22 Temmuz 2012 Pazar

Fenerbahçe UEFA’nın başına bela oldu


Ülkemizde yaşanan şike soruşturması ve akabinde ortaya çıkan sonuçlar bir tek Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) sorunu olmaktan çıkıp, dünya futbolunun sorunu haline gelmeye başladı.

Açılan soruşturma sonrasında ortaya çıkan belgeler ve deliller neticesinde alınması gereken kararlar alınmayınca ve de TFF tarafından suçlu takımlar korunmaya kalkışınca, rahatlıkla çözülebilecek bir sorun işin içinden çıkılmaz bir durum halini aldı.

Her ne kadar Spor Bakanımız işin içine siyaset karışmadı dediyse de, bir gecede değişen henüz hiç uygulanmamış bir yasa, oy kaygısıyla mahkeme devam edilirken verilen beyanatlar, soruşturmanın içindeki bir kulübün başkanını TFF Başkanlığı için desteklemek ve UEFA ile yapılan pazarlıklar bunun aslında pek de öyle olmadığını ortaya koyuyor.

Zaten, soruşturmayı başlatan ve yürüten, ardından da ceza veren mahkemenin kararlarına karşın, TFF’nin ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranması, aslında durumun ne kadar vahim olduğunun ispatı değil mi?

İşin en garip ve başından beri kavrayamadığım yanı ise UEFA’yı da kendimize benzetmemiz olmuştu. Daha önceki bütün benzeri konularda ivedilikle ve kesin çözümler üreten ve bunu uygulatan UEFA bu kez  işi ağırdan aldı. Diğer Avrupa ülkelerinden gelen baskıları bile göğüsledi.

Ancak geçtiğimiz hafta durum değişti. TFF içinde etkin bir görevde yer alan ve UEFA ile ilişkileri çok güçlü olan bir arkadaşım, FİFA’nın bu konuyla artık kendi ilgilenmeye başladığını belirterek, “Yıllarımı bu işe verdim. FİFA’nın yazmış olduğu mektup bugüne kadar gördüğüm en sert FİFA - UEFA yazışması” dedi. FİFA, UEFA ve TFF’ye gönderdiği yazıda, bu konuda bugüne kadar atılan adımların bir raporunu isteyerek adeta kulak çekmiş.

Zaten UEFA Genel Sekreteri Gianni Infantino da bu yazışmanın hemen ardından basında yer alan Fenerbahçe ile ilgili sürecin bitmediğine dair açıklamayı yaptı.

Ancak başından beri korktuğumuz yaptırım ile karşı karşıya kalma tehlikesindeyiz. TFF’nin mahkemede ortaya çıkan delil ve gerçeklere rağmen, UEFA ve FİFA’ya yanıltıcı ve taraflı bilgi aktarması sonrası, soruşturmaya FİFA’nın doğrudan müdahale etmesine yol açtı. Bu da beraberinde TFF’nin ceza almasını tekrar gündeme geldi. 

Bütün bu yaşananlar ve TFF, kulüpler, UEFA ile FİFA ilişkisi bana çok sevdiğim bir fıkrayı hatırlattı.  Umarım TFF’nin sonu fıkradaki gibi olmaz.

Ormanda kral seçimi yapılmış ve en iyi kulis yapan eşek "Ormanın Kralı" seçilmiş.

Eşek ertesi sabah kral olarak uyandığında "Acaba rüyamda mı kral seçildim" diye kuşku yaşamaktaymış. Ormanda ilerlerken uzakta bir kurt görüp anırmış. Eşeğin anırtısını duyan kurt yere kapanmış ve "Kral hazretleri, hoş geldiniz" demiş.

Bu durum eşeğe güven vermiş. Önüne çıkan her hayvana anırmaya başlamış. Onu duyan hayvanlar da yere kapanıp "Kral hazretleri hoş geldiniz" diyorlarmış.

Bakmış bir aslan bir ağacın gölgesinde uyuyor.

Aslanın kulağına doğru şiddetle anırmış.

Aslan uyanıp gözünü açmış... Başının ucunda duran eşeği bir pençe atıp öldürmüş.

Meğer aslan kral seçimi yapılacağını da, bu seçimin sonucunu da duymamış.

12 Temmuz 2012 Perşembe

İtibarınız kadar konuşun


Türkiye Futbol Federasyonu (TFF)’nin iyi idare edilemediğini, itibarının yok olduğunu, marka değerinin ayaklar altında olduğunu söyleyip duruyorum. Bunları yazarken laf olsun diye yazmıyorum ya da işkembeden atmıyorum. Yazdığım her satırın, söylediğim her sözün arkasındayım.

Peki, Türk Futbolunun marka değeri, itibarı nasıl belirlenir? Kriterler ne? Ne zaman iyi yönetildiğini iddia ederiz?

İtibar yönetimi diye bilimsel bir olgu var! Olmazsa olmazlar ve olmayacaklar var.

Lider Kalitesi
Bir kurumun itibarı öncelikle liderinden kaynaklanır. Lider dediğimiz kişi o kurumdaki herkes tarafından benimsenmeli, kişisel itibarı da en az temsil ettiği kurum kadar güçlü olmalıdır. Lafına, sözüne inanılmalıdır. Geçmişi temiz olmalıdır. Yaptığı işte belli başarıları bulunmalıdır. Yani eğer Türk futbolunda itibardan bahsedeceksek öncelikle bu saydığım kriterleri taşıyan kaliteli bir liderimiz olmalıdır.

Yönetim Kalitesi
Lider yöneteceği kurumu tek başına yönetmez. Bir ekibi vardır. Bu ekibin her bir bireyi aynı kalitede olmayabilir. Bazen bazı isimler alanlarında uzman oldukları için yönetimlerde yer alırlar.  Bu kişilerin eksik yanları, yönetim içindeki diğer bireyler tarafından giderilir. Önemli olan yönetim kalitesidir. Eğer verilen kararlarda kalite ve başarı varsa itibar konusunda bir adım daha ileriye gittiniz demektir.

Ürün-Hizmet Kalitesi
Türk futbolunun yönetilmeyi bekleyen başlı başına ürünleri vardır. Bu ürünlerde belli bir standartı ve kaliteyi yakalamalıdır ki toplam kaliteye etkileri olsun. Aslında bunlar işin vizyonudur bir anlamda. Süper Lig, 1. Lig, Türkiye Kupası, Milli Takım, MHK her biri Türk Futbolunun ürünleri ve hizmetleridir. Ürün defolu hizmet eksikse itibardan ve marka değerinden bahsetmek pek mümkün olmaz.

Finans
Elbette olmazsa olmazlardan biri de paradır. Para yoksa kalite düşer. Kalite yoksa itibar da yok demektir. Eğer siz gelirleriniz doğru yönetemezseniz, yakın gelecekte o gelirleri de kaybetmeye başlarsınız.  Futbolda para yönetimi de tecrübe ve itibar işidir. Kendi itibarınız ve tecrübeniz yoksa kurumun itibarından söz etmek biraz hayal olur.

Çalışan Kalitesi
İtibarlı kurumlarda çalışanların kalitesi de çok önemlidir. Eş, dost, ahbap yerine o işi bilen tecrübe ve eğitim sahibi kişiler çalıştırılırsa işler yürür. Başarı gelir. İtibar oluşur. Marka değeri tavan yapar.
Ve en önemlisi futbol bir keyif işidir. Oyundur. Bu bilinç futbolsevere aşılanmalıdır. Yani Türk Futbolunu yönetenler sosyal sorumluluk sahibi olması gereken insanlardır. Birinci vazifeleri futbolu sevdirmek, futbolseveri mutlu etmek ve onları futbolun içine sokmaktır. Herkes futbol oynamaya başlar ya da futbolun bir paydaşı olmayı başarabilirse hedefe ulaşılmış olur. Zaten hedefe ulaşmış bir kurumda itibar sahibidir.
Şimdi bu satırları okuyanlardan ellerini vicdanlarına koyarak yanıt vermesini bekliyorum. Son 4 yıldır yukarıda saydığım kriterlerin kaçı Türk Futbolunda mevcut.  İtibar ve kalite bu satırlarda gizli bakalım bulabilecek misiniz?

FUTBOLU BİZ Mİ KURTARACAĞIZ?

İşte bu itibar ve kalite ortamında haftada bir toplanarak Türk futbolu üzerine konuştuğumuz çekirdek bir gurubumuz var. İçinde spor yazarlarının, yorumcuların, muhabirlerin, spor hukukçularının bulunduğu bu gurup, köşe başlarını tutmuş örümcek kafalara inat, Türk Futbolunu konuşuyor, fikirleri tartışıyor kısacası beyin fırtınası yapıyor. Her geçen günde aramıza yeni isimler katılıyor. Çok ilginçtir bu kadar spor adamının içinde olduğu bu gurubu, futbolun çok dışından Kerim Ayanoğlu isminde gencecik bir arkadaş bir araya getirdi. Bu platformda herkes özgürce düşüncelerini dile getiriyor. Fikirler masaya yatırılıyor, olgunlaştırılıyor. Hepimizin mesleklerine katkı haline gelecek formlara dönüştürülüyor. Benim yazılarım için de buradan iyi malzeme çıkıyor. Zaten son zamanlarda futbolla ilgili yaptığım tek aktivite de bu olsa gerek.

Yazdığım yazılardan ciddi şekilde rahatsız olan bir kitle var. Muhalif tarzım, tarafsız durma gayretim ve en önemlisi objektif yansımam bazılarını mutlu etmiyor. Bunlar arasında meslektaşlarım da önemli bir yer tutuyor. Çünkü birçok gazeteci arkadaşımın çalıştıkları kurumlarda, gerek patron baskısından gerek siyasi baskıdan ve de gerekse Türk Futbolunu yöneten isimlerin kendilerine yakın olmasından dolayı, olanı biteni tüm çıplaklığıyla dile getirmeleri mümkün olmuyor. Doğal olarak bu isimler, gerçekleri dile getirenlere de sıcak bakmıyorlar. Çünkü o zaman kendi eksiklikleri ortaya çıkıyor.

İster birilerinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, ben düşüncelerimi yazmaktan geri durmayacağım.  Her platformda bunları dile getireceğim.

Futbol Adamı diye tanımlayabileceğimiz bazı isimler de bana “Türk Futbolunu sen mi kurtaracaksın?” diye soruyorlar. Elbette futbolu ben kurtaracak değilim ama kurtaracak bir ekip olursa da seve seve o ekibin içinde yer alacağım.



7 Temmuz 2012 Cumartesi

Buyurun Cenaze Namazına


Şike soruşturmasının başlamasının üzerinden tam 1 yıl geçti. Hepimiz süreci yakından takip ettik. Eskiden futbolla yatıp futbolla kalkan bizler, şike ile yatıp mahkeme ile kalktık. Yapılanı görmezden geldik,  önümüze çıkan fırsatları elimizle bir kenara ittik, söylendik durduk, ama bir şey yapmadık ve zamanı tükettik.

İslamiyet’in en büyük dört halifesinden biri olan Hz. Ömer (R.A.) ‘in söylediği bir söz aynen gerçek oldu;  “Atılan ok, kaçırılan fırsat, söylenen söz, geçen zaman geri getirilemez.”

Şike Operasyonun yapılmasının ardından ortaya çıkan tapeler, konuşmalar, belgeler ve ilişki yumağı şikenin varlığını ortaya çıkarmıştı. Türk Futbolunun önemli 8 takımı birden bu iğrençliğin içindeydi. Polis çok güzel çalışmış yaşanılanları gün yüzüne çıkarmıştı. Ne yazık ki işin içinde Türkiye’nin en büyük iki kulübü de olunca kurallar yasalar işlemez oldu. Devreye gizli güçler girdi.

TFF’nin o dönem çiçeği burnunda, Başbakan torpilli başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’yi düşüren Başkan olmamak uğruna Türk Futbolunu ateşe atmaktan bir beis görmedi. Daha hiç uygulanmamış olan 4 aylık kanun bir gecede bütün partilerin katılımıyla değiştiriliverdi. Kimsenin gıkı çıkmadı. TFF başkanlığına adı şike soruşturmasında geçen bir kulübümüzün başkanı getirildi.  Bunlar atılan oklardı. Geri döndürmek imkânsız.

TFF eline geçen Türk Futbolunu kurtarma şansını eliyle bir kenara itti ve günü kurtardı. Adı şikeye bulaşmış kulüplere vereceği bir ceza ile hem saygınlığını, hem otoritesini hem de bir anlamda namusunu koruma şansını kaçırdı.  Temizlenme ve aklanma hayal oldu. Marka değeri yerlere düştü. Fırsat kaçtı. Geri gelmesi imkânsız.

Maalesef, amatör ruh profesyonel yönetim olmadığı için, profesyonel ruh ve amatör yönetimle buraya kadar gelinebilirdi. Amatörce söylemlerde bulunuldu. Etik Kurulu önce şike var dedi, sonra yeni seçilen temiz dedi.  Sportif ceza konusunda tam yetkili olan Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK) mahkemenin ceza verdiklerini akladı. Mahkemenin ceza vermediklerine ceza verdi. Bütün bunları yaparken bağımsız davranmadı.  Verilen kararların koşulsuz kabullenileceğini düşündüler. Artık verdikleri karardan dönmeleri ve ağızlarından çıkan sözleri geri almaları imkânsız.

Tam bir yıl geçti. Ve koskoca bir sezon. Dahası şimdi yeni sezon da başlamak üzere.  Olası bir UEFA yaptırımı karşısında oynanan sezonun telafisi de yok. Hele ki yeni sezon başladıktan sonra uygulanmak zorunda olacak bir cezanın izahı bile yok. Biliyorum, mevcut durumda takımlar ceza almayacak gibi duruyor. Ama ben hala UEFA’nın bu konuda bir yaptırım uygulayacağı konusunda ısrarcıyım. Görüldüğü gibi geçen zamanı geri getirebilmek de mümkün değil.

Ben bir yazımda “Böyle giderse Türk Futbolu sakat kalacak demiştim”. Maalesef sakat kalmak bir yana kurtaramadık Türk Futbolunu ve kaybettik. Artık Türk futbolu için sala veriliyor. Mevta olmuş bir vaziyette musalla taşında bekleyen Türk Futbolu için artık Fatiha okumaktan başka çaremiz yok.  Ancak cenaze namazı sonrası ne yapabiliriz ona bakmak lazım.

3 Temmuz 2012 Salı

Türkiye Seninle Gurur Duyuyor!


Bas bas bağırdık, çırpındık, haykırdık… Türk Futbolu elden gidiyor, günden güne eriyor dedik. Yaşanılanlar, yapılanlar işi her geçen gün daha dönülmez noktaya taşıyor dedik. Sesimizi bir türlü duyuramadık. Maalesef sessiz çoğunluğun, zayıf çığlığı olduk…

Birçoğunuz gibi ben de adliye sürecini bilmezdim. Hatta bir insan nasıl tutuklanır, sonra nasıl hüküm yer bu tür detaylarını ilk kez bu şike operasyonu ile birlikte öğrendim.  Bir tek tutuklananların değil, futbol camiasının içinde olan herkesin yaşam şekli değişti bir yıl önceki operasyonla birlikte.


Tutuklananların birçoğu arkadaşımdı. Tutuklamalar karşısında çok üzüldüm. Birkaç tutuklama hariç elbette. Üzülmediğim isimlerin en başında masumiyetine en başından bu yana inanmadığım Aziz Yıldırım geliyordu. Nitekim haklı çıktım; Mahkeme kesin kararını verdi: Masum değil! Örgüt kurmaktan 2,5 yıl, şike ve teşvik primi vermekten 3 yıl 9 ay hapis cezası aldı.

Buna karşılık gerek mahkeme önünde gerekse de cezaevi önünde toplanan bir gurup taraftar “Türkiye seninle gurur duyuyor” şeklinde tezahürat yaptılar. Gerçekten Türkiye şike yapan, örgüt kurmaktan ceza alan birinden mi gurur duyuyor? Hiç sanmıyorum! Burası Muz Cumhuriyeti değil. Geçmişi başarılarla dolu, medarı iftiharımız, anlı şanlı koskoca Fenerbahçe Spor Kulübü, kendi adını şikeye bulaştıran, dünyaya rezil eden, maddi manevi yaptırımlara maruz kalmasına neden olan bir suçludan gurur duymaz, duyamaz. Çünkü Fenerbahçe bir tek Aziz Yıldırım taraftarlarının, Fenerbahçe taraftarlarının değil, Türkiye’nin bir değeridir. Tıpkı Galatasaray, tıpkı Beşiktaş gibi.


Şike soruşturması başladığında önce “Mahkeme ne derse o,  Türkiye Futbol Federasyonu’nu (TFF) tanımayız” diyenler, TFF’nin verdiği eyyamcı lehte kararlar sonrasında, “TFF ne derse o mahkemeyi tanımayız” diyerek, mahkemenin kararlarını hiçe saymaya başladılar. Bir türlü tutarlı olamadılar. Şimdi aynı isimler Yargıtay kararını bekliyorlar!


Hemen hatırlatayım, Aziz Yıldırım’ın cezası Yargıtay tarafından onandığı an 3 sene 2 ay daha ceza yatacak. Başkanlığı da düşecek. Bir daha spor sahalarının etrafında bile dolanamayacak.Dünyaya sadece tek bir pencereden bakma gafletinde bulunan bazı kişiler, hadlerini aşarak gerçekleştirmeleri hemen hemen imkansız olan vaatlerde bulundular. Bu sözleri milyonların gözünün içine bakarak verdiler hem de. Aynen Aziz Yıldırım’ın herkesin gözünün içine bakarak, suç olan eylemleri gerçekleştirdiği gibi.Aziz Yıldırım’ın hüküm giymesi durumunda;


Rıdvan Dilmen: Şike yapıldıysa yorumculuğu bırakırım.

Aykut Kocaman: Şike varsa teknik direktörlüğü bırakırım.
Ziya Şengül: Başkanın suratına tükürürüm.

demişti. Elbette bu kişiler bu vaatleri gerçekleştirmeyecekler. Böyle bir şeyi beklemek ahmaklık olur. Hatta Muslera’nın penaltı atmasını etik bulmayan Rıdvan Dilmen, Aziz Yıldırım’ı evinde ilk ziyaret eden kişi olmaktan bir beis görmedi.


Bu arada necip medyamız beni yine şaşırtmadı. Tahliye haberlerine bakınca suçlular beraat etti sanırsınız. Verilen hükümler yokmuş gibi algılatılıyor. Ama artık biz bu durumu kabullendik. Oysa aynı haberler dış basında Türkiye'de Şike! Ülkenin en büyük kulübünün başkanı şikeden ceza yedi başlıkları ile veriliyor.


Ancak aldığım çok ciddi duyumlara göre Aziz Yıldırım, Yargıtay’ın vereceği kararı beklemeden istifa ederek başkanlığı bırakacak. Hem de bunu kendisini destekleyen özel taraftar gurbuna rağmen yapacak. Hep birlikte izleyip göreceğiz..

26 Haziran 2012 Salı

Söylenmedik sözü bulmak


Bu kez spor yazmayacağım! Futbolun yakınından bile geçmeyeceğim. Bu kadar çirkinleşmiş bir ortamda nefesimi boşa harcamayacağım. Her ne kadar dostlarım şike yaz, TFF yaz, UEFA yaz, duyumlarını aktar dese de bu kez bunu dile getirmeyeceğim.

Zaten anlamı da yok ki! Uzun yazı okumayı sevmiyoruz. Kısa yazılandan da anlamıyoruz. Aslında okumayı hiç sevmiyoruz! Neden var ki bu yazılar? Yazılıyor da ne oluyor?

Ne zaman yazı yazmak için bilgisayarımın başına otursam, çok sevdiğim bir arkadaşımın epeyce bir zaman önce bana söylemiş olduğu o söz aklıma gelir: “Dünyada yazılmadık yazı, söylenmedik söz, çizilmedik resim, çekilmedik fotoğraf, bestelenmedik müzik kaldığını hiç sanmıyorum?”

Gerçekten de öyle midir? Hep bu soruyu düşünüyorum. Benim şu satırlarda vermeye çalıştığım mesajın, daha önce verilmemiş olma ihtimali ne kadar? Ya da az sonra söyleyeceğim sözler kaç kez bir başkası tarafından telaffuz edildi?

Victor Hugo,” Yalan zekâ işidir. Dürüstlük ise cesaret.  Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.” demiş ya ben de öyle yapıyorum, dürüst oluyorum. Yazılarımda kalbimden ne geçiyorsa, aklıma ne geliyorsa onu döküyorum ekrana. Ama bu cesaret çoğu zaman başkalarını rahatsız ediyor. Birçok insan doğruyu değil, duymak istediğini okumak istiyor. Doğrular ağır geliyor onlara. Kabullenemiyorlar gerçekleri…
Her yazımı yazarken tek bir hedefim var o da “Söylenmedik sözü bulmak!” Henüz bulabildiğimi sanmıyorum.

Gazetelerde, dergilerde, internette, kısaca her mecrada yazı yazan yazarlar filozof edasıyla yazarlar yazılarını. Onların bildiklerini başkaları bilmezmişçesine kaleme alırlar. Bir tek onların yorumları değerlidir çoğu zaman. Dünya onların etrafında döner. En çok okunan da, kalemi en kuvvetli olan da onlardır o an. Hani Türk televizyonlarının klişeleşmiş bir lafı vardır ya “70 milyon bizi izliyor” diye, işte onlar da o edayla yazar yazılarını ve toplumun yazdıkları gibi yön değiştirmesini bekler.

Ama onlar da bulamamıştır aslında “Söylenmedik sözü”. Zaten buldukları an biterler. O arayış tüm hızıyla her yazıda devam eder.

İnsanların 140 karakterle hayatlarını anlattıkları bir dönemde “ Söylenmedik söz kalmış mıdır acaba?”



22 Mayıs 2012 Salı

Bu işte bir yanlış var!


İyisiyle kötüsüyle bir sezon daha geride kaldı. Şike soruşturması gölgesinde oynanan ve futbolseverlerin bir an önce sona ersin diye dua ettiği Süper Lig sona erdi. Gazetelerin ilk haberi vermek için mücadele ettiği, yalanların havada uçuştuğu transfer sezonu başladı.

Peki, Türkiye’de futbol deyince akla ne gelir?

Bu soruya ülkenin dörtte üçünün vereceği yanıt hemen hemen aynıdır; Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş

Üç Büyükler diye adlandırdığımız ve ülkedeki hemen herkesin ucundan bir yerinden tuttukları bu güzide futbol kulüplerimize bir de Trabzonspor’u ekleyebiliriz. Trabzonspor Anadolu’dan çıkan ilk şampiyon olması nedeniyle üç büyüklerden sonra adı en çok zikredilen takımımızdır.

Hiç şüphesiz ülkemizde top peşinde koşan her futbolcunun hayalinde de bu takımlar yatar… Halı sahada oynayan da, Süper Lig’de oynayan da o efsane formaları sırtına geçirmek için yanıp tutuşur.

Bu kulüpler dışında oynayan hangi futbolcuya sorsanız “ O formayı sırtıma geçireyim başka bir şey istemem. Üzerine para bile veririm” der. Gelin görün ki iş ciddiye binip de bu kulüplerden teklif alırlarsa isteyecekleri rakamın sıfırlarını kendileri bile sayamazlar.

Aslına bakarsanız bu iş basit bir matematik hesabıdır. Oysa futbol camiamızın matematik bilimi ile pek işi yoktur.

Bir futbol kulübünün profesyonel takımının geniş kadrosunda ortalama olarak 25 futbolcu bulunur. Spor Toto Süper Lig’de 8 yabancı uygulaması olduğundan ve hemen hemen bütün kulüplerimiz bu hakkı sonuna kadar değerlendirdiğinden, yerli futbolcu sayısı otomatikman 17’ye düşer.  8 yabancı futbolcudan 6 sının sahaya çıkma hakkı vardır ve yine kulüplerimiz bunu sonuna kadar kullanırlar. Bu durumda sahada oynayabilecek yerli futbolcu sayısı sadece 5’tir.

Düşünebiliyor musunuz 25 kişilik geniş kadroda sadece 5 yerli futbolcu forma şansını yakalayabiliyor. Yani üç büyüklerde sahada yer alan toplam yerli oyuncu sayısı 15 ile sınırlı.
Ve ülkedeki bütün futbolcuların mücadelesi bu 15’i sahada olan, 30’u da kadroda bulunan  45 ila 50 yerli futbolcu arasına girebilmek için…

Futbolcuların iyi para kazanabilmesi, kendini gösterebilmesi, milli takıma girebilmesi, Avrupa arenasında boy gösterebilmesi için başka da bir şansı yok aslına bakarsanız.
70 milyon nüfusu olan bir ülkede 50 şanslı futbolcudan biri olabilmek hiç de kolay değilken bir de üstüne astronomik transfer ücretleri istemek ne kadar mantıklı?

Ancak işte öyle olmuyor. Transfer döneminin başlamasıyla birlikte yine milyon dolarlar telaffuz edilmeye ve havada uçuşmaya başladı.

Üç büyük kulübümüzün de her sezon tek bir amacı vardır o da şampiyonluk. Camialar şampiyonluk dışındaki tüm sonuçları başarısızlık olarak addederler. Dolaysıyla da kesenin ağzı sonuna kadar açılır. Yüksek şampiyonluk primi vaatleri daha sezon başından telaffuz edilmeye başlanır.

Yabancı futbolcu transferinde harcanan paralar dudak uçuklatır. Ama yerli futbolculara ödenen fiyatlar ise tam anlamıyla servettir.

50 futbolcu arasına girmek için can atan futbolcular için üç büyük kulübümüz adeta yarışır.
Bedavaya alabilecekleri futbolculara milyonları verirler bir de üzerine kavga ederler…
Peki neden? Bana göre yöneticilerimiz ya beceriksiz, ya basiretsiz, ya da üç kağıtçı!!!

Oysa ki futbolcularla yaptıkları sözleşmeleri başarı ve performans üzerine yapmış olsalar, çok da cüz’i rakamlara çok daha büyük başarılara imza atabilirler. Sözleşmelerde maç başına ücretlerin yanı sıra, alınacak puana, atılacak golle, sıralamadaki yere vb kriterler göre ücretlendirme yoluna gitseler her şey çok daha farklı olur.

Elbette ki bu konuda en üst merci olan Türkiye Futbol Federasyonu’na da büyük roller düşüyor.  Eğer TFF yakın vadede yabancı futbolcu konusunda gerekli tedbirleri almaz ise bu günleri de mumla arayacağız.

8 olan yabancı sayısın acilen düşürülmesi gerektiğini futbol dünyasındaki herkes her fırsatta dile getiriyor. Nitekim yabancı transferine kriterler konması, böylelikle nitelik ve niceliğin arttırılmasının en büyük gereksinim olduğu da her platformda konuşuluyor.

Ancak aynı tas aynı hamam ve hatta aynı kurnacı ile yolumuza devam ediyoruz.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Fenerbahçe mi Azizbahçe mi?


Türk toplumu köy kökenlidir ve tarihi kısa olan burjuvazinin oluşmasının ardından insanlarımızın sınıf atlama çabalarında kullanılan yöntem politika olmuştur.

Zaten Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dolduranların eğitim kalitesindeki düşüklüğün sebebi de sınıf atlamak için politikayı kullananların milletvekili olmasıdır. Bu yüzden el âlem marsa giderken biz hala İstanbul- İzmir yolunu zayiat vermeden tamamlayamıyoruz.

Karayollarında verdiğimiz zayiatlarına bir benzerini de geçtiğimiz süreç içinde futbolda verdik. TFF’nin özerkliğinin kaportası zaten çizilmişti ama sonunda yediği darbelerle kullanılamaz hale de geldi.
Futbolun ve TFF’nin bu hale gelmesinin tek bir nedeni var o da Aziz Yıldırım

Kendi çıkarları için Fenerbahçe’yi kullanan, Türkiye Futbol Federasyonu’nda politik manevralar çeviren Aziz Yıldırım, futbol camiasında olduğu kadar siyasete de ne kadar etkili olduğunu, tutuklu bulunduğu bu süreçte gösterdi.

Aziz Yıldırım mahkeme süresince ülkeyi yönetenlere, hukuk adamlarına, spor adamlarına demediğini bırakmadı. Hakarete varan kelimelerle suçlamalarda bulundu. Kimsenin gıkı çıkmadı.

Fenerbahçe Kulübü kendini uçuruma götüren, alnına kara leke sürdüren, ismine “Şikeci” damgası vurduran yöneticilerinden kurtulmak yerine, onları başta Aziz Yıldırım olmak üzere, baş tacı etti. Bunu anlamak gerçekten mümkün değil!

Aslında her şey büyük resmi görebilmekle mümkün. Bu güç tek başına kazanılmış bir güç değil. Planlı, programlı bir çalışma neticesinde elde edilmiş bir sistematik ve siyasi bir güç!  Ucu da elbette paraya dayanıyor. Sonuçları mı? Sonuçları kimsenin umurunda değil; Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…

2008 yılının Şubat ayında Türkiye Futbol Federasyonu olağanüstü seçime gitti ve Haluk Ulusoy yönetimi tabiri caiz ise devrildi. Böylece yıllarca futbolun içine girmeye çalışan siyasiler bir anlamda emellerine ulaştılar. Spora siyaseti bulaştırmayı başardılar.

Peki, ama neden iktidar sahipleri bu mücadele içine girdi? Sebep sadece TFF’nin ve kulüplerin iştah kabartan bütçesi miydi? Yayın gelirleri ve sponsorlardan gelen para elbette önemli! Ama TFF’yi ele geçirmek isteyenler, uçan kuşa borcu olan ve TFF den gelecek kuruşa bile ihtiyacı olan kulüplerin kendi paylarından hiçbir şekilde başka bir yere zırnık bile koklatmayacağını bilmiyorlar mıydı?

Hiç şüphesiz merhum Hasan Doğan ve ekibinin seçilmesinde en büyük rol, futbolun gerçek sahiplerinden çok, siyasiler tarafından yönetilmekte olan belediyelerindir.

2008’den sonra başlayan stat yenileme projeleri acaba bu planın bir parçası olabilir mi? Maliyetleri 4, 4,5 milyar doları bulan bu statların maliyetlerinden kimler nemalanıyor? Kimler ne kadar komisyon alıyor?

Malum yıkılan bütün statlar şehirlerin göbeklerinde, yeni yapılanlar ise şehrin dışında… Yıkılan statların yerleri ne oluyor? TFF yönetiminde görev alanlar, TFF Genel Kurulu’nda oy verenler bu projenin ne kadar içinde? Fenerbahçe Yönetimi’nde olan ama yeni yapılacak yönetime girmeyeceğini açıklayan bazı isimler bu amaç için mi futbola bulaşmışlardı? Şike soruşturmasında adı geçen isimlerden bu proje ile bağlantısı olanlar var mı?

Ve en önemli soru Aziz Yıldırım bu projenin asıl mimarı olabilir mi?

Bu sorular araştırıldığında asıl meselenin aslında sportif olmadığını ve yaşanılan her şeyin temel nedeninin PARA olduğunu göreceksiniz!

Fenerbahçeli taraftarların ve kongre üyelerinin asıl karar vermesi gereken şey “Fenerbahçeliler mi yoksa Azizbahçeliler mi?” Verecekleri karar sokaktaki vatandaşı bile ilgilendiriyor.

Benim fikrim mi? Ceza evinde tutuklu bulunan Aziz Yıldırım büyük bir ihtimalle yeniden Fenerbahçe Başkanı olacak! Şimdiden hayırlı olsun diyelim.




12 Mayıs 2012 Cumartesi

YUMURTA KIRILDI, İÇİNDEN FIRSAT ÇIKTI!


Hep başkalarını, başkalarının olaylarını kaleme alan gazeteciler, çok nadir de olsa kendilerini ve yaptıklarını yazarlar. Ben şimdiye kadar kendimle ilgili bir kez yazı yazmıştım o da 2010 yılında meslek büyüklerime kızdığım bir anda yazdığım “Biri bana anlatsın” başlıklı bir anlamda isyan yazısıydı. O yazıma şöyle bir bakıp bugünkü ortamla örtüştürünce aslında doğru yolda olduğumu da gördüm.

Kendimi bildim bileli yazıp duruyorum. Beni yakından tanıyanlar iyi bilirler. Hep idealist oldum. Etliye sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan edemedim.

Bir yerde hata gördüysem “Kral çıplak” demekten de geri kalmadım, başarı karşısında “Yalaka” damgasını yemek pahasına alkıştan da… Politik olmadım, olamadım.  Sözümü söylemekten hiçbir zaman geri durmadım. 

Meslek yaşantım boyunca kendi tanıştığım ve yanında çalıştığım insanlar dışında, amcalarım, dayılarım olmadı hiç.

Henüz 14 yaşımda amatör saha muhabirliği, 16’ımda ise Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde Galatasaray muhabirliği yapma fırsatını elde ettim. 22 yaşımda reytingi yüksek olan bir televizyonda, Kanal 6’da Spor Servisi istihbarat şefiydim. Yıllarca o gazete senin bu gazete benim it gibi çalıştıktan sonra, 26 yaşımda kendi işimi kurma kararı aldığımda, Türkiye’de daha önce yapılmamışları yaptım.

Türk Futbol Tarihi’ni içeren interaktif bir CD projesini ortaya koyduğumda, hâlihazırda insanların evlerinde bu CD’yi çalıştıracakları bir bilgisayarları bile yoktu. İlk kişisel futbolcu web sitesini Alpay Özalan’a kurduğumda ise Türkiye daha internetle yeni tanışmıştı ve bilinen kayıtlı sadece 350 bin civarı internet kullanıcısı vardı. Ardından yayına açtığım futbolcu sitelerinin ve danışmanlığını yaptığım kişilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı ilgi sebebiyle fazla trafiğin oluşturduğu maliyetten dolayı resmim.com’u üç otuz paraya satmak zorunda kaldığımızda, tahminimce bugünün onun muadili olan Facebook’un kurucuları internete girmek için ailelerden izin alıyorlardı.

Milli Takım’ın özel anlarını bir belgeselle seyirciye aktarma fikrini ortaya attığımda, o zaman daha henüz TFF Başkanı olmamış olan Başkanvekili Haluk Ulusoy dışında kimse bu fikrimi anlayamamış, birkaç ay sonra Fransa Milli Takımı’nın Dünya Şampiyonası öncesi çekilmiş özel görüntülerini izlediklerinde, ancak vizyonumu biraz tahmin eder gibi olmuşlardı. Hocaların hocası lakabıyla gönüllerde taht kurmuş rahmetli Gündüz Tekin Onay’ın, Türk Futbolunu yapılandırmak için kurduğu geniş ekipte, ona en yakın olarak çalışma fırsatını elde etmiş olan biri olarak da ayrıca gurur duyuyorum
Yazdıklarım çok megalomanca gelebilir. Ama aslında biz gazeteciler hepimiz gizli megalomanlarız. Sadece bunu açığa vurmak büyük cesaret ve özgüven ister.  Ben bunu insanlarla paylaşmaktan çekinmiyorum. Kendimle gurur duyuyorum çünkü bakıldığında hiç de fena sayılmayan ve kolayca elde edilemeyecek iyi bir CV oluşturmuşum. Her ne kadar bir işe yaramasa da geriye dönüp baktığımda bu tablodan büyük haz alıyorum. Ama yaptığım işin tanımsızlığı çok canımı sıkıyor. Gazeteciyim dediğimde “Hangi gazete?”, Yönetmenim dediğimde “Hangi filmleri yönettiniz?” ve Yapımcıyım dediğimde de “Ne yapıyorsunuz?” sorularına muhatap olmaktan nefret ediyorum.

Ama şimdi meyve verme zamanı.  Yine bir ilke imza atıyorum.

Twitter kullanıcılarının doğrudan para kazanacağı dünyanın ilk ve tek platformunu hayata geçirdim. www.tweetad.net

Dünyanın en büyük mikro blog sitesi olan Twitter üzerinde, tam anlamıyla reklam ve gelir modeli diye tanımlayabileceğimiz tweetad.net sistemi, 7 Mayıs itibarı ile sosyal medya kullanıcılarına fırsat kapılarını açtı.
İlk olarak Türkçe olarak yayına başladığımız site 5,3 milyonu aktif olmak üzere 7,2 milyon Türk kullanıcıya hitap edeiyoruz. Günlük 1.7 milyon Türkçe Tweet atılan ülkemizde, Twitter kullanıcılarının reklam yapmasına olanak tanıyacak sistem böylelikle siteye üye olan herkese bir anlamda sponsor olmuş olacak.
“Yeni Dünyanın Büyük Kumbarası” sloganını seçtik. Logomuzda da Twitter’in yumurtasından esinlenerek kırık yumurtanın içinden para çıkarttık. Tweetad.net’in İngilizce versiyonnuu ise önümüzdeki günlerde aktif hale getireceğiz.

Tweetad.net sitesine giren bir Twitter kullanıcısı, öncelikle bir Tweetinin bedelini öğreniyor. Bu bedel giren kullanıcının takipçi sayısına göre hesaplanıyor. Ne kadar çok kullanıcısı varsa Tweet bedeli o kadar artıyor.
Twitter kullanıcısı sisteme bir kez kayıt olduktan sonra, sistemdeki ilanları görebiliyor. Kullanıcı, reklam verenin belirlemiş olduğu takipçi sayısı ve zaman kriterlerine uygun olan her ilanı dilediği gibi tweetleyebiliyor.
Bir takipçi için Twitter kullanıcısına ilk aşamada ödenecek bedel 0,001 TL.
Kullanıcı hesabında 50 TL ve üzerinde bir rakam topladığında, kayıt olurken vermiş olduğu banka bilgilerine biriktirdiği para yatırılıyor.

Twitter kullanıcısı tweetlediği her ilan başına, tweet bedeli kadar kazanırken, reklam verenin açmış olduğu krediden de reklam fiyatı kadar kredi eksiliyor.

Reklam veren için sistemde yer almanın minimum bedeli 50 TL. Reklam veren kaç kişiye ulaşmak istiyorsa rakamını kendi belirleyip sistemin içinde yer alabiliyor. Reklam verenin açtığı kredi bittiğinde reklam kendiliğinden sistemden kalkıyor. Yayın zamanı, günlük limit, saatlik limit, aynı kişi tarafından yeniden tweetlenme vb. gibi kriterler reklam veren tarafından önceden belirleniyor. Aynı şekilde Twitter kullanıcıları sisteme üye olurken, yaşları, ilgi alanları, tuttukları takım ve yaşadıkları şehir gibi belli başlı bilgileri sistemle paylaştıkları için reklam verene ilgi alanına göre ilan gösterme kolaylığı da sağlıyor.

Kısacası bu kez hedefim çok büyük. Daha önce yapılmamışları yapmak çok zordur. Kendini ve projeni ispat mecburiyetin vardır. Ama sanırım bu kez bunu yaparken en büyük destekçim sosyal medya kullanıcıları olacak.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Hala umut var

Çok değil bundan 4 yıl öncesine kadar Türk Futbolu Avrupa'nın parlayan yıldızı olarak adlandırılıyordu. A Milli Takımımız marka olmak yolunda emin adımlarla ilerlerken, dünya futboluna yön veren anlı şanlı rakiplerimiz bizimle aynı torbaya girmekten korkuyordu. Bu dev ülkeler, hesaplarını yarı finalden önce bizimle karşılaşmamak üzerine yapıyorlardı. Çıtamız çok yükselmişti. Hatta “Avrupa Şampiyonluğu kesmez Dünya Şampiyonluğu'ndan aşağısı kurtarmaz” diyenler bile vardı. Çok güzel bir rüyaydı! Bu rüya çabuk bitti.

Futbolumuzu bu noktaya getiren bir milat olmuştu elbet. Kulüpler bazında bu milat efsane Jupp Derwall’e başlamıştı. Milli Takım ayağında ise Sepp Piontek ufkumuzu aydınlatmış ve Fatih Terim gibi bir İmparator ortaya çıkarmıştı. Hiç şüphesiz bu başarıların ardında bu hocalara güvenen, onları destekleyen, arkalarında duran yöneticilerin de payı çok büyüktü.
Bugün geldiğimiz noktada, yaşanan muhteşem yılların ardından başa dönme tehlikesi ile karşı karşıya kaldık!

Süreci hep birlikte takip ettik. Türk Futbolu 2008’de kaldığı siyasi depremin enkazının altında kaybolup gitti. Günden güne eridi. Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıdı. Tüm icraatlara bir de şike soruşturması eklenince futbolumuz bugünleri gördü.
Futbolun içinde olanlar, bu spordan beslenenler, bu sporla yaşayanlar bindikleri dalı kesmekten geri durmayınca, futbolsever sayısındaki düşüş,  futbola olan ilgi, güven, dibe vurmaktan kurtulamadı. Birçok medya mensubu ise ya gönül verdiği renklerden dolayı, ya çıkarlarından ötürü, ya da korktuklarından olsa gerek olanı biteni görmezden geldi.

Tüm bu süreç içinde TFF’nin başına geçen yönetimlerin belki de yaptığı en doğru iş Abdullah Avcı’yı Milli Takımlarımızın başına getirmek oldu. Part – Time hoca Guus Hiddink faciasını maddi manevi yaşayan ülkemizin bu travmadan kurtulabilmesi için en doğru isimdi Avcı.

Abdullah Avcı yeni bir miladın başlangıcı olabilir. Türk Futbolunu hiç şüphesiz en iyi tanıyan isim. Türkiye Liglerinde bir takımın başında aralıksız en uzun süre Teknik Direktörlük yapan rekortmen bir hoca.  Genç Milli Takımlarda görev yaptığı dönemde büyük başarıların altında imzası var. Ve o kuşak bugün en olgun çağında. Onları en iyi tanıyan da yine Avcı...

Ancak bugün sokakta 10 kişiyi çevirsek ve A Milli Takım Teknik direktörü kim diye sorsak sanırım yarısından çoğu bu soruya doğru yanıt veremez. Abdullah Avcı ismi henüz A Milli Takım Teknik Direktörü olarak kafalarda oturmadı.

Bu dönemde sadece tek bir milli maç olması bu durumun oluşmasında etken gibi gözükse de, yabancı hayranı olan köşe başlarını tutmuş spor medyamızın önde gelenlerinin zihniyetleri ve eylemleri bu algının oluşmasına neden oluyor.

Abdullah Avcı çok şansız bir dönemde Milli Takımlarımızın başına geçti. Bu şansızlığı fırsata çevirmek elbette onun elinde. Ama gerek medya gerekse futbolseverler de bu süreçte Abdullah Hocanın yanında yer almalı.

Futbolun çirkin yüzünden kurtulmanın tek yolu futbolu yaşamak. Bunu da gönül verdiğimiz renklere toz konduramadığımız için başaramıyoruz. Madem öyle ortak paydamız olan Ay Yıldızı gönülden destekleyelim ve Türk Futbolunu yarınlara götürmesi için dua edelim. Benim bu konuda hala umudum var. 

22 Mart 2012 Perşembe

Futbol için 3 günümüz yok mu?


Türk Futbolu bugüne kadar hiç yaşamadığı bir krizi yönetmeye çalışıyor. Yaklaşık 9 aydır sürekli kan kaybediyor. Alınması gereken kararlar alınamıyor, ortak düşüncede birleşilemiyor, kamu vicdanı rahatlatılamıyor, hata üstüne hata yapılıyor.

Denizcilik Sektörü de 2008’de çok büyük bir kriz ile karşı karşıya kaldı. Dünyada baş gösteren global krizden en fazla etkilenen Gemi İnşa Sanayi oldu.  İflas edenler, sektörden elini ayağını çekenler oldu. Sular duruldu ve şimdi sektör bu krizden çıkmanın yollarını arıyor.

Geçtiğimiz hafta sonu Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR)’in medya danışmanı olmam nedeniyle, Deniz Ticaret Odası tarafından düzenlenen arama konferansına katıldım. Çok eğlenceli, keyifli ve en önemlisi verimli geçti. Doç. Dr. Oğuz Nuri Babüroğlu önderliğinde gerçekleşen bu çalıştayda Denizcilik Sektörü içinde yer alan her kesim katkıda bulunmaya çalıştı. Katılımcılar unvanlarını, servetlerini, görevlerini kapının dışında bırakarak girdiler çalışmanın yapıldığı salona. Çalışma boyunca Sayın, Bey, Bayan gibi sözcükler kullanımı kesinlikle yasaktı.  Bir memur genel müdürüne sadece ismi ile “Ali, Veli, Ayşe” şeklinde hitap etti. Bu da beraberinde kendine güveni ve konuşma özgürlüğünü getirdi.

Bütün çalışma boyunca, benzeri bir çalışmanın niye futbolda yapılmadığını düşündüm durdum. Bireysel bazda bazı kulüpler kendi sorunlarını çözmek için bu çalışmadan faydalanmışlar. Örneğin rahmetli Özhan Canaydın zamanında Galatasaray içine düştüğü ekonomik sıkıntılardan kurtulmak için guruplar halinde arama konferansına katılmış. Sonucunu sanırım bugün görebiliyoruz. Bundan 7- 8 yıl önce iflas etti denilen Galatasaray, bugün 3 büyükler içinde en rahat gözükeni.

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığına Yıldırım Demirören’in seçilmesi ile birlikte medyada şike soruşturmasına olan ilgi de bir anda bitti. Ne yazılı, ne de görsel basında şike haberleri yer bulmaz oldu. Yorumcular bu işe bulaşmış takımların akıbetini sorgulamazken, yazarlar köşelerinde pembe tablolar çizmeye başladı.

Neyse ki UEFA Konferansı ülkemizde yapılıyor da aklımız biraz olsun başımıza geldi. UEFA Genel Sekreteri’nin yaptığı konuşmada gösterdiği “aba altındaki sopa” biraz olsun bizi tekrar uyandırdı. Bu işlerin üstünün örtülmeye çalışıldığının o da farkında olacak ki, ‘gerekeni acil olarak yapın’ uyarısında bulundu.

Türk Futbolunun acilen bir arama konferansına ihtiyacı var. Spor Bakanı’ndan TFF Başkanı’na hakeminden temsilcisine, teknik adamından medyasına futbolun bütün paydaşlarının hazır bulunacağı geniş katılımlı bir çalıştay yapılmalı. Çözüm arayışlarının, formüllerin konuşulacağı bu çalışmada, fikirler üretilmeli, politika belirlenmeli, anlaşma zemini hazırlanmalı ve beyaz bir sayfa açılmalı.

Şu an yapıldığı gibi üstü kapanmaya çalışarak, sadece belli kulüplerin hakkı gözetilerek, gizli kapaklı yapılacak çalışmalar ve alınacak kararlarla bir yere varılamaz.

Gençlik ve Spor Bakanımız Sayın Suat Kılıç’tan bu tür bir arama konferansı için ön ayak olmasını ve futbolun paydaşlarını bir araya getirmesini Türk Futbolu adına rica ediyorum. Bunu yapar ve bir de başarıya ulaşırsa tarihe adını altın harflerle yazdırır. 

Çünkü Türk Futbolu el freni çekilmiş bir yarış arabası gibi ve sürekli patinaj yapıyor. Ya “stop edecek” ya da “fırlayıp gidecek”.

1 Mart 2012 Perşembe

Bu kez kendi kalesine gol Galatasaray'dan


Dostlar, sevenler, futbolseverler, okurlar… Son birkaç günde aldığım telefonun, mesajın ve mail yağmurunun haddi hesabı yok. Sorular ortak:  “Şimdi ne olacak? Başarılı olacaklar mı? ”

Bu kez susma hakkımı kullanıyorum. Çünkü kalbim ve mantığım ters düştü. Aklım karıştı. Kararsız kaldım. Sorulan bu sorularını es geçerek, bu süreçte neler olduğunu anlatacağım.

Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) özerk olduğu andan itibaren gerçekleşen tüm genel kurullarda bir şekilde bulundum. Kiminde gazeteci olarak, kiminde görevli olarak kiminde de gözlemci olarak. Doğal olarak öncesinde ve sonrasında yaşanılanları da çok iyi anımsıyorum. Bu Genel Kurul yaşadıklarım arasında en sakin ve sonucu çok öncesinden belli olan, en ilginçlerinden biri olarak belleğime kazındı. Kimine göre güçlü bir ismin galip çıktığı, kimine göre ise bir atamanın gerçekleştiği tek adaylı bir seçimdi!

İktidarın Adayı Kim?

Genel Kurul’un ilan edilmesiyle birlikte kulüpler arasında başlayan siyasi erkin adayının kim olduğu sorusu, sandık başına gidildiğinde dahi soru işareti olmaktan kurtulamadı. Delegeler kendilerine verilecek işareti bekleyedursun, Yıldırım Demirören ve ekibi bu fırsatı çok iyi değerlendirdi.

Aralarında eski Bakanlardan Kürşat Tüzmen’in de bulunduğu 21 adayın ortaya çıkması, bu kongreyi diğerlerinden farklı kılmıştı zaten. İlk bakışta adaylar arasında 3 güçlü isim gözüküyordu. Beşiktaş’ın ve Kulüpler Birliği’nin Başkanı Yıldırım Demirören, Haluk Ulusoy döneminde onun yardımcılığını yapan Ata Aksu ve futbol ailesinin yakinen tanıdığı Trabzonspor’un eski 2. Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu. Çok değil bir dönem önce kabinede yer alan ve iktidarın o dönemki güçlü isimlerinden olan Kürşat Tüzmen’i saymazsak, diğer adayların ismini futbolseverlerin çoğu ilk kez duymuştu. Onların adaylık için gerekli olan 61 imzayı toplamayı bırakın tek bir imza bile alamayacağını herkes zaten biliyordu. Kürşat Tüzmen’in bile adaylığı 24 saat sürmedi!

Bu satırlarda yazdığım “Top Başbakanın iki dudağı arasında” başlıklı yazımda Haluk Ulusoy’un aday olmayacağını yazmıştım. Nitekim Ulusoy aday olmadığı gibi, daha önce kendisi ile birlikte çalışmış olan Ata Aksu yerine, Yıldırım Demirören’i desteklediğini açıkladı.

Bravo Hacıosmanoğlu’na

İİlk aday olarak ortaya çıkan İbrahim Hacıosmanoğlu 60 imza sözünü almasına rağmen, “Bir Trabzonlu ve Trabzonsporlu olarak, Trabzonspor’un açık desteğini almadan, soyunduğum böylesi bir göreve devam etmek, ilkeli yaşamım adına bana yakışmazdı. diyerek adaylardan söz verdikleri ıslak imzaları bile toplamadan adaylıktan çekilirken, aslında birçok kişinin de takdirini kazandı.

Ata Aksu Neden Çekildi?

Genel Kurul’dan bir önceki akşam oldukça hareketli saatler yaşandı. Ata Aksu ve ekibinin 80’e yakın imza alması, seçimi kesin kazandık gözüyle bakan ve iki süper kulüp takımı dışında, tüm süper kulüplerle, amatörlerin desteğini alan Yıldırım Demirören ve ekibinin panik yaşamasına neden oldu. Çünkü isimsiz adaylardan olan ve tek bir imza bile toplayacağı düşünülmeyen Zafer Murat Mermer’in 30’a yakın imza topladığı iddia ediliyordu. Kendisine imza verenlerden bir kısmının Yıldırım Demirören’e de imza verdiğini öğrenen Ata Aksu, tatsız bir sürpriz ile karşılaşmamak ve kendisini garantiye almak için Zafer Murat Mermer ile birleşme kararı aldı.

Elinde Spor Toto gibi bir silahı bulunan ve Yıldırım Demirören’in listesinde yer alan Gençlik Spor Müdürü Mehmet Baykan, gece geç saatlerde Bank Asya, 2. Lig ve 3. Lig delegelerini acil olarak toplayarak başka adaylara verdikleri imzaları geri çekmeleri konusunda ikna etti!

Sonuç olarak Ata Aksu’nun bu hamle karşısında çekilmekten başka çaresi kalmadı. Böylece Yıldırım Demirören hiçbir engel, rakip ve korku yaşamadan seçimlere girdi.

Türk Futbolunda Mart 2012 itibariyle yepyeni bir dönem başladı. Bu dönemin futbol ailesine neler getireceğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Türk Futbolu Lütfi Arıboğan’dan Kurtuldu

Bu kez olaylara iyi yönünden bakmaya gayret edeceğim. Bir kere her şeyden önce Türk Futbolu kendisine büyük yaralar veren ve bataklığa sürükleyen Lütfi Arıboğan’dan kurtuldu. Her ne kadar yeni yönetim kurulunda geçmiş yönetimlerden tortular kalmışsa da yeni isimlerin kredisi oldukça yüksek olacaktır.

Ancak şöyle bir gerçek var ki bu Genel Kurul'da Galatasaray'ın karşı çıktığı adayın galip gelip, desteklediği adayın hüsrana uğraması, sarı kırmızılı takım adına büyük bir handikap oldu. Geçtiğimiz genel kurulda Fenerbahçe'nin 58. madde kararları karşısında takındığı tavır neticesinde adeta kendi kalesine attığı gol gibi, bu kez de Galatasaray kendi kalesine gol atan kulüp oldu. Yönetim Kurulu'nda tek bir Galatasaraylı'nın dahi olmaması, etkin kurullarda istedikleri isimlerin bulunmaması gelecekte ciddi sıkıntılar oluşturacaktır. Nitekim Galatasaray, Demirören ve çalışma arkadaşlarının şike konusunda alacağı kararlar sonrasında tavrını daha da netleştirecektir. 

Dostoyevski’nin dediği gibi;
Giden dönmeyecekse; kalanların değerini bileceksin.
Ölenle ölünmüyorsa eğer; kalanlarla yaşamaya devam edeceksin.

14 Şubat 2012 Salı

Çözümün Anahtarı


“Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük futbol adamı kimdi?” derseniz, hiç tereddüt etmeden rahmetli Gündüz Tekin Onay derim. Gündüz Hoca hayatını futbola adamış, futbolu yaşam şekli olarak benimsemiş, eşi benzeri bulunmayan bir futbol adamıydı. Şu anda liglerimizde antrenörlük yapan birçok teknik adamın da hem sahadaki hocası hem de çalıştırıcılık başlangıcındaki yetkili eğitmeniydi. Bu nedenle de namı “Hocaların hocasıydı

Olaylara hep gerçekçi yaklaşır, somut ve net adımlar atardı. Duygularına olabildiğince yer vermez, mantığıyla hareket etmeyi severdi. Sorun çıkaranlardan hoşlanmaz, sürekli olarak çözüm üretmeyi önerirdi. Ağzından hiç düşürmediği bir sloganı vardı: “Çözümün Anahtarıyız”

Eğer rahmetli yaşamış olsaydı, yaşanan bu süreçte çoktan kolları sıvamış, savaş baltalarını çıkarmış, korkusuzca çözüm için mücadeleye başlamıştı.

Rahmetlinin ilginç bir de özelliği vardı. Herhangi bir seçimde desteklediği herhangi bir aday, hiçbir zaman seçim kaybetmemişti. Özellikle Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu üzerindeki hâkimiyeti şapka çıkartılacak cinstendi. Seçim stratejisi, delegelerle iletişimi ve onların üzerindeki egemenliği muhteşemdi.

İşte onun çözümcü yaklaşımlarından yola çıkarak “Çözümün Anahtarı”nı önereceğim. Kim bilir belki de 27 Şubat’ta başkan seçilecek aday bu öneriyi değerlendirir.

Öncelikle sorunu doğru analiz etmek gerekiyor. Tüm kulüpler hakkaniyet çerçevesinde adil ve gerçekçi bir sonuç arayışındalar. Yaşanılan bu süreci en zararla, marka değerini yitirmeden ve ekonomik olarak da kayıpsız atlatmak düşüncesindeler.

Aslında tüm kulüpler 58. maddenin uygulanmasından yanalar. Hatta iddianamede adı geçen kulüplerden bile bu yönde talepler var. Ama bu uygulamanın gerçekleşmesi durumunda Süper Lig’in marka değerinin sona ereceğini, yayıncı kuruluşun çekileceğini, düşmeyen takımların da ekonomik olarak bu yükün altında kalacağı endişesini taşıyorlar.

TFF eski Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Türk Futbolunun eline geçirdiği fırsatı iyi değerlendiremedi ve Türk Futbolunu şimdilik bir yıl geriye attı. “Şimdilik” diyorum, eğer doğru ve radikal kararlar alınmazsa bu 10 yıla kadar etkisi olacak bir süreç.

Aşağıda yazdığım formülü Mehmet Ali Aydınlar bu kriz ilk ortaya çıktığında uygulayabilseydi, sadece bu senenin kaybedilmesiyle süreci az bir zararla atlatabilirdik. Hala tren kaçmış sayılmaz.

İşte Formül

Her şeyden önce bu sene Süper Lig, talimatlar ve belirlenen kurallar çerçevesinde aynen sonuçlandırılmalı. Şampiyon takım ve Avrupa Kupalarını hak eden takımlar önümüzdeki sezon hiçbir şey olmamış gibi Avrupa’ya gönderilmeli. Düşen takımlar ve Bank Asya’dan gelen takımlar için de bu seneki talimatlar uygulanmalı.

Ancak önümüzdeki sene için radikal bir geçiş süreci uygulanmalı. Öncelikle iddianamede adı geçen tüm kulüpler 2012-13 sezonu için TFF 58. Madde uyarınca bir alt lige düşürülmeli. Böylece UEFA tehlikesini bertaraf edip, ligimizin marka değerini koruyarak, pisliğimizi temizlemeliyiz. Uygulayacağımız yenilenme programı konusunda da onlarla görüş alışverişi içinde bulunmalıyız. Formülümüze geçecek olursak;

Bu durumda iddianamede adı şüpheli olarak geçen Fenerbahçe, Beşiktaş, Manisaspor, Trabzonspor, Sivasspor, İstanbul Büyükşehir Belediyespor, takımları Bank Asya’ya Mersin İdman Yurdu ve Giresunpor takımları ise 2. Lige düşecekler.

Düşen takımların yerine 2012-13 sezonu için Bank Asya’dan takım alınmayacak ve Süper Lig’de 11 takım kalmış olacak. Ligler normalden biraz daha erken başlatılarak, tıpkı bu sezon olduğu gibi yoğun bir takvimle oynatılacak. Maçları yine mevcut yayıncı kuruluş yayınlayacak. Süper Ligi birinci olarak bitiren takım Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan gidecek. İkinci bitiren takım ise UEFA’ya ön eleme turundan katılacak birinci takım olacak. Ligi son sırada bitiren 3 takım Bank Asya Ligi’ne düşecek. Bütün bu süreç Şubat ayının başında tamamlanmış olacak. Kısacası Süper Lig şampiyonu Şubat ayında belirlenmiş olacak.

Altın kupa

2012-13 Sezonun asıl bombası ise Türkiye Kupası olacak. Öncelikle bu kupanın yayın hakları Digitürk’e cüzi bir rakama verilecek. Bilindiği gibi Türkiye Kupası bu sene 50. Yılını dolduruyor. Bu nedenle önümüzdeki sezon Türkiye Kupası özel bir ad ve nam da yapılacak. Bu kupaya sadece 20 takım katılacak.


50 yıl içinde Türkiye Kupası ve Federasyon Kupası isimleri altında düzenlenen organizasyonda kupayı müzesine götürmüş olan Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor, Fenerbahçe, Altay, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Göztepe, Kocaeli, Kayserispor, Bursaspor, Eskişehirspor ve Sakaryaspor takımları direk olarak bu mücadelede yer alacaklar. Diğer 7 takım ise kupayı müzesine götürmemiş olan diğer takımların kendi aralarında yaptıkları eleme maçları sonucunda belirlenecek.

Kupayı en çok müzesine götürmüş olan 4 takım seri başı olacak ve 5 takımlı 4 guruba ayrılacaklar. Guruplarında ilk 2 sırayı alan takımlar ikinci turu oluşturacak olan 8 takımlı ligi oynamaya hak kazanacaklar. 8 takımlı ligin şampiyonu Türkiye Kupasını alırken aynı zamanda Şampiyonlar Ligi’ne ön eleme turundan katılma hakkını elde edecek. Ligin ikincisi ise UEFA Ligi’ne 2. eleme turundan katılacak. Böylelikle bu kulüpler hem ciddi anlamda ekonomik bir gelir elde ederken hem de Avrupa Kupa’larına katılma şansını en üst düzeyde yaşayacaklar. Yayıncı kuruluş da yaşadığı ekonomik kaybı bu şekilde telafi etmiş olacak.

Süper Bank Asya

Gelelim Bank Asya Ligi’ne… Düşen takımlarla birlikte takım sayısı 24 olacağından 12 takımdan oluşan 2 gurupta maçları tıpkı Süper Lig’de olduğu gibi Şubat ayında sona erdirecek şekilde oynanacak. Bank Asya Ligi’nde yabancı sınırlaması bir seneliğine Süper Lig standardına getirilecek. Guruplarında ilk 4 sırayı alan toplam 8 takım Süper Lig’e yükselmeye hak kazanacak. Muhtemelen Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor da bu yükselen takımlar arasında yer alacağından, Süper Lig’in marka değeri de bir anlamda kurtulmuş olur.

Böylece bir sonraki sezon Süper Lig’de mücadele edecek takım sayısını da 16’ya çekerek yıllardır yapılmak istenip yapılamayanı da başarmış olacağız. Öte yandan 2014 yılından sonra UEFA’nın büyük bir ihtimalle tüm üyelerine şart koşacağı 16 takımlı lig standartına da önceden geçeceğiz.

İşte “Çözümün Anahtarı”… Elbette herkesi mutlu edecek bir çözüm yok. Ancak şu yukarıda anlattığım formül uygulanırsa birçok öngörülen sorun önceden bertaraf edilmiş olur. Kulüplerin memnuniyetsizlikleri en aza indirilmiş olur.

28 Şubat’ın çiçeği burnunda TFF Başkanına şimdiden arz ederim efendim…