22 Mart 2012 Perşembe

Futbol için 3 günümüz yok mu?


Türk Futbolu bugüne kadar hiç yaşamadığı bir krizi yönetmeye çalışıyor. Yaklaşık 9 aydır sürekli kan kaybediyor. Alınması gereken kararlar alınamıyor, ortak düşüncede birleşilemiyor, kamu vicdanı rahatlatılamıyor, hata üstüne hata yapılıyor.

Denizcilik Sektörü de 2008’de çok büyük bir kriz ile karşı karşıya kaldı. Dünyada baş gösteren global krizden en fazla etkilenen Gemi İnşa Sanayi oldu.  İflas edenler, sektörden elini ayağını çekenler oldu. Sular duruldu ve şimdi sektör bu krizden çıkmanın yollarını arıyor.

Geçtiğimiz hafta sonu Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR)’in medya danışmanı olmam nedeniyle, Deniz Ticaret Odası tarafından düzenlenen arama konferansına katıldım. Çok eğlenceli, keyifli ve en önemlisi verimli geçti. Doç. Dr. Oğuz Nuri Babüroğlu önderliğinde gerçekleşen bu çalıştayda Denizcilik Sektörü içinde yer alan her kesim katkıda bulunmaya çalıştı. Katılımcılar unvanlarını, servetlerini, görevlerini kapının dışında bırakarak girdiler çalışmanın yapıldığı salona. Çalışma boyunca Sayın, Bey, Bayan gibi sözcükler kullanımı kesinlikle yasaktı.  Bir memur genel müdürüne sadece ismi ile “Ali, Veli, Ayşe” şeklinde hitap etti. Bu da beraberinde kendine güveni ve konuşma özgürlüğünü getirdi.

Bütün çalışma boyunca, benzeri bir çalışmanın niye futbolda yapılmadığını düşündüm durdum. Bireysel bazda bazı kulüpler kendi sorunlarını çözmek için bu çalışmadan faydalanmışlar. Örneğin rahmetli Özhan Canaydın zamanında Galatasaray içine düştüğü ekonomik sıkıntılardan kurtulmak için guruplar halinde arama konferansına katılmış. Sonucunu sanırım bugün görebiliyoruz. Bundan 7- 8 yıl önce iflas etti denilen Galatasaray, bugün 3 büyükler içinde en rahat gözükeni.

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığına Yıldırım Demirören’in seçilmesi ile birlikte medyada şike soruşturmasına olan ilgi de bir anda bitti. Ne yazılı, ne de görsel basında şike haberleri yer bulmaz oldu. Yorumcular bu işe bulaşmış takımların akıbetini sorgulamazken, yazarlar köşelerinde pembe tablolar çizmeye başladı.

Neyse ki UEFA Konferansı ülkemizde yapılıyor da aklımız biraz olsun başımıza geldi. UEFA Genel Sekreteri’nin yaptığı konuşmada gösterdiği “aba altındaki sopa” biraz olsun bizi tekrar uyandırdı. Bu işlerin üstünün örtülmeye çalışıldığının o da farkında olacak ki, ‘gerekeni acil olarak yapın’ uyarısında bulundu.

Türk Futbolunun acilen bir arama konferansına ihtiyacı var. Spor Bakanı’ndan TFF Başkanı’na hakeminden temsilcisine, teknik adamından medyasına futbolun bütün paydaşlarının hazır bulunacağı geniş katılımlı bir çalıştay yapılmalı. Çözüm arayışlarının, formüllerin konuşulacağı bu çalışmada, fikirler üretilmeli, politika belirlenmeli, anlaşma zemini hazırlanmalı ve beyaz bir sayfa açılmalı.

Şu an yapıldığı gibi üstü kapanmaya çalışarak, sadece belli kulüplerin hakkı gözetilerek, gizli kapaklı yapılacak çalışmalar ve alınacak kararlarla bir yere varılamaz.

Gençlik ve Spor Bakanımız Sayın Suat Kılıç’tan bu tür bir arama konferansı için ön ayak olmasını ve futbolun paydaşlarını bir araya getirmesini Türk Futbolu adına rica ediyorum. Bunu yapar ve bir de başarıya ulaşırsa tarihe adını altın harflerle yazdırır. 

Çünkü Türk Futbolu el freni çekilmiş bir yarış arabası gibi ve sürekli patinaj yapıyor. Ya “stop edecek” ya da “fırlayıp gidecek”.

1 Mart 2012 Perşembe

Bu kez kendi kalesine gol Galatasaray'dan


Dostlar, sevenler, futbolseverler, okurlar… Son birkaç günde aldığım telefonun, mesajın ve mail yağmurunun haddi hesabı yok. Sorular ortak:  “Şimdi ne olacak? Başarılı olacaklar mı? ”

Bu kez susma hakkımı kullanıyorum. Çünkü kalbim ve mantığım ters düştü. Aklım karıştı. Kararsız kaldım. Sorulan bu sorularını es geçerek, bu süreçte neler olduğunu anlatacağım.

Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) özerk olduğu andan itibaren gerçekleşen tüm genel kurullarda bir şekilde bulundum. Kiminde gazeteci olarak, kiminde görevli olarak kiminde de gözlemci olarak. Doğal olarak öncesinde ve sonrasında yaşanılanları da çok iyi anımsıyorum. Bu Genel Kurul yaşadıklarım arasında en sakin ve sonucu çok öncesinden belli olan, en ilginçlerinden biri olarak belleğime kazındı. Kimine göre güçlü bir ismin galip çıktığı, kimine göre ise bir atamanın gerçekleştiği tek adaylı bir seçimdi!

İktidarın Adayı Kim?

Genel Kurul’un ilan edilmesiyle birlikte kulüpler arasında başlayan siyasi erkin adayının kim olduğu sorusu, sandık başına gidildiğinde dahi soru işareti olmaktan kurtulamadı. Delegeler kendilerine verilecek işareti bekleyedursun, Yıldırım Demirören ve ekibi bu fırsatı çok iyi değerlendirdi.

Aralarında eski Bakanlardan Kürşat Tüzmen’in de bulunduğu 21 adayın ortaya çıkması, bu kongreyi diğerlerinden farklı kılmıştı zaten. İlk bakışta adaylar arasında 3 güçlü isim gözüküyordu. Beşiktaş’ın ve Kulüpler Birliği’nin Başkanı Yıldırım Demirören, Haluk Ulusoy döneminde onun yardımcılığını yapan Ata Aksu ve futbol ailesinin yakinen tanıdığı Trabzonspor’un eski 2. Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu. Çok değil bir dönem önce kabinede yer alan ve iktidarın o dönemki güçlü isimlerinden olan Kürşat Tüzmen’i saymazsak, diğer adayların ismini futbolseverlerin çoğu ilk kez duymuştu. Onların adaylık için gerekli olan 61 imzayı toplamayı bırakın tek bir imza bile alamayacağını herkes zaten biliyordu. Kürşat Tüzmen’in bile adaylığı 24 saat sürmedi!

Bu satırlarda yazdığım “Top Başbakanın iki dudağı arasında” başlıklı yazımda Haluk Ulusoy’un aday olmayacağını yazmıştım. Nitekim Ulusoy aday olmadığı gibi, daha önce kendisi ile birlikte çalışmış olan Ata Aksu yerine, Yıldırım Demirören’i desteklediğini açıkladı.

Bravo Hacıosmanoğlu’na

İİlk aday olarak ortaya çıkan İbrahim Hacıosmanoğlu 60 imza sözünü almasına rağmen, “Bir Trabzonlu ve Trabzonsporlu olarak, Trabzonspor’un açık desteğini almadan, soyunduğum böylesi bir göreve devam etmek, ilkeli yaşamım adına bana yakışmazdı. diyerek adaylardan söz verdikleri ıslak imzaları bile toplamadan adaylıktan çekilirken, aslında birçok kişinin de takdirini kazandı.

Ata Aksu Neden Çekildi?

Genel Kurul’dan bir önceki akşam oldukça hareketli saatler yaşandı. Ata Aksu ve ekibinin 80’e yakın imza alması, seçimi kesin kazandık gözüyle bakan ve iki süper kulüp takımı dışında, tüm süper kulüplerle, amatörlerin desteğini alan Yıldırım Demirören ve ekibinin panik yaşamasına neden oldu. Çünkü isimsiz adaylardan olan ve tek bir imza bile toplayacağı düşünülmeyen Zafer Murat Mermer’in 30’a yakın imza topladığı iddia ediliyordu. Kendisine imza verenlerden bir kısmının Yıldırım Demirören’e de imza verdiğini öğrenen Ata Aksu, tatsız bir sürpriz ile karşılaşmamak ve kendisini garantiye almak için Zafer Murat Mermer ile birleşme kararı aldı.

Elinde Spor Toto gibi bir silahı bulunan ve Yıldırım Demirören’in listesinde yer alan Gençlik Spor Müdürü Mehmet Baykan, gece geç saatlerde Bank Asya, 2. Lig ve 3. Lig delegelerini acil olarak toplayarak başka adaylara verdikleri imzaları geri çekmeleri konusunda ikna etti!

Sonuç olarak Ata Aksu’nun bu hamle karşısında çekilmekten başka çaresi kalmadı. Böylece Yıldırım Demirören hiçbir engel, rakip ve korku yaşamadan seçimlere girdi.

Türk Futbolunda Mart 2012 itibariyle yepyeni bir dönem başladı. Bu dönemin futbol ailesine neler getireceğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Türk Futbolu Lütfi Arıboğan’dan Kurtuldu

Bu kez olaylara iyi yönünden bakmaya gayret edeceğim. Bir kere her şeyden önce Türk Futbolu kendisine büyük yaralar veren ve bataklığa sürükleyen Lütfi Arıboğan’dan kurtuldu. Her ne kadar yeni yönetim kurulunda geçmiş yönetimlerden tortular kalmışsa da yeni isimlerin kredisi oldukça yüksek olacaktır.

Ancak şöyle bir gerçek var ki bu Genel Kurul'da Galatasaray'ın karşı çıktığı adayın galip gelip, desteklediği adayın hüsrana uğraması, sarı kırmızılı takım adına büyük bir handikap oldu. Geçtiğimiz genel kurulda Fenerbahçe'nin 58. madde kararları karşısında takındığı tavır neticesinde adeta kendi kalesine attığı gol gibi, bu kez de Galatasaray kendi kalesine gol atan kulüp oldu. Yönetim Kurulu'nda tek bir Galatasaraylı'nın dahi olmaması, etkin kurullarda istedikleri isimlerin bulunmaması gelecekte ciddi sıkıntılar oluşturacaktır. Nitekim Galatasaray, Demirören ve çalışma arkadaşlarının şike konusunda alacağı kararlar sonrasında tavrını daha da netleştirecektir. 

Dostoyevski’nin dediği gibi;
Giden dönmeyecekse; kalanların değerini bileceksin.
Ölenle ölünmüyorsa eğer; kalanlarla yaşamaya devam edeceksin.

14 Şubat 2012 Salı

Çözümün Anahtarı


“Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük futbol adamı kimdi?” derseniz, hiç tereddüt etmeden rahmetli Gündüz Tekin Onay derim. Gündüz Hoca hayatını futbola adamış, futbolu yaşam şekli olarak benimsemiş, eşi benzeri bulunmayan bir futbol adamıydı. Şu anda liglerimizde antrenörlük yapan birçok teknik adamın da hem sahadaki hocası hem de çalıştırıcılık başlangıcındaki yetkili eğitmeniydi. Bu nedenle de namı “Hocaların hocasıydı

Olaylara hep gerçekçi yaklaşır, somut ve net adımlar atardı. Duygularına olabildiğince yer vermez, mantığıyla hareket etmeyi severdi. Sorun çıkaranlardan hoşlanmaz, sürekli olarak çözüm üretmeyi önerirdi. Ağzından hiç düşürmediği bir sloganı vardı: “Çözümün Anahtarıyız”

Eğer rahmetli yaşamış olsaydı, yaşanan bu süreçte çoktan kolları sıvamış, savaş baltalarını çıkarmış, korkusuzca çözüm için mücadeleye başlamıştı.

Rahmetlinin ilginç bir de özelliği vardı. Herhangi bir seçimde desteklediği herhangi bir aday, hiçbir zaman seçim kaybetmemişti. Özellikle Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu üzerindeki hâkimiyeti şapka çıkartılacak cinstendi. Seçim stratejisi, delegelerle iletişimi ve onların üzerindeki egemenliği muhteşemdi.

İşte onun çözümcü yaklaşımlarından yola çıkarak “Çözümün Anahtarı”nı önereceğim. Kim bilir belki de 27 Şubat’ta başkan seçilecek aday bu öneriyi değerlendirir.

Öncelikle sorunu doğru analiz etmek gerekiyor. Tüm kulüpler hakkaniyet çerçevesinde adil ve gerçekçi bir sonuç arayışındalar. Yaşanılan bu süreci en zararla, marka değerini yitirmeden ve ekonomik olarak da kayıpsız atlatmak düşüncesindeler.

Aslında tüm kulüpler 58. maddenin uygulanmasından yanalar. Hatta iddianamede adı geçen kulüplerden bile bu yönde talepler var. Ama bu uygulamanın gerçekleşmesi durumunda Süper Lig’in marka değerinin sona ereceğini, yayıncı kuruluşun çekileceğini, düşmeyen takımların da ekonomik olarak bu yükün altında kalacağı endişesini taşıyorlar.

TFF eski Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Türk Futbolunun eline geçirdiği fırsatı iyi değerlendiremedi ve Türk Futbolunu şimdilik bir yıl geriye attı. “Şimdilik” diyorum, eğer doğru ve radikal kararlar alınmazsa bu 10 yıla kadar etkisi olacak bir süreç.

Aşağıda yazdığım formülü Mehmet Ali Aydınlar bu kriz ilk ortaya çıktığında uygulayabilseydi, sadece bu senenin kaybedilmesiyle süreci az bir zararla atlatabilirdik. Hala tren kaçmış sayılmaz.

İşte Formül

Her şeyden önce bu sene Süper Lig, talimatlar ve belirlenen kurallar çerçevesinde aynen sonuçlandırılmalı. Şampiyon takım ve Avrupa Kupalarını hak eden takımlar önümüzdeki sezon hiçbir şey olmamış gibi Avrupa’ya gönderilmeli. Düşen takımlar ve Bank Asya’dan gelen takımlar için de bu seneki talimatlar uygulanmalı.

Ancak önümüzdeki sene için radikal bir geçiş süreci uygulanmalı. Öncelikle iddianamede adı geçen tüm kulüpler 2012-13 sezonu için TFF 58. Madde uyarınca bir alt lige düşürülmeli. Böylece UEFA tehlikesini bertaraf edip, ligimizin marka değerini koruyarak, pisliğimizi temizlemeliyiz. Uygulayacağımız yenilenme programı konusunda da onlarla görüş alışverişi içinde bulunmalıyız. Formülümüze geçecek olursak;

Bu durumda iddianamede adı şüpheli olarak geçen Fenerbahçe, Beşiktaş, Manisaspor, Trabzonspor, Sivasspor, İstanbul Büyükşehir Belediyespor, takımları Bank Asya’ya Mersin İdman Yurdu ve Giresunpor takımları ise 2. Lige düşecekler.

Düşen takımların yerine 2012-13 sezonu için Bank Asya’dan takım alınmayacak ve Süper Lig’de 11 takım kalmış olacak. Ligler normalden biraz daha erken başlatılarak, tıpkı bu sezon olduğu gibi yoğun bir takvimle oynatılacak. Maçları yine mevcut yayıncı kuruluş yayınlayacak. Süper Ligi birinci olarak bitiren takım Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan gidecek. İkinci bitiren takım ise UEFA’ya ön eleme turundan katılacak birinci takım olacak. Ligi son sırada bitiren 3 takım Bank Asya Ligi’ne düşecek. Bütün bu süreç Şubat ayının başında tamamlanmış olacak. Kısacası Süper Lig şampiyonu Şubat ayında belirlenmiş olacak.

Altın kupa

2012-13 Sezonun asıl bombası ise Türkiye Kupası olacak. Öncelikle bu kupanın yayın hakları Digitürk’e cüzi bir rakama verilecek. Bilindiği gibi Türkiye Kupası bu sene 50. Yılını dolduruyor. Bu nedenle önümüzdeki sezon Türkiye Kupası özel bir ad ve nam da yapılacak. Bu kupaya sadece 20 takım katılacak.


50 yıl içinde Türkiye Kupası ve Federasyon Kupası isimleri altında düzenlenen organizasyonda kupayı müzesine götürmüş olan Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor, Fenerbahçe, Altay, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Göztepe, Kocaeli, Kayserispor, Bursaspor, Eskişehirspor ve Sakaryaspor takımları direk olarak bu mücadelede yer alacaklar. Diğer 7 takım ise kupayı müzesine götürmemiş olan diğer takımların kendi aralarında yaptıkları eleme maçları sonucunda belirlenecek.

Kupayı en çok müzesine götürmüş olan 4 takım seri başı olacak ve 5 takımlı 4 guruba ayrılacaklar. Guruplarında ilk 2 sırayı alan takımlar ikinci turu oluşturacak olan 8 takımlı ligi oynamaya hak kazanacaklar. 8 takımlı ligin şampiyonu Türkiye Kupasını alırken aynı zamanda Şampiyonlar Ligi’ne ön eleme turundan katılma hakkını elde edecek. Ligin ikincisi ise UEFA Ligi’ne 2. eleme turundan katılacak. Böylelikle bu kulüpler hem ciddi anlamda ekonomik bir gelir elde ederken hem de Avrupa Kupa’larına katılma şansını en üst düzeyde yaşayacaklar. Yayıncı kuruluş da yaşadığı ekonomik kaybı bu şekilde telafi etmiş olacak.

Süper Bank Asya

Gelelim Bank Asya Ligi’ne… Düşen takımlarla birlikte takım sayısı 24 olacağından 12 takımdan oluşan 2 gurupta maçları tıpkı Süper Lig’de olduğu gibi Şubat ayında sona erdirecek şekilde oynanacak. Bank Asya Ligi’nde yabancı sınırlaması bir seneliğine Süper Lig standardına getirilecek. Guruplarında ilk 4 sırayı alan toplam 8 takım Süper Lig’e yükselmeye hak kazanacak. Muhtemelen Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor da bu yükselen takımlar arasında yer alacağından, Süper Lig’in marka değeri de bir anlamda kurtulmuş olur.

Böylece bir sonraki sezon Süper Lig’de mücadele edecek takım sayısını da 16’ya çekerek yıllardır yapılmak istenip yapılamayanı da başarmış olacağız. Öte yandan 2014 yılından sonra UEFA’nın büyük bir ihtimalle tüm üyelerine şart koşacağı 16 takımlı lig standartına da önceden geçeceğiz.

İşte “Çözümün Anahtarı”… Elbette herkesi mutlu edecek bir çözüm yok. Ancak şu yukarıda anlattığım formül uygulanırsa birçok öngörülen sorun önceden bertaraf edilmiş olur. Kulüplerin memnuniyetsizlikleri en aza indirilmiş olur.

28 Şubat’ın çiçeği burnunda TFF Başkanına şimdiden arz ederim efendim…



9 Şubat 2012 Perşembe

Top Başbakanın iki dudağının arasında

Yazılarımda defalarca belirttim; Siyaseti sevmem, siyasetten anlamam.  A Partisi, B Partisi beni hiç ilgilendirmez. Ben aldığım hizmete bakar, seçim döneminde oyumu ona göre değerlendiririm. Sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ve bu bağlamda da Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı seviyor ve takdir ediyorum. Gördüğüm siyasetçiler içinde bu ülkeye en faydalı hizmetleri getirenin o olduğuna inanıyorum.

Ancak, bir sporsever olarak yukarıdaki olumlu sözlerimi spor için verdiği hizmetler için sarf edemeyeceğim. Sayın Başbakanımızın ciddi anlamda başarısız olduğu, hatta eline yüzüne bulaştırdığı bir konu varsa o da ‘Spor’ dur.

40 yaşımın arifesindeyim ve kendimi bildim bileli sporun içindeyim.  Mevcut ömrümü spora adadım dersem sanırım mübalağa etmiş olmam. Eh bu kadar sporun içinde olunca insan ister istemez bütün federasyonlarla içli dışlı oluyor. Sporun içinde kiminle konuştuysam ki ‘bunların içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın dostları, sevenleri hatta fanatikleri de mevcut’  dert yanıyor, hiçbir şeyin eskisi kadar keyifli olmadığını söylüyor, şikâyette bulunuyor. Basketbol camiası da mutsuz,  boks da, yüzme de... Evet, yaşanan süreçte ciddi anlamda tesis yapılmış ve maddi olanaklar artmış durumda, ama spor ruhunu yitirmiş, spor yapanlar da amaçlarını değiştirmiş gözüküyor.

Sporun kardeşlik, dostluk ve barış olduğunun unutulduğu bir dönem yaşıyoruz. Holiganizm, fanatizm tavan yapmış durumda. Kumarın yasal bir şekli olan bahissin tetiklediği şike ve teşvik ayyuka çıktı. Sporu kişisel çıkarları için kullanmak isteyen karanlık insanların, federasyonlarda, kulüplerde cirit attığı bir ortamdayız. 

Futbol ülkemizin en popüler sporu olması nedeniyle buz dağının görünen kısmını temsil ediyor. Diğer spor dallarında ve federasyonlarda da durum bundan çok farklı değil açıkçası.


Aslında temel sorun işin ehli olmayan insanların, salt “Bizden olsun, ne olursa olsun” yaklaşımı ile karar makamlarına getirilmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım başka alanlarda işe yaramış olabilir ama spor da yaramadığı apaçık ortada.

Bu şahsi bir inat mıdır yoksa iktidarın gerekli gördüğü bir politika mıdır bilmiyorum? Bildiğim tek şey bu yaklaşımın ülke sporuna verdiği zarar.

Tarihe tanıklık edeceğiz

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF)  ile ilgili bugüne kadar yazdıklarımın büyük birçoğunun çıkması aslına bakarsanız beni mutlu etmiyor. Keşke ben yanılmış olsaydım da bu yaşanılanlar gerçekleşmeseydi.

TFF’nin kaderi 27 Şubat’ta yeniden yazılacak.  TFF’nin başına gelecek kişi ağır bir yükü omuzlarına alacak. Adeta her şeyi sil baştan yapacak ve futbolun geleceğini belirleyecek. Vereceği her karar, yanlış atılan bir adım belki de sakatlanmış Türk Futbolunun sonunu getirecek.

Türkiye Futbol Federasyonu diğer bütün spor branşlarından ve hatta resmi kurumlardan farklı olarak kanunla belirlenmiş bir özerkliğe sahip. Ancak maalesef bu özerklik kağıt üzerinde olmasa da fiiliyatta sona ermiş gözüküyor.

Sayın Başbakanımız,  demokrasi konusunda gösterdiği hassasiyeti maalesef TFF ‘de gösteremedi. Her ne kadar ben inanmak istemesem de, bugün herkes TFF konusundaki nihai kararı Başbakanın verdiği konusunda hem fikir. O zaman neden adına özerk Türk Futbolu diyoruz? Sadece UEFA ve FIFA’dan korktuğumuz için mi? Kulüpler ve Türk Futbolunu oluşturan taban birlikleri kendi kararlarını vermekten aciz mi? 

Kim TFF Başkanı olmak istemez ki? Ama şu an herkes korku içinde.  Ya Başbakan karşı çıkarsa ya başka birini işaret ederse! Herkes ona endeksli. herkes ondan işaret bekliyor. Top Başbakanın iki dudağının arasında

Ulusoy aday olmaz

Şunu samimiyetle söylüyorum Türk Futbolu içinde taraflı tarafsız herkes şu an için Haluk Ulusoy ismi etrafında hem fikir. Herkes yaşanılan bu kaostan kurtaracak tek ismin O olduğunu biliyor. Tecrübesi, ilişkileri ve otoritesi ile kısa sürede krizden çıkarabileceğini düşünüyor. Ama dillendiremiyorlar! Tellafuz edemiyorlar! Açıklayamıyorlar! Çünkü korkuyorlar…

Haluk Ulusoy bir işadamı. Türkiye’nin en önemli Holdinglerinden birinin başında.  Ünse ün, paraysa para, itibarsa itibar! Muhteşem bir ailesi, etrafında yüzlerce aile dostu ve seveni var. Telefonu bir dakika susmuyor. Kimin başı sıkışsa, kimin derdi varsa aradığı tek isim Haluk Ulusoy! O da Hızır gibi yardımına yetişiyor arayanların. Kimseyi geri çevirdiğine şahit olmadım henüz. Elinden geleni hatta fazlasını yapıyor çoğunlukla.  Ama işte onun da bir kusuru var; Futbol Sevgisi!

Aslında hiç de ihtiyacı yok TFF Başkanlığına. Ama seviyor işte futbolu! Ne zaman ziyaretine gitsem, etrafında hep futbol adamları var. Konuşulan tek konu futbol.  Futbolla yatıp, futbolla kalkıyor. Aslına bakarsanız yılmış durumda yaşanılanlardan. Kapatın futbol mevzuunu diyor, diyor demesine ama iki dakika sonra yine konuyu ister istemez o açıyor. Çünkü bu sevgi benliğine işlemiş durumda.

İşte futbol aşığı bu Haluk Ulusoy aday olmayacak! Girse yüzde yüz kazanacağını bildiği bu seçime girmeyecek!  Mevcut şartlarda ben de varım demeyecek. Çünkü demokratik bir ortam yok. Şartlar adil değil. Hakkaniyetli olmayan bir yaklaşım söz konusu. Başbakanımızın ona karşı takındığı ‘anlamsız kin’ Demokles’in Kılıcı gibi tepesinde sallanıyor! Siyasi erk tarafsız değil. Görünen o ki tarafsız olmaya da niyeti yok! Şimdi bu şartlarda nasıl aday olsun Haluk Ulusoy? Kelleyi koltuğunun altına alıp, ailesinin geleceğini nasıl riske atsın?

2008 Mart’ında Haluk Ulusoy ve Yönetim Kurulu arkadaşlarını görev süreleri devam ederken alaşağı eden siyasi iradenin başındaki isim olan Başbakanımız çıkıp Beni bu işe karıştırmayın özerk futbol kendi başkanını kendi seçsin. Hatta benim hoşlanmadığım kişiler bile aday olabilir. Seçilen her kim olursa olsun arkalarındaki en büyük güvence benim tarzında bir açıklama yapmadığı müddetçe her hangi biri seçime girebilir mi? Ya da girmeli mi? Kim karşısına alabilir ki bir ülkenin Başbakanını? Top Başbakanın iki dudağının arasında!

Bu saydıkların sadece Haluk Ulusoy için değil diğer adaylar içinde geçerli. Başbakana doğrudan bağlı olan Mehmet Atalay nasıl ondan izin almadan adaylığını açıklayabilir ki? Ya da bu devlette iş yapan ve sürekli devletle karşı karşıya gelen hangi iş adamı icazet almadan adaylığını ilan edebilir?

Akıllara ziyan bir sandık sistemi

Diyelim ki biri çıktı her şeyi göze aldı ve adaylığını ilan etti. Ya seçenler? Seçenler nasıl ona oy verecekler, karşısına Başbakanın başka bir aday çıkarması durumunda?

TFF Genel Kurul seçimlerinin nasıl yapıldığını kaçınız biliyor? 300 küsür delege tek bir sandıkta oy kullanmıyor. Süper Lig kulüpleri ayrı, Bank Asya Kulüpleri Ayrı, 2. Lig kulüpleri de guruplarına göre ayrılmış sandıklarda oy kullanıyorlar. Elbette taban birlikleri de ayrılmış bir sandıkta. Hal böyle olunca hangi sandıkta kim nasıl oy kullanmış hemen ortaya çıkıveriyor. Sözüm ona gizli oy açık tasnif! 2008 de yapılan oylamada yaşananlar daha dün gibi aklımızda. Oy kullanmaya giden delegeye zarf ile birlikte iki adet oy pusulası verildi ve zarfa konulmayan oy pusulası kabak gibi ortada kaldı. Hatta bir çok delege doğru oy kullandığını ispatlamak için, meşhur futbol adamı şike sanığı Göksel Gümüşdağ’a teslim etti, kullanmadığı pusulasını! Yani aslında şike ile gelmişlerdi, şike ile gittiler!

Bu arada mert, cesur ve kararlı bir yaklaşımla, adaylığını daha ilk günden ilan etme cesaretini gösteren İbrahim Hacıosmanoğlu’nu da kutluyorum. Lakin adam gibi adam olan ve tutarlı projelerle yola çıkan Hacıosmanoğlu’nun da işi bu delege yapısı ile zor gözüküyor. Siyasi erk tarafsızlığını ilan etmezse seçilmesi mucizelere kalmış durumda. Umarım yanılırım.

Haziran ayında sorduğum bir soru vardı, tekrar sormak istiyorum; “Sahi Türk Futbolu gerçekten özerk mi?”

28 Ocak 2012 Cumartesi

Fenerbahçe kendi kalesine gol attı


Türk Futbolu tarihine tanıklık etmeye devam ediyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız, gelecek nesil bu günleri kitaplarda okuyacak. Bu süreci yakından yaşayanlardan olduğumuz için kendimizi şanslı mı hissetmeliyiz, yoksa kahretmeli miyiz bilemedim?

1992 yılında Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerkliğe kavuştuğu tarihten bu yana yapılan genel kurullardan sadece üçüne katılamadım. Yanılmıyorsam o günden bu yana tam 17 genel kurul gerçekleşti. Bu genel kurullarda silah da çekildi, çiçek de verildi. Ama hiç biri bu kadar ilginç değildi. Böylesini yaşamamıştım. Öncesiyle, sonrasıyla bu diğerlerinden çok farklıydı.

TFF genel kurullarının en büyük özelliği, toplantının yapıldığı salonda yaşanılanlardan daha ziyade, lobide yaşanılanların süreci etkilemesidir. Bu yüzden genel kuruldan önceki gece herkes için hayati önem taşır. Delegeler lobide harıl harıl kulis yapar, nabız yoklarlar. Ertesi gün de lobinin fikri salondaki genel kurula yansır. Bu hep böyle olmuştu. Ancak bu defa kesinlikle öyle olmadı.

Genel Kurul’dan bir önceki gece üç maç olması elbette etkenlerden biriydi. Nitekim maçı olan takımların delegeleri otele çok geç saate gelirken, maçı olmayan takımların delegeleri lobide oturmak yerine odalarına çıkıp maç izlediler.

Kapıda delegeleri Başkanvekili Göksel Gümüşdağ karşıladı. Hani şu Başkanvekilliğini yaptığı TFF tarafından disiplin kuruluna sevk edilen ve futbol camiasında küfür etmediği isim kalmayan, torpilli yönetici. Şahsen ben kendi adıma böyle bir isimin hala o koltuğu işgal ediyor olmasından utanıyorum. Nitekim delegelerden de benim gibi düşünen hiçte azımsanacak sayıda değildi.

Gece sakin geçerken, sabah herkes birbirine, “Ne olacak şimdi?”,Kabul edersek ne olur, kabul etmezsek ne olur?” şeklinde sanki uzaydan gelmişçesine sorular soruyordu. Büyük bir belirsizlik vardı. Delegeler ortada şaşkın ördek yavrusu gibi dolaşıyordu. Süper Lig kulüpleri olaya daha vakıftı. Zira sürekli toplandıklarından ve süreci yönettiklerinden daha bilinçliydiler. 
Divan Başkanı oylamayı etkiledi

Salona girildiğinde yapılacak oylamadan az bir farkla evet çıkması muhtemel gözüküyordu. Çünkü o güne kadar yapılan tüm genel kurullarda TFF tarafından verilen hiçbir önerge ret olmamıştı. Ancak, buna rağmen bu az fark ‘Evet’çileri endişelendiriyordu ve işlerini garantiye almak istiyordular. Kulis için zaman bulunamamıştı. Yanlış bir şey yapmaktan korkuyorlardı. Nitekim bir önerge verdiler ve 1 saatlik ara talep ettiler. Divan Başkanı Yalçın Karadeniz de ‘Evet’çiler gibi düşünüyordu. Bunu da başkanlığını yaptığı divandan açık açık söyledi ve delegelerden 1 saatlik ara için evet oyu istedi. Ancak ‘Evet’ diyenler, ‘Hayır‘ diyenlerin nerdeyse yarısı kadardı. Fakat Divan Başkanı oylamayı hiçe sayıp arayı verdi.

İşte ne olduysa bu arada oldu aslında.

Divan Başkanı’nın bu tavrı özellikle 3. Lig kulüpleri tarafından çok büyük tepki topladı. Verilen arada da Süper Lig Kulüpleri kendi aralarında ciddi bir şekilde birbirine girince, hatta yumruklaşmaya varan kavgalar yaşanınca, ara sonrasında delegeler arasında bir denge oluştu.

Daha önceki bütün genel kurullarda konuşmacılar dinlenmez, konuşmalar esnasında salon boşalır ve oylamaya kadar delegeler dışarıda kulis çalışması yapardı. Oysa bu kez çok fazla konuşmacı olmasına rağmen, hemen hemen bütün delegeler pür dikkat konuşmacıları dinledi. Özellikle Şenol Güneş ve Altay Başkanı Ömer Hızlıok’un konuşmaları delegelerin fikirlerinin değişmesinde büyük rol oynadı.

Genel Kurul öncesinde Fenerbahçe büyük bir blöf yaparak 58. Madde değişmesin diye görüş bildirmişti. Nitekim Fenerbahçe adına kürsüye çıkan her konuşmacı bu yönde konuştu. Konuştu konuşmasına ama aslında bu maddenin değişmemesi halinde en büyük zararı kendileri göreceklerini biliyorlardı. Ama maddenin değişeceğinden o kadar emindiler ki! Mağduru oynamak ve bundan prim yaparak hem değişmiş maddede daha az cezayla yırtmak hem de aslında istediklerinin olması en büyük arzularıydı.

Ama beklenen olmadı. Lütfi Arıboğan’ın delegelere teklif ettiği rüşvet gibi yardım teklifine rağmen, şike karşıtı delegeler kazandı ve madde olduğu gibi kaldı.

Fenerbahçe bu sonuçla adeta kendi kalesine gol attı. Çünkü 30.000 sayfa belge ve 400 küsür sayfa iddianame, üstüne üstlük Etik Kurul raporu karşısında ceza almamaları imkânsız gözüküyordu. Kendi kalelerine attıkları bu golle, aslında kendileri ile birlikte diğer rakiplerini de aşağıya çektiler. “Biz düşeceksek siz de bizimle geleceksiniz” dediler. Zira Galatasaray ve Fenerbahçe taban tabana zıt oldukları bir konuda nasıl olur da fikir birliği yapar, aynı yönde oy kullanır? Bunun başka bir izahı var mı?

Şenes Erzik konu mankeni

UEFA’da Platini’den sonra en etkin isim olarak bilinen, TFF’nin de Onursal Başkanı durumundaki Şenes Erzik’in tavrı ise tam bir hayal kırıklığıydı. Türk Futbolu can çekişirken yardım elini uzatmak yerine izlemeyi tercih etti. Yol göstermek, akıl vermek şöyle dursun, çıkıp görüşünü bile söylemeye yüreği yetmedi. Elini taşın altına koymaktan, kaçındı. Yine kendini düşündü. Adı yıpranmasın diye sessizce olanı biteni izledi.

Oysa aynı Şenes Erzik 2006’da UEFA adına gelen gözlemciyi yaptığı konuşma sonrası 4 büyük kulüp başkanı ile görüştürmüş ve adeta baskı yaparak konuşmasını değiştirtmişti. Nitekim sonrasında bu baskı ve UEFA’nın gözünü yumması neticesinde Hasan Doğan başkan seçilmişti. O zaman çıkıp konuşan, her türlü riski alan Şenes Erzik bu defa süt dökmüş kediydi!

Kasımpaşa neden sustu?

Bir başka hayal kırıklığı da Suha Sidal’dı. Bir hafta önce katıldığı bir televizyon programında, Türk futbolu Göksel Gümüşdağ'dan kurtulmalı", “Genel Kurul’a gelirse orada onu rezil edeceğim” diye veryansın eden Sidal da sesi soluğu çıkmayanlardandı.

Genel Kurul sona erdiğinde kaos biteceğine daha da arttı. Hiç kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Mehmet Ali Aydınlar’ın istifa edeceği sinyalleri vermesi üzerine işler hepten karıştı. 58. madde bu durumda ne zaman işleyecek?  UEFA ne kadar süre verdi? Takımlar hemen mi düşürülecek? Mehmet Ali Aydınlar istifa ederse yerine kim gelecek? Herkes birbirine bu soruları sordu durdu.

Bence Mehmet Ali Aydınlar muhteşem bir kapanış konuşması yaptı. Aldığım duyumlara göre Yönetim Kurulu arkadaşlarına “İstifa etmeliyiz” dedi. Ancak özellikle Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ bu fikre karşı çıkarak devam etmeleri gerektiği konusunda Başkanı ikna etti. Kafası karışan Mehmet Ali Aydınlar’da bir hafta düşünmek için süre istedi. Bence bu süreyi bile beklemeden Genel kurul kararı alacak ve istifa edecek.

Çünkü gündemin bu kadar yoğun ve karışık olduğu bir dönemde tatile çıkmanın izahı olmadığı gibi aslında kabul edilir tarafı da yok.

Aslında bakılırsa bu Yönetim Kurulu 14 Şubat 2006’da seçilen Hasan Doğan Yönetimi’nin uzantısı. Her ne kadar 2 başkan değişmiş olsa da iskelet aynıdır. Zaten o tarihten bu yana da delegeler kendi hür iradelerini genel kurullara yansıtamıyorlardı. Ta ki bu genel kurula kadar. Çünkü bu Genel Kurul’da bir işaret gelmedi. Görüldü ki delegeler hür iradeleri ile karar aldıklarında mevcut yönetim delegeler üzerinde etkili olamıyor.

Olası bir seçimde, bir işaret gelmezse bu iskelet kesinlikle bozulacak. Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ’ın ellerini Türk Futbolundan çekmesiyle de her şey yoluna girecek ve nefes almaya başlayacaktır.

Bahis soruşturması kapıda

Bu arada çok yakında şike soruşturmasının devamı niteliğinde bir bahis soruşturması olacağı konusunda duyumlar aldım. Eğer bu duyumlar doğruysa yine bir sabah sürpriz gözaltılarla yataklarımızdan kalkabiliriz. 

22 Ocak 2012 Pazar

Tamamen duygusal!

Fenerbahçeli olmak zor zanaat. Fenerbahçeli dostlarımızın şu son on yılda başına gelenler, sanırım pişmiş tavuğun başına gelmedi. Üzüntülerinden kurtulmak, mutluluk tatmak, büyük sevinçler yaşamak için gönülden bağlandıkları Sarı Lacivertli renkler, üzüntülerine üzüntü, dertlerine dert kattı.  Şu dönemde kesinlikle Fenerbahçeli olmak istemezdim. Temmuz ayında görmeye başladıkları kâbustan bir türlü kurtulamadı Fenerbahçeliler. 8 takımın adının geçtiği şike soruşturmasında tek konuşulan ve adı sürekli ön planda olan takım maalesef Fenerbahçe. Ne yazık ki büyük olmanın ceremesini fazlasıyla çekiyor bu güzide kulübümüz. Ancak Beethoven'ın da dediği gibi "Bütün mesele, iyi ve büyük görünmek değil!... Gerçekten iyi ve büyük olmaktır." 


Allah bana üç büyük takımımızın da kulüp muhabirliğini yapmayı nasip etti. Bu nedenle üç camiayı da yakından tanıyorum. Yıllarımı verdiğim Galatasaray'ı elbetteki diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Ama bildiğim tek şey var herkes aynı geminin içinde.
Hiç şüphesiz Fenerbahçesiz bir Galatasaray, Galatasaraysız bir Beşiktaş, Beşiktaşsız bir Fenerbahçe düşünülemez. Bu kulüplerimiz Türk futbolunun temel taşlarıdır. Bunlardan biri olmayınca futbolun ne tadı olur ne de tuzu. Biri yoksa diğerlerinin de önemi yok.

Ne hâkimim ne de savcı? Ancak ortada dolaşan bilgi belgeler bakıp da Fenerbahçe şike yapmamıştır demek için ya çok saf olmak gerekiyor ya da durumu kabullenmemek. Aslında herkes durumun farkında ama dilli varmıyor kimsenin bunu açık seçik ifade etmeye. İfade edenler tu kaka oluyor, dışlanıyor. Oysa ki Atatürk'ün  “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” sözünü örnek almayı başarabilsek, çürük elmaları ayıklayabilsek, her şey çok daha güzel olacak.

Türk Futbol tarihinde şike yapan ilk takım elbette ki Fenerbahçe değil. Bugüne kadar şike yoktu, ilk kez geçtiğimiz sezon şike yapıldı diyen taş olur. Bunun böyle olmadığını bu camianın içindeki herkes biliyor. En bariz örnek olarak gösterilen Galatasaray’ın Beşiktaş’la yarıştığı sezonda Ankaragücü maçında yaşanılanları ise herhalde sağır sultan bile duymuştur. O maçın görüntülerini internetten ve yandaki linkten tekrar izleyebilmeniz mümkün. Görüntüler bile belge olmaksızın şike şike diye bağırıyor. Şike hep vardı ve şampiyonlukları hep etkiledi. Hatta daha doğrusu şikesiz şampiyonluk kazanılan şampiyonluklar bir elin parmakları kadar yoktur.

Ama bu duruma bir dur demek gerekiyordu. Nitekim cesur bir savcı çıktı ve o günler geride kalacak dedi. Öyle de olmalıydı. Hiç umulmadık bir şekilde sonuna kadar gitti. Polis de üzerine düşeni yaptı ve çok zor bir konuyu belgelendirmeyi başardı. Şimdi top mahkemede. Mahkeme pozisyona uzak mı kalır golü mü verir, yoksa ofsayt mı der bunu 14 Şubat günü göreceğiz.


Ama bu durumdan rahatsız olanlar da azımsanmayacak kadar çok. Taraftarlığımız, fanatikliğimiz, renktaşlığımız ve en önemlisi ekonomik kaygılarımız; mantığımızın, hakka hukuka olan inancımızın çok daha önüne geçti.

Öyle ya Fenerbahçe’nin olmadığı bir ligin yayın görüntülerini kime pazarlayacak Lig TV? Lig TV’nin para vermediği bir TFF, diğer kulüplere nereden bulupta para verecek? TFF’nin para veremediği kulüpler, gırtlağına kadar girdikleri borç batağından nasıl kurtulacaklar? Bu bir sarmal. En kolay çözümü de Fenerbaçe’yi her ne olursa olsun Lig’de tutmak.


Peki gerçekten çözüm bu mu? Başka çözüm yok mu? Elbette başka çözümler vardı da, arayan yoktu? Beceriksiz ve basiretsiz TFF Yönetimi bu vasıflarına bir de taraflılığı ekleyince bugünlere geldik.


Herkes elini vicdanına koymalı ve bu kadar belge karşısında rakip takımın taraftarı olsa ne düşünürdü onu dille getirmeli. Bunları görebilmek dillendirebilmek için, Fenerbahçeli dostlarımızın dillerine doladıkları masumiyet karinesi kadar tarafsızlık ilkesini de unutmaması gerekiyor. 

Asıl sorun şimdi başlıyor kimse farkında değil! Yaptırımların bir kereye mahsus uygulanmaması gibi abuk bir kararın uygulanması durumunda Türk Futbolu büyük bir çıkmaza girecek.  UEFA’nın TFF’ye dolaylı ve direkt uygulayacağı büyük yaptırımları saymıyorum bile. Öncelikle artık Fenerbahçe’nin adı lekelenmiş durumda. Yetişen yeni nesil, girdiği her ortamda rakip taraftarlarca üzerine yapıştırılacak şikeci yaftasını işitmek istemeyeceğinden, sarı lacivertli kulüp sürekli taraftar kaybedecek. Bu da gelecek on yılda Türk Futbolundaki dengeleri değişmesine neden olacak. Gelecekte herhangi bir nedenle büyük bir ceza alması gündeme gelen her takım, geçmişte yapılmış olan bu uygulamayı örnek göstererek bir kereye mahsus af isteyecek. Bu çözümsüzlük ve karamsar tablo böyle uzar gider…

Benim asıl anlayamadığım Fenerbahçe taraftarının, takımını bu batağa sürükleyen yöneticileri hala savunuyor olması. Bariz bir şekilde görülüyor ki birileri sürecin bu şekilde yürümesini istiyor. Çünkü Fenerbahçe ismiyle, yöneticiler birbirinden ayrılırsa, Fenerbahçe ismi temizlenir ama yöneticiler kendi başlarına kalır.

İddianameyi ve ekindeki 70 klasörden oluşan yaklaşık 30.000 sayfayı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ancak bu klasörlerce dosyalarda şaşırtıcı olan şeylerde yok değil! Nerdeyse yarısından fazlası Fenerbahçe ile ilgili olan bu dosyalarda, nedense Fenerbahçe'nin Aziz Yıldırım’dan sonraki en önemli isimlerinin nerdeyse hiç ismi geçmiyor. Bu yöenticiler alelâde yönetici değillerdi oysa. Etkinlikleri ve güçleri ile isimlerinden söz ettiriyorlardı. Şike ile ilgisi olmayan olağan yönetim kararlarının bile detaylarının yer aldığı bu dosyalara göre, bu yöneticiler bırakın etkin olmayı sıradan bile değillermiş. Bu benim fazlasıyla dikkatimi çekti.

Fenerbahçeli dostlarımın dikkatini Maksim Gorki’nin şu sözüyle çekmek istiyorum :  “Bir sürü dostunun içinde elbet düşmanların olacak ama unutma ki, onca düşmanın içinde belki seni dostun vuracak.”