilişkisi gibi… Gazeteci mağdursa okuyucu mağdur; okuyucu mağdursa gazeteci mağdur. Gazeteci haber alamayınca okuyucu öğrenemeyecek; okuyucu öğrenemeyince ise hatalar düzeltilemeyecek. Kısacası herkes mağdur!

Acilen sosyal medya ve internet için de bir tekzip mekanizması kurulmalı. Atılan yalan atanın yanına kalmamalı. Cezası ciddi boyutta olmalı. Yazan yazdığı her kelimeyi seçerek kullanmalı.

Söylediklerim ütopya gibi. Farkındayım. İmkansız bir şey istiyorum. Ama ne dedik en başta; Değişmeyen tek şey değişimin kendisi! Mutlaka bu sistem de değişecek, gerekli yaptırımlar uygulanacaktır. Doğru ile yanlış birbirinden ayrılacaktır.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Tarihe tanıklık etmek

Türk futbolunun hiç şüphesiz en büyük başarısı 2002 Dünya Kupası’nda elde etmiş olduğumuz Dünya 3.’lüğüdür.

İşte o efsane ekip geçtiğimiz günlerde 12 yıl aradan sonra ilk kez bir araya geldi. Başkanından futbolcusuna, masöründen aşçısına kadar… Naçizane ben de o ekibin bir parçası olduğum için, kaptan Rüştü Reçber’in organize ettiği bu buluşmanın davetli listesindeydim.

Muhteşem bir gün geçirdik. Eski günleri andık, şakalaştık, ağlaştık, eğlendik, üzüldük…
Toplantının ortak konusu “12 yıl içinde futbolun her geçen gün kötüye gitmesi” oldu. Tüm futbolcular futbolun ve futboldaki değerlerin daha kötüye gittiğinde hemfikirdiler. Geçen 12 yıllık sürede sahadaki futbolda gözle görünür bir düşüş olduğunu ve gelecek için de umutsuz olduklarını söylediler.


16 yaşımdan beri futbolun içindeyim. Futbol da oynadım, genç takımlar seviyesinde milli de oldum, ancak hiçbir zaman yeşil sahanın teknik kısmı ilgimi çekmedi. Bu yüzden tutup da futbol artık yavaş oynanıyor, şöyle kötü oynanıyor, böyle eksikler var tarzında yaklaşımda bulunmayacağım.

Ancak bildiğim tek şey var ki artık her anlamda başarıdan çok uzaktayız. Marka değerimiz geri de kalan 12 yıl içinde o günkünden daha kötü durumda. Medyamız ayaklar altında, seyirci profilimiz hiç olmadığı kadar düşmüş durumda. Futbolcular ise sahip olduklarının bilincinde değil…

2002 Dünya Kupası’na gidene kadar tek büyük başarımız 1954 yılında Dünya Kupası’nda yer almamız ve meşhur Macar zaferiydi. Ben bu hikâyelerle büyüdüm. Hep büyük bir başarının hayalini kurdum. 2002’de elde ettiğimiz bu başarının bu anlamda tarifi benim ve benim gibi bekleyenler için anlatılamaz. Guruptan çıkmış olmak bile büyük bir başarı kabul edilecekken, ülkemiz turnuvanın en fazla maç yapan 4 takımından biri olma başarısını gösterdi. Ev sahibi takımlardan birini yenerek Dünya 3. oldu. Gerçekten inanılmazdı.



O kadrodan aktif futbol yaşantısını sürdüren tek bir isim var; Emre Belözoğlu. Diğer isimlerin tamamı futbolu bıraktı. Birçoğu ise futboldan kopmuş durumda. Efsane kadro elini taşın altına tam anlamıyla koyamadı.

Türk futbolunun bir an önce silkelenip kendine gelmesi gerekiyor. Gerekli radikal kararları alarak, 14 yıl öncesi yakaladığımız o altın çağı tekrar yakalamamız gerekiyor. Milli Takımımızın başında Türk futbolunun marka ismi Fatih Terim bulunuyor.  İmparator ne yapacağını bilir. Eminim ki kısa bir süre sonra yine başarılarıyla guru duyduğumuz bir Milli Takım ortaya çıkacaktır.


Ben çocuklarıma anı anlatmak istemiyorum. Aksine çocuklarımın tarihe tanıklık edip, çocuklarına "Bizim neslimiz dedelerimizinkinden daha iyiydi" demesini istiyorum. Umarım bu jenerasyon bunu başarabilir.

1 Mart 2014 Cumartesi

Partinizi alın başınıza çalın!

Önümüzde yerel seçimler var. Sokaklarda bir bayrak curcunası, bir gürültü kirliliği almış başını gidiyor. Sanki oy verenler bayraklardan etkilenip, ya da müzikten mest olup, vereceği oyu belirleyecek. Aranızda oyunu bu şekilde değiştiren biri varsa bu yazıyı zaten hiç okumasın.

Siyaseti oldum olası sevmiyorum. Anlamıyorum da zaten! Hoş anlamak istediğimde de mantığım almıyor. Bu konuda özürlüyüm. Akıl yoksunuyum.

Sahi siyasette akıl, mantık var mı? Hani eskiden derlerdi ya “askere girdiğinde mantığı dışarıda bırak” diye! Siyasette böyle bir şey mi?

Siyasette tek yapabileceğim şey yerel yöneticilik olurdu sanırım? Aslında onda bile şüpheliyim ama galiba siyasetin biraz daha bağımsız hareket edilebilen yeri yerel yönetimler gibi gözüküyor!

Diyelim ki milletvekili olmaya karar verdiniz? Çok iyi bir eğitiminiz, diplomalarınız,
projeleriniz var. Çevrenizde sevilen sayılan birisiniz. Ama hiçbir siyasi partiye üye değilsiniz. Hiçbir siyasi çalışma yapmamışsınız. Olabiliyor musunuz? Kesinlikle hayır! Sizin bu vatana verebileceğiniz hizmetler, bilgi birikim, tecrübe… Hiç birinin önemi yok. Önemli olan A Partisi, B Partisi biraz da C Partisi… Yaşadığınız lokasyona göre diğer birkaç parti…

Hadi diyelim bir partiye daha yakın hissettiniz kendinizi. Gittiniz üye oldunuz. Ruhunuzu o partinin düşüncelerine satmadıkça kabul görmüyorsunuz. İnanmadığınız doğru bulmadığınız düşünceler dahi olsa itiraz edemiyorsunuz. Koşulsuz kabul etmek zorundasınız.  Parti lideri ne derse ona tabiisiniz. Sizi aday gösterecek olan bir elin parmakları kadar kişinin düşünceleri sizin ve size oy verecek olan insanların düşüncelerinden daha değerli. Hadi diyelim ki o bir elin parmakları kadar kişi sizi es kaza seçti. Parti lideri onay vermezse yine milletin vekili adayı olamıyorsunuz.

Yani aslında siz meclise millettin vekili olarak girmiyorsunuz. Partinin vekili olarak giriyorsunuz.

Yerel seçimlerde de durum pek farklı değil!

Bugün dünyanın en eğitimli, en donanımlı kişisi çıksa ortaya muhteşem yapılabilir projeler koysa, bu kişi dürüstlüğü ile nam salmış olsa eğer o bölgenin seçmenlerinin “tuttuğu parti”den değilse kazanma şansı sıfırdır. Hatta bu kişi ülkenin en güçlü partilerden birinden dahi aday olsa o bölgede diğer parti güçlü işe asla oy alamaz. Çünkü yapacakları, projeleri, katkıları ilgilendirmez. O karşı partilidir.  O zamanda ideoloji devreye girer. Benim gibi düşünmüyorsa yapacağının bir kıymeti yok. Az olsun bizimkilerden olsun! Bu mantık vardır.
Ben böyle siyasetin neresini seveyim? Varsın benden uzak dursun!

Benim için hiçbir partinin zerre kadar önemi yok. Tek bakacağım şey benim yaşam standartıma yaşantıma katacağı pozitif değerler. Çocuklarımın geleceğine yapılacak yatırımlar. Ülkemin gelişimine dair üretilecek projeler. Beni yönetecek vasıfa sahip olup olmadığı. Sıkıntım olduğunda ulaşıp ulaşamayacağım.

Biliyorum bencilce. Ama herkes yaşam standartı için aynı hassasiyeti gösterirse zaten seviye ister istemez yükselir. Herkes şu an yaşadığından daha rahat ve huzurlu yaşar.


Uzun sözün kısası siyasetin canı cehenneme …

14 Ocak 2014 Salı

Futbolun köküne kibrit suyu

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin (TSYD) Antalya’da 51.sini düzenlediği seminerde çeşitli oturumlarda Türk futbolu masaya yatırıldı.

Seminerin hiç şüphesiz ağır topu Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim’di. Türk futboluna önümüzdeki 7 yıl boyunca yön verecek olan Fatih Hoca seminer boyunca eğitimin önemine dikkat çekti. Futbolu okullara sokamamaktan yakındı. Bunları söylerken tablonun vahametinden de üstü kapalı bahsetti. “Eğitim, Eğitim, Eğitim” vurgusu yaptı.

Geçmişte de futbolda gelişmiş bir ülke değildik. Ancak 90’lar sonrasında yakaladığımız ivme ve yapılan atılımlarla, gelişmekte olan ülke konumuna gelmiştik. Zaten bunun meyvelerini de almış gerek, FIFA sıralamasındaki yerimizle ve de gerek aldığımız başarılarla bunu yansıtmıştık. Maalesef ülke olarak son 5 yıldır düşüşe geçtik. Geriye gidiyoruz.

FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da 6.308.446, ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye ise 53 UEFA ülkesi arasında lisanslı futbolcu sayısının (273.383) ülke nüfusuna oranında % 0.361 ile 48. sırada. Bu arada lisanslı oyuncu sayısının sadece 3.337 si kadın. Bu da % 1,22’e karşılık geliyor.

Elbette bizden daha kötü ülkeler de var. Bu ülkelerin Türkiye’den fakir olduklarını söylemeye gerek yok. Bizden daha kötü oranı olan ülkeler Kazakistan, Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya ve Moldovya. Ancak bizim üstümüzde olup bu ülkelerden daha fakir olan ülkeler de var. Yani neden kesinlikle ekonomik değil. Nitekim tesis ve yatırımlar bakımından biz son yıllarda fena da sayılmayız.

“Grassroots” futbolda çok önemli bir kavram. Maalesef ülkemizin bu kavramla tanışması oldukça geç oldu. Efsane teknik adam, hocaların hocası, rahmetli Gündüz Tekin Onay, “Herkes için her yerde futbol” felsefesi ve “Topu kalbine yakın tut” sloganı ile getirdi Türkiye’ye.

 “Grassroots” un kelime anlamı çim kökleri. Adından da anlaşıldığı gibi futbolun temelini oluşturmak asıl hedef. Bir nevi futbol mühendisliği projesi. Bu amaçla yapılan her türlü sportif veya siyasal bir organizasyon bu kavramı kapsıyor. İnsanların cinsiyet, yaş ve engel tanımadan futbol denilen harika oyuna katılımını hedefliyor. Nitelikten çok nicelik ön planda anlayacağınız. Amaç katılımın en üst düzeye çıkarmaktır. Katılımın artması ile rekabet ve dolayısı ile nitelik artacaktır.

Gündüz Tekin Onay’ın sürekli söylediği bir söz vardı ki ben onu kendime felsefe edindim; "Grassroots'un içinde yer alan bir çocuk iyi bir futbolcu olabilir, iyi bir teknik adam olabilir iyi bir hakem olabilir, hiçbir şey olamazsa iyi bir seyirci olabilir!

Neden bunları anlattım. Eğer biz “Grassroots” kavramını önemsemeyi ve özümsemeyi başta TFF olarak algılabilseydik, bugün sadece Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın konuşulduğu bir futbola değil başarının ve güzel futbolun alkışlandığı bir futbol kültürüne sahip olacaktık. 

Türkiye’de futbolda yalnızca rekabet ve üst düzey yapılanma olduğu için, ne yazık ki ülkemizde Grassroots içi boş bir kavram. Maalesef Türkiye “Grassroots” hedefine ulaşamadı. Ülke nüfusunun sadece %0,361’ne lisanslı futbol oynatan bir ülkenin başarıya ulaşması da beklenemez.

FIFA’nın yayımladığı rakamlara göre Almanya’da 6.308.446 ABD’de 4.186.778 lisanslı futbolcu var. Türkiye bu sıralamada 36. sırada.

Neden bu noktada olduğumuzu anlayabilmeniz için küçük bir örnek de vermek istiyorum. İngiliz Futbol Federasyonu’nun Grassroots’a ayırdığı yıllık bütçe yaklaşık 180 Milyon Türk Lirası iken 350 milyon civarında toplam bütçesi olan TFF’nin Grassroots’a ayırdığı rakam 40 Milyon Türk Lirasını geçmiyor.

Peki bunun aksi beklenebilir mi? TFF Genel Kurulu’nda taban birlikleri dediğimiz (Futbolcu, Antrenör, Hakem vb) futbolun en önemli paydaşlarının oy hakının toplam oranı %10’u geçmediği bir ortamda asla! Profesyonel Kulüp temsilcilerinin kulüp çıkarları için ülke futbolunu yok saydığı bir Genel Kurul ortamında asla!

Diyebilirsiniz ki kulüpler olmazsa TFF mi olur? Avrupa’da Futbol Federasyonların Genel Kurulunda Profesyonel Kulüp temsil oranının %50’nin üstüne çıktığı tek ülke Türkiye dersem sanırım bunun yanıtını net bir şekilde vermiş olurum.

Yani kulüpler futbolun çim köklerine kibrit suyu döküyor!

3 Ocak 2014 Cuma

Bir zamanlar gazetecilik vardı

1995 yılıydı; Kanal 6’da Spor Müdürü Faik Çetiner’in yardımcısıyım. Aynı zamanda Galatasaray muhabirliği yapıyorum. Her şey güllük gülistanlık. Olanaklarımız o günün şartlarında sınırsız. Ekip sağlam. Tek amacımız var haber atlatmak. Bu konuda da oldukça başarılıyız. Uçanı kaçanı yakalıyoruz.

Galatasaray’da işler yolunda, ama Fenerbahçe’de sıkıntımız büyük. İşler şimdiki gibi değil. Haber atlama, haber atlatma kavramları var. Biz de Fenerbahçe’de yüksek atlamadayız. Her haber atlandığında Faik Ağabey beni sorguya çekiyor. Sanki Fenerbahçe muhabiri benim!

Nitekim şimdi adını paylaşamayacağım Fenerbahçe muhabiriyle yollarımızı ayırmak zorunda kalıyoruz. Ancak bu işten yine ben zararlı çıkıyorum. Çünkü o an için açıkta hiç Fenerbahçe muhabiri yok. Faik Ağabey çözümü evimin Anadolu yakasında olmasından dolayı, beni Fenerbahçe muhabiri ilan etmekte buluyor.

Servisten bir arkadaşımız da formaliteden Galatasaray muhabiri oluyor. O günlerde de Fenerbahçe haberleri bir tarafa diğer haberler bir tarafa. Diğer takımlarda atlasak da Fenerbahçe’de haber atlamak asla kabul edilemez. Nasıl olsa bir şekilde Galatasaray’dan bana haber geliyor. Özel haberin canı cehenneme!

Hal böyle olunca benim için istemeye istemeye Dereağzı günleri başlıyor. Ama kalbim Galatasaray’da!  İşin ilginci Fenerbahçe’de kalmak istemiyorum ya, haber yağıyor! Nasıl haberler anlatamam. Faik Ağabey’in ağzı kulaklarında. Deneyimli Fenerbahçe muhabirlerinin arasında harikalar yaratıyorum. Haberin bini bir para…

Bu arada sezon sonu yaklaşıyor, kulüpler birer birer programlarını açıklıyorlar. Fenerbahçe Türkiye’de ilk kez olacak bir şey yapıyor ve kıtalararası bir ülkeye gidip sezon başı kampı yapacağını ilan ediyor. Fenerbahçe muhabirlerinin keyfine diyecek yok. Galatasaray ise her zamanki gibi Almanya’ya yolcusu.

Faik Ağabey’e çıkıp “Ben Fenerbahçe’yi takip etmek istemiyorum” diyorum. Dememle birlikte kıyamet kopuyor. Kavga döğüş, en sonunda yerime birini bulmam kaydıyla, Galatasaray muhabirliğine dönebileceğimin sözünü alıyorum.

Ben başlıyorum muhabir arayışlarına. Muhabiri ben seçeceğim. İşler yanlış giderse sorumlu da ben olacağım tabi. Aldığım bu sözden sonra tam 3 Fenerbahçe muhabiri deniyoruz. Ama her gelen en fazla 1 hafta dayanabiliyor. Aralarından bir tanesi de tüm servisi soyup soğana çeviriyor ve yurtdışına kaçıyor. Sonradan öğreniyoruz ki tek çarpılan biz değiliz, tüm Fenerbahçe camiası çarpılmış.

Fenerbahçe yeni bir muhabir kazanıyor…

Ben artık yeni bir Fenerbahçe muhabiri bulmaktan tam umudu kesmiştim ki onunla tanıştım. Gencecik, ama hırlı mı hırslı cevval bir muhabir. Hemen her televizyoncunun okulu pozisyonundaki HBB TV’de çalışıyor. Oradan oraya koşturuyor. Daha o yaşta abilerini atlatıyor. Şeytan tüyü var; bir şekilde kimsenin röportaj yapamadığı isimlerle röportajlar yapıyor. Tamam dedim, işte bu!

Faik Ağabeyin ağzından girdim, burnundan çıktım ve en sonunda Kanal 6’ya Fenerbahçe muhabiri olarak alınmasına ikna ettim. Aynı hafta içinde genç muhabirimiz yaptığı haberlerle kanalın yıldızı oldu. İkinci haftanın sonunda ise Brezilya’ya Fenerbahçe ile birlikte kampa gidecek isim o oldu, ben de böylelikle Galatasaray’la Almanya’ya gidebildim.
Bu gencin adı Bülent Ülgen’di.

O genç bugün Türkiye’nin en saygın kanallarından Kanaltürk’ün Spor Grup Direktörü.

Hiçbir şey eskisi gibi değil

1 Kasım itibari ile 17 yıl ara verdiğim aktif gazeteciliğe tekrar geri döndüm. Profesyonel yaşama dönmeyi hiç düşünmediğim, hiç istemediğim halde tekrar bu curcunanın içine girdim.

Geri dönmemin tek nedeni var, o da o gün beni kırmayarak Galatasaray muhabirliğine dönmememi sağlayan Bülent Ülgen.

Ben de bugün onun bana ihtiyacının olduğu bir dönemde, onu ve yol arkadaşı Murat Bereket’i yalnız bırakmadım. Üçüncü bir göz olmak, beyin fırtınasının bir ayağı olmak ve onlara ağabeylik yapmak üzere Kanaltürk Spor İstihbarat Şefi görevini kabul ettim.

Bülent de, Murat da bu işe hayatlarını adamış adam gibi adamlar. Geri dönmemdeki en önemli neden de onların bu adamlıkları.

Döndük dönmesine de hiçbir şey bıraktığımız yerde değil.

Haber artık yasakların arkasında. Kulüpler bir yasaktır tutturmuş gidiyorlar. Antrenmanlara basının girmesi yasak! Futbolcularla konuşmak yasak! Yöneticilerin demeç vermesi yasak! Gazetecilerin takımların uçağına binmesi yasak! Yasak yasak, yasak!

Her şey ajansların ve kulüplerin ticari amaçla kurdukları televizyonlarının inisiyatifine kalmış. Özel haber yapmak neredeyse imkânsız.

Masabaşına otur, interneti aç, abone olunan ajansları tara, birkaç internet sitesini dolaş. İşte haberler hazır.

Ne mesleki anlayışım ne de kişiliğim hiç buna uygun olmadı. Bu tarz gazetecilik yapamam. Zaten yapmıyorum da.

Buna isyan edince de kulüpler ve medya sorumluları tarafından tehdit ediliyorsunuz. Bir daha hiç iş yapamamakla! Sanki çok yapıyoruz ya!

Ben burada önce kendime sonra meslektaşlarıma ve özellikle de haber bekleyen okuyucularla izleyicilere söz veriyorum. Ben eskisi gibi haber peşinde koşan, haber kaynağı ile bire bir iletişimde olan, haklarını bilen, haddini aşmayan ama sınırları zorlayan bir anlayışla mesleğime devam edeceğim.

Şu sıralar stadyumlarda gergin bir adam görürseniz işte o benim...

Ya bu sonradan oluşturulmuş sistemi deleceğim ya da bu sistem beni dışarı tükürecek! Hep birlikte göreceğiz.

19 Kasım 2013 Salı

Ne olacak bu Türk futbolunun hali?

Futbolla haşir neşir olanlar iyi bilirler. Yıllarca rakı masalarında, dost meclislerinde, futbol sohbetlerinde yanıtı olmayan klişe bir soru vardı: “Ne olacak bu Fener’in hali?”

Futbol dünyası seneler geçse de bu sorunun yanıtını bulamadı, ama kendine kardeş bir klişe buldu: “Ne olacak bu Türk futbolunun hali?”

Sokaktaki ayakkabı boyacısından, milyar dolarlık bütçesi olan dev şirketlerin CEO’larına kadar herkes futbolla yatıp futbolla kalkıyor. Herkes teknik direktör, herkes yönetici… Ama kimse taraftar değil!

Taraftar dediğin zaten bir dogmaya inanır. Rasyonel değildir. Tercihleri pek değişmez. Tek beklentisi vardır, o da sportif başarı. Takımının eksiklerini görmez, küçük başarılarını büyütür.

Yöneticiler de bu gerçeğin farkındadır. Rakamları hep şişirir. 10 milyon taraftarı olan kulübü, önce 20 milyon taraftarımız var diyerek tavan yaptırır, ardından da sadece 1 milyon taraftara hitap edecek projelerle yola çıkar. Çünkü 10 milyon kişi ile uğraşmak zor iş. Onun yerine 1 milyonu azdır, bağırtır. Onlara sürekli sportif başarı vaatleri sat. Kadınların, çocukların stada gelmesi kulübe verilen bir ceza olsun. Her gün birisi yangın çıkarsın, bir gün sen, ertesi gün başkası. Kavga gürültü... Yangını söndür, kahraman ol, çok meşgul gözük. Çok konuş. Çok tanın…

Bir şey hoşuna gitmediği zaman hemen 360 derece rotayı değiştir ilk şikâyet eden sen ol.

Spor kulübü, dernek ol ama sosyal bir sorumluluğun olmasın. Ticari bir şirket ol ama Türk Ticaret Kanunu kuralları senin için geçerli olmasın. Kendi borunu öttür.

Kâğıt üzerinde büyük kulüp ol ama büyüklükle ilgin olmasın. Sürekli mağduru oyna ki taraftarın daha fazla azsın. Rakiplerini sürekli suçla ki yaptıkların gözükmesin.

Avrupa kupalarına katılmayı marifet, rakiplerini yenmeyi zafer, tur atlamayı dünya kulübü olmak san.

İşine geldiğinde ben bu kulübün neferiyim, hayatımın her anını kulübüme harcıyorum de, işine gelmediğinde ise benim hareketlerim menfi, kurumu bağlamaz de. Bir başarı varsa mimarı ol, başarısızlık varsa komplo teorileri üret, bahanelerinle insanları kendine inandır.

Çok sevdiğim bir arkadaşım bir tespit yapmıştı. Türkiye’de futbol 2 milyon üzerinde dönüyor diye. O kadar haklı ki! Ya o 2 milyonun dışında kalan diğer futbolseverler? Onlar etkisiz eleman. Onlar bile neden futbolu sevdiklerini, neden bir takım tuttuklarını ifade edemiyorlar. Etmek niyetinde değiller. Zaten futbol ekonomisine katkıları da yok.


Gerçek futbolsever 2 milyon mu? İşte o kalan sağlar bizimdir. 650.000 Digiturk satılır, 200 küsür bin Fanatik okunur, 350.000 forma, 150.000 kombine. Tamam işte, daha ne olsun?

Biz de sonra oturur “Ne olacak bu futbolun hali? diye sorup dururuz!

27 Ekim 2013 Pazar

Katarlı Messi, Kuveytli Ronaldo’ya karşı!

İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında, çamur içinde balçık bir saha ve daha çok Amerikan Futbolu’ndaki uzun direkleri andıran, tahtadan derme çatma kaleler arasında oradan oraya koşuşturup duran onlarca genç, icat ettikleri oyunun gelecekte bacasız bir sanayiye dönüşeceğinin farkında olsalar, ne yaparlardı acaba?

Farklı bir oyun oynamak amacıyla yola çıkan bu gençler  adına, ayak topu, yani İngilizce olarak Futbol denilen bu oyunun, aradan geçen zaman içinde kabuk değiştirip, bugün bütçesi milyar dolarlarla ifade edilen dev bir sektör haline geleceğini tahmin edemezlerdi elbet.

Günümüzde oynanan futbol dahi benim çocukluğumda oynanan futboldan farklı dersem çok abartmış olmam.

Benim çocukluğumda hem saha içindeki kurallar hem de saha dışındaki kurallar bugünkünden farklıydı. Bu değişimleri anlatarak kafanızı şişirmeyeceğim ama birkaç örnek vererek o günden bu yana olan değişimler hakkında fikrinizin oluşmasını sağlayabilirim.
Her şeyden önce sahada sadece 3 hakem vardı. Ve bu hakemler sadece siyah giyebilirdi. Galibiyetler 2 puandı. Türkiye’de yabancı sayısı 2 idi ama Avrupa’da da sınırsız yabancı kavramı yoktu.  Maçlarda deplasman takımlarının da taraftarları eşit düzeyde yer alırdı. Avrupa Kupa Galipleri Kupası diye bir şampiyona vardı. Kaleciye gayet güze geri pas verebiliyordunuz!

Daha onlarca değişim sayabilirim, ama amacım geçmişte olan değişimleri anlatmak değil gelecekte futbolu nelerin beklediğini anlatmak.

Hep diyoruz ya futbol bacasız sanayi diye, bundan sonraki değişimlerde bu doğrultuda ve özellikle ekonomik amaçlı olacak hiç şüphesiz. Nitekim Avrupa futbolunun şu anki patronu pozisyonundaki UEFA’nın bu seneki bütçesinin 4 milyar İsviçre Frank’ının üzerinde olduğunu ve bu kuruluşun 18 büyük organizasyonu tertip ettiğini söylersek sanırım, ne denli büyük bir sektörden bahsetmiş olduğumuzu anlatabiliriz.


Bir kere şunu hemen belirtmeliyim bundan sonra olacak değişiklikler hep radikal olacaktır. Geçmişteki gibi çaktırmadan hissettirmeden değil.

Oyuncularına milyonlarca dolar para bağlayan ve onları kendi malları gibi düşünen kulüpler, uzunca bir zamandır milli takımlara oyuncu vermek istemiyorlar. Herhangi bir sakatlık riskine karşın, bağlı bulundukları federasyonların yanı sıra, FİFA’yla da sürekli karşı karşıya geliyorlar.

Dünya Kupası göremeyen yıldızlar!

İşte tam bu noktada yakın bir gelecekte, yeni bir radikal değişimin doğacağını düşünüyorum.
Olimpiyatlardan sonra dünyanın en büyük spor organizasyonu Dünya Kupası.  Mevcut formatına göre 32 takımla oynanıyor. FİFA Dünya Sıralamasına baktığınızda ilk 6 daki takımlar pek değişmiyor ve finale de genellikle bu ülkeler kalıyor. İstisna hemen hemen hiç olmuyor. Kısacası Dünya Kupası’nı hep aynı takımlar kazanıyor. İşin heyecanı kaçıyor.

Daha da ötesi, bir de işin başka yönü var ki çok daha üzücü. Liglerinde harikalar yaratan ve tüm dünya tarafından izlenmek için can atan yıldızların ülke milli takımları çoğu zaman bu şampiyona dışında kalıyor. Kulüplerinde muhteşem performanslar sergileyen ve efsane statüsüne ulaşan bu yıldızları dünyanın en büyük kupasında maalesef izleyemiyoruz.

Mesela en yakın örneklerden yola çıkarsak, Brezilya’da yapılacak Dünya Şampiyonası’nda Play-off'ta Portekiz ve İsveç eşleştiği için Dünyanın en iyi futbolcuları olarak gösterilen Ronaldo ya da İbrahimovic’ten biri boy gösteremeyecek. Keza bir de katılmayacakları kesinleşen yıldızlar var ki bu futbolseverler için büyük kayıp. Başta A Milli takımımızın yıldızı Atletico Madrid’li Arda Turan olmak üzere şu an transferde dünya rekorunu elide tutan Real Madrid’in Galli yıldızı Gareth Bale, Petr Cech (Chelsea - Çek Cumhuriyeti), David Alaba (Bayern Münih - Avusturya), Daniel Agger (Liverpool - Danimarka), Christopher Samba (D. Moskova - Kongo), Roberto Rosales (Twente - Venezuela), Nemanja Matic (Benfica - Sırbistan), Marek Hamsik (Napoli - Slovakya), Robert Lewandowski (Dortmund - Polonya) Dünya Kupası’nda forma giyemeyecekler.

Geçmişte de Dünya Kupası’nı kaçıran ve bu büyük şovdan uzak kalarak seyirciyi kendilerini izlemekten mahrum bırakan yıldızlar vardı. Hollanda, Marco van Basten, Frank Rijkaard, Ruud Gullit'li kadrosu ile 1986'da yer alamamıştı. 6 kez Arjantin, 2 kez Kolombiya, 31 kez de İspanya forması giyen Di Stefano başta olmak üzere, Kuzey İrlandalı George Best, Fransız Eric Cantona, İngilizlerin efsane futbolcusu Duncan Edwards, yaşayan efsane Galli yıldız Ryan Giggs, Finlandiyalı Jari Litmanen, başka bir Galli Ian Rush, Liberyalı George Weah, İrlandalı Robbie Keane, Bulgar Dimitar Berbatov,  Togolu Emmanuel Adebayor Dünya Kupaları’nda forma giyme şansını ülkeleri yüzünden kaçırdılar.

Yeni ve Farklı Milli Takımlar?

Peki çözüm ne?

Çözüm milli futbolcuların ülkeler arasında transfer edilebilmesinde! Böylelikle hem kulüpler futbolcularını istedikleri gibi pazarlayabilecekler ve bundan para kazanacaklar hem de hiç bir yıldız futbolcu turnuva dışında kalmayacak.

Milli takımların başına nasıl başka ülkeden teknik direktör getiriliyorsa aynı şekilde yabancı ülke oyuncuları da başka bir milli takımda oynayabilecek.

Aslına bakarsanız bu bir şekilde günümüzde de farklı adlarda uygulanıyor. Almanya Milli Takımında neredeyse Alman oyuncu yok. Devşirme modeli ile tüm yabancı oyuncuları Alman vatandaşı yaparak milli takımlarında oynatıyorlar.  Bizim yakından bildiğimiz örneği Mesut Özil. Diğerlerini saymaya bile gerek yok. Bir de bizim içimizde olanlar var. Marco Aurelio bizim milli takımımızda nasıl oynadı? Mustafa İzzet ya da Kazım Kazım? Yani anlayacağınız aslında şu anda da bir şekilde uygulanıyor bu.

Bahsettiğim milli takımlar arası transfer modelinin uygulanmaya başlaması durumunda kalitenin nasıl artacağını tahmin edebiliyor musunuz?

Galatasaray Sneijder için ABD Futbol Federasyonu’ndan ne kadar ister, ya da Real Madrid Ronaldo için Kuveyt’ten? Rekoru Katar’a transfer olacak Barcelonalı Messi mi kırar dersiniz? Arda Turan'lı Çin, Drogba'lı Türkiye karşısında ne yapar?

Şu an için size çok uzak gelen bu senaryo çok kısa bir süre sonra gerçek olabilir. Böyle bir şey gerçekleştiğinde Messi’yi Katar milli takımında Ronaldo’yu Kuveyt’te Drogba’yı A Milli takımızda izlemek mümkün olabilir. Dünya Kupası Finali de artık Sudi Arabistan ile Çin arasında oynanırsa kimse şaşırmasın!