14 Şubat 2012 Salı

Çözümün Anahtarı


“Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük futbol adamı kimdi?” derseniz, hiç tereddüt etmeden rahmetli Gündüz Tekin Onay derim. Gündüz Hoca hayatını futbola adamış, futbolu yaşam şekli olarak benimsemiş, eşi benzeri bulunmayan bir futbol adamıydı. Şu anda liglerimizde antrenörlük yapan birçok teknik adamın da hem sahadaki hocası hem de çalıştırıcılık başlangıcındaki yetkili eğitmeniydi. Bu nedenle de namı “Hocaların hocasıydı

Olaylara hep gerçekçi yaklaşır, somut ve net adımlar atardı. Duygularına olabildiğince yer vermez, mantığıyla hareket etmeyi severdi. Sorun çıkaranlardan hoşlanmaz, sürekli olarak çözüm üretmeyi önerirdi. Ağzından hiç düşürmediği bir sloganı vardı: “Çözümün Anahtarıyız”

Eğer rahmetli yaşamış olsaydı, yaşanan bu süreçte çoktan kolları sıvamış, savaş baltalarını çıkarmış, korkusuzca çözüm için mücadeleye başlamıştı.

Rahmetlinin ilginç bir de özelliği vardı. Herhangi bir seçimde desteklediği herhangi bir aday, hiçbir zaman seçim kaybetmemişti. Özellikle Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu üzerindeki hâkimiyeti şapka çıkartılacak cinstendi. Seçim stratejisi, delegelerle iletişimi ve onların üzerindeki egemenliği muhteşemdi.

İşte onun çözümcü yaklaşımlarından yola çıkarak “Çözümün Anahtarı”nı önereceğim. Kim bilir belki de 27 Şubat’ta başkan seçilecek aday bu öneriyi değerlendirir.

Öncelikle sorunu doğru analiz etmek gerekiyor. Tüm kulüpler hakkaniyet çerçevesinde adil ve gerçekçi bir sonuç arayışındalar. Yaşanılan bu süreci en zararla, marka değerini yitirmeden ve ekonomik olarak da kayıpsız atlatmak düşüncesindeler.

Aslında tüm kulüpler 58. maddenin uygulanmasından yanalar. Hatta iddianamede adı geçen kulüplerden bile bu yönde talepler var. Ama bu uygulamanın gerçekleşmesi durumunda Süper Lig’in marka değerinin sona ereceğini, yayıncı kuruluşun çekileceğini, düşmeyen takımların da ekonomik olarak bu yükün altında kalacağı endişesini taşıyorlar.

TFF eski Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Türk Futbolunun eline geçirdiği fırsatı iyi değerlendiremedi ve Türk Futbolunu şimdilik bir yıl geriye attı. “Şimdilik” diyorum, eğer doğru ve radikal kararlar alınmazsa bu 10 yıla kadar etkisi olacak bir süreç.

Aşağıda yazdığım formülü Mehmet Ali Aydınlar bu kriz ilk ortaya çıktığında uygulayabilseydi, sadece bu senenin kaybedilmesiyle süreci az bir zararla atlatabilirdik. Hala tren kaçmış sayılmaz.

İşte Formül

Her şeyden önce bu sene Süper Lig, talimatlar ve belirlenen kurallar çerçevesinde aynen sonuçlandırılmalı. Şampiyon takım ve Avrupa Kupalarını hak eden takımlar önümüzdeki sezon hiçbir şey olmamış gibi Avrupa’ya gönderilmeli. Düşen takımlar ve Bank Asya’dan gelen takımlar için de bu seneki talimatlar uygulanmalı.

Ancak önümüzdeki sene için radikal bir geçiş süreci uygulanmalı. Öncelikle iddianamede adı geçen tüm kulüpler 2012-13 sezonu için TFF 58. Madde uyarınca bir alt lige düşürülmeli. Böylece UEFA tehlikesini bertaraf edip, ligimizin marka değerini koruyarak, pisliğimizi temizlemeliyiz. Uygulayacağımız yenilenme programı konusunda da onlarla görüş alışverişi içinde bulunmalıyız. Formülümüze geçecek olursak;

Bu durumda iddianamede adı şüpheli olarak geçen Fenerbahçe, Beşiktaş, Manisaspor, Trabzonspor, Sivasspor, İstanbul Büyükşehir Belediyespor, takımları Bank Asya’ya Mersin İdman Yurdu ve Giresunpor takımları ise 2. Lige düşecekler.

Düşen takımların yerine 2012-13 sezonu için Bank Asya’dan takım alınmayacak ve Süper Lig’de 11 takım kalmış olacak. Ligler normalden biraz daha erken başlatılarak, tıpkı bu sezon olduğu gibi yoğun bir takvimle oynatılacak. Maçları yine mevcut yayıncı kuruluş yayınlayacak. Süper Ligi birinci olarak bitiren takım Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan gidecek. İkinci bitiren takım ise UEFA’ya ön eleme turundan katılacak birinci takım olacak. Ligi son sırada bitiren 3 takım Bank Asya Ligi’ne düşecek. Bütün bu süreç Şubat ayının başında tamamlanmış olacak. Kısacası Süper Lig şampiyonu Şubat ayında belirlenmiş olacak.

Altın kupa

2012-13 Sezonun asıl bombası ise Türkiye Kupası olacak. Öncelikle bu kupanın yayın hakları Digitürk’e cüzi bir rakama verilecek. Bilindiği gibi Türkiye Kupası bu sene 50. Yılını dolduruyor. Bu nedenle önümüzdeki sezon Türkiye Kupası özel bir ad ve nam da yapılacak. Bu kupaya sadece 20 takım katılacak.


50 yıl içinde Türkiye Kupası ve Federasyon Kupası isimleri altında düzenlenen organizasyonda kupayı müzesine götürmüş olan Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor, Fenerbahçe, Altay, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Göztepe, Kocaeli, Kayserispor, Bursaspor, Eskişehirspor ve Sakaryaspor takımları direk olarak bu mücadelede yer alacaklar. Diğer 7 takım ise kupayı müzesine götürmemiş olan diğer takımların kendi aralarında yaptıkları eleme maçları sonucunda belirlenecek.

Kupayı en çok müzesine götürmüş olan 4 takım seri başı olacak ve 5 takımlı 4 guruba ayrılacaklar. Guruplarında ilk 2 sırayı alan takımlar ikinci turu oluşturacak olan 8 takımlı ligi oynamaya hak kazanacaklar. 8 takımlı ligin şampiyonu Türkiye Kupasını alırken aynı zamanda Şampiyonlar Ligi’ne ön eleme turundan katılma hakkını elde edecek. Ligin ikincisi ise UEFA Ligi’ne 2. eleme turundan katılacak. Böylelikle bu kulüpler hem ciddi anlamda ekonomik bir gelir elde ederken hem de Avrupa Kupa’larına katılma şansını en üst düzeyde yaşayacaklar. Yayıncı kuruluş da yaşadığı ekonomik kaybı bu şekilde telafi etmiş olacak.

Süper Bank Asya

Gelelim Bank Asya Ligi’ne… Düşen takımlarla birlikte takım sayısı 24 olacağından 12 takımdan oluşan 2 gurupta maçları tıpkı Süper Lig’de olduğu gibi Şubat ayında sona erdirecek şekilde oynanacak. Bank Asya Ligi’nde yabancı sınırlaması bir seneliğine Süper Lig standardına getirilecek. Guruplarında ilk 4 sırayı alan toplam 8 takım Süper Lig’e yükselmeye hak kazanacak. Muhtemelen Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor da bu yükselen takımlar arasında yer alacağından, Süper Lig’in marka değeri de bir anlamda kurtulmuş olur.

Böylece bir sonraki sezon Süper Lig’de mücadele edecek takım sayısını da 16’ya çekerek yıllardır yapılmak istenip yapılamayanı da başarmış olacağız. Öte yandan 2014 yılından sonra UEFA’nın büyük bir ihtimalle tüm üyelerine şart koşacağı 16 takımlı lig standartına da önceden geçeceğiz.

İşte “Çözümün Anahtarı”… Elbette herkesi mutlu edecek bir çözüm yok. Ancak şu yukarıda anlattığım formül uygulanırsa birçok öngörülen sorun önceden bertaraf edilmiş olur. Kulüplerin memnuniyetsizlikleri en aza indirilmiş olur.

28 Şubat’ın çiçeği burnunda TFF Başkanına şimdiden arz ederim efendim…



9 Şubat 2012 Perşembe

Top Başbakanın iki dudağının arasında

Yazılarımda defalarca belirttim; Siyaseti sevmem, siyasetten anlamam.  A Partisi, B Partisi beni hiç ilgilendirmez. Ben aldığım hizmete bakar, seçim döneminde oyumu ona göre değerlendiririm. Sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ve bu bağlamda da Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı seviyor ve takdir ediyorum. Gördüğüm siyasetçiler içinde bu ülkeye en faydalı hizmetleri getirenin o olduğuna inanıyorum.

Ancak, bir sporsever olarak yukarıdaki olumlu sözlerimi spor için verdiği hizmetler için sarf edemeyeceğim. Sayın Başbakanımızın ciddi anlamda başarısız olduğu, hatta eline yüzüne bulaştırdığı bir konu varsa o da ‘Spor’ dur.

40 yaşımın arifesindeyim ve kendimi bildim bileli sporun içindeyim.  Mevcut ömrümü spora adadım dersem sanırım mübalağa etmiş olmam. Eh bu kadar sporun içinde olunca insan ister istemez bütün federasyonlarla içli dışlı oluyor. Sporun içinde kiminle konuştuysam ki ‘bunların içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın dostları, sevenleri hatta fanatikleri de mevcut’  dert yanıyor, hiçbir şeyin eskisi kadar keyifli olmadığını söylüyor, şikâyette bulunuyor. Basketbol camiası da mutsuz,  boks da, yüzme de... Evet, yaşanan süreçte ciddi anlamda tesis yapılmış ve maddi olanaklar artmış durumda, ama spor ruhunu yitirmiş, spor yapanlar da amaçlarını değiştirmiş gözüküyor.

Sporun kardeşlik, dostluk ve barış olduğunun unutulduğu bir dönem yaşıyoruz. Holiganizm, fanatizm tavan yapmış durumda. Kumarın yasal bir şekli olan bahissin tetiklediği şike ve teşvik ayyuka çıktı. Sporu kişisel çıkarları için kullanmak isteyen karanlık insanların, federasyonlarda, kulüplerde cirit attığı bir ortamdayız. 

Futbol ülkemizin en popüler sporu olması nedeniyle buz dağının görünen kısmını temsil ediyor. Diğer spor dallarında ve federasyonlarda da durum bundan çok farklı değil açıkçası.


Aslında temel sorun işin ehli olmayan insanların, salt “Bizden olsun, ne olursa olsun” yaklaşımı ile karar makamlarına getirilmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım başka alanlarda işe yaramış olabilir ama spor da yaramadığı apaçık ortada.

Bu şahsi bir inat mıdır yoksa iktidarın gerekli gördüğü bir politika mıdır bilmiyorum? Bildiğim tek şey bu yaklaşımın ülke sporuna verdiği zarar.

Tarihe tanıklık edeceğiz

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF)  ile ilgili bugüne kadar yazdıklarımın büyük birçoğunun çıkması aslına bakarsanız beni mutlu etmiyor. Keşke ben yanılmış olsaydım da bu yaşanılanlar gerçekleşmeseydi.

TFF’nin kaderi 27 Şubat’ta yeniden yazılacak.  TFF’nin başına gelecek kişi ağır bir yükü omuzlarına alacak. Adeta her şeyi sil baştan yapacak ve futbolun geleceğini belirleyecek. Vereceği her karar, yanlış atılan bir adım belki de sakatlanmış Türk Futbolunun sonunu getirecek.

Türkiye Futbol Federasyonu diğer bütün spor branşlarından ve hatta resmi kurumlardan farklı olarak kanunla belirlenmiş bir özerkliğe sahip. Ancak maalesef bu özerklik kağıt üzerinde olmasa da fiiliyatta sona ermiş gözüküyor.

Sayın Başbakanımız,  demokrasi konusunda gösterdiği hassasiyeti maalesef TFF ‘de gösteremedi. Her ne kadar ben inanmak istemesem de, bugün herkes TFF konusundaki nihai kararı Başbakanın verdiği konusunda hem fikir. O zaman neden adına özerk Türk Futbolu diyoruz? Sadece UEFA ve FIFA’dan korktuğumuz için mi? Kulüpler ve Türk Futbolunu oluşturan taban birlikleri kendi kararlarını vermekten aciz mi? 

Kim TFF Başkanı olmak istemez ki? Ama şu an herkes korku içinde.  Ya Başbakan karşı çıkarsa ya başka birini işaret ederse! Herkes ona endeksli. herkes ondan işaret bekliyor. Top Başbakanın iki dudağının arasında

Ulusoy aday olmaz

Şunu samimiyetle söylüyorum Türk Futbolu içinde taraflı tarafsız herkes şu an için Haluk Ulusoy ismi etrafında hem fikir. Herkes yaşanılan bu kaostan kurtaracak tek ismin O olduğunu biliyor. Tecrübesi, ilişkileri ve otoritesi ile kısa sürede krizden çıkarabileceğini düşünüyor. Ama dillendiremiyorlar! Tellafuz edemiyorlar! Açıklayamıyorlar! Çünkü korkuyorlar…

Haluk Ulusoy bir işadamı. Türkiye’nin en önemli Holdinglerinden birinin başında.  Ünse ün, paraysa para, itibarsa itibar! Muhteşem bir ailesi, etrafında yüzlerce aile dostu ve seveni var. Telefonu bir dakika susmuyor. Kimin başı sıkışsa, kimin derdi varsa aradığı tek isim Haluk Ulusoy! O da Hızır gibi yardımına yetişiyor arayanların. Kimseyi geri çevirdiğine şahit olmadım henüz. Elinden geleni hatta fazlasını yapıyor çoğunlukla.  Ama işte onun da bir kusuru var; Futbol Sevgisi!

Aslında hiç de ihtiyacı yok TFF Başkanlığına. Ama seviyor işte futbolu! Ne zaman ziyaretine gitsem, etrafında hep futbol adamları var. Konuşulan tek konu futbol.  Futbolla yatıp, futbolla kalkıyor. Aslına bakarsanız yılmış durumda yaşanılanlardan. Kapatın futbol mevzuunu diyor, diyor demesine ama iki dakika sonra yine konuyu ister istemez o açıyor. Çünkü bu sevgi benliğine işlemiş durumda.

İşte futbol aşığı bu Haluk Ulusoy aday olmayacak! Girse yüzde yüz kazanacağını bildiği bu seçime girmeyecek!  Mevcut şartlarda ben de varım demeyecek. Çünkü demokratik bir ortam yok. Şartlar adil değil. Hakkaniyetli olmayan bir yaklaşım söz konusu. Başbakanımızın ona karşı takındığı ‘anlamsız kin’ Demokles’in Kılıcı gibi tepesinde sallanıyor! Siyasi erk tarafsız değil. Görünen o ki tarafsız olmaya da niyeti yok! Şimdi bu şartlarda nasıl aday olsun Haluk Ulusoy? Kelleyi koltuğunun altına alıp, ailesinin geleceğini nasıl riske atsın?

2008 Mart’ında Haluk Ulusoy ve Yönetim Kurulu arkadaşlarını görev süreleri devam ederken alaşağı eden siyasi iradenin başındaki isim olan Başbakanımız çıkıp Beni bu işe karıştırmayın özerk futbol kendi başkanını kendi seçsin. Hatta benim hoşlanmadığım kişiler bile aday olabilir. Seçilen her kim olursa olsun arkalarındaki en büyük güvence benim tarzında bir açıklama yapmadığı müddetçe her hangi biri seçime girebilir mi? Ya da girmeli mi? Kim karşısına alabilir ki bir ülkenin Başbakanını? Top Başbakanın iki dudağının arasında!

Bu saydıkların sadece Haluk Ulusoy için değil diğer adaylar içinde geçerli. Başbakana doğrudan bağlı olan Mehmet Atalay nasıl ondan izin almadan adaylığını açıklayabilir ki? Ya da bu devlette iş yapan ve sürekli devletle karşı karşıya gelen hangi iş adamı icazet almadan adaylığını ilan edebilir?

Akıllara ziyan bir sandık sistemi

Diyelim ki biri çıktı her şeyi göze aldı ve adaylığını ilan etti. Ya seçenler? Seçenler nasıl ona oy verecekler, karşısına Başbakanın başka bir aday çıkarması durumunda?

TFF Genel Kurul seçimlerinin nasıl yapıldığını kaçınız biliyor? 300 küsür delege tek bir sandıkta oy kullanmıyor. Süper Lig kulüpleri ayrı, Bank Asya Kulüpleri Ayrı, 2. Lig kulüpleri de guruplarına göre ayrılmış sandıklarda oy kullanıyorlar. Elbette taban birlikleri de ayrılmış bir sandıkta. Hal böyle olunca hangi sandıkta kim nasıl oy kullanmış hemen ortaya çıkıveriyor. Sözüm ona gizli oy açık tasnif! 2008 de yapılan oylamada yaşananlar daha dün gibi aklımızda. Oy kullanmaya giden delegeye zarf ile birlikte iki adet oy pusulası verildi ve zarfa konulmayan oy pusulası kabak gibi ortada kaldı. Hatta bir çok delege doğru oy kullandığını ispatlamak için, meşhur futbol adamı şike sanığı Göksel Gümüşdağ’a teslim etti, kullanmadığı pusulasını! Yani aslında şike ile gelmişlerdi, şike ile gittiler!

Bu arada mert, cesur ve kararlı bir yaklaşımla, adaylığını daha ilk günden ilan etme cesaretini gösteren İbrahim Hacıosmanoğlu’nu da kutluyorum. Lakin adam gibi adam olan ve tutarlı projelerle yola çıkan Hacıosmanoğlu’nun da işi bu delege yapısı ile zor gözüküyor. Siyasi erk tarafsızlığını ilan etmezse seçilmesi mucizelere kalmış durumda. Umarım yanılırım.

Haziran ayında sorduğum bir soru vardı, tekrar sormak istiyorum; “Sahi Türk Futbolu gerçekten özerk mi?”

28 Ocak 2012 Cumartesi

Fenerbahçe kendi kalesine gol attı


Türk Futbolu tarihine tanıklık etmeye devam ediyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız, gelecek nesil bu günleri kitaplarda okuyacak. Bu süreci yakından yaşayanlardan olduğumuz için kendimizi şanslı mı hissetmeliyiz, yoksa kahretmeli miyiz bilemedim?

1992 yılında Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerkliğe kavuştuğu tarihten bu yana yapılan genel kurullardan sadece üçüne katılamadım. Yanılmıyorsam o günden bu yana tam 17 genel kurul gerçekleşti. Bu genel kurullarda silah da çekildi, çiçek de verildi. Ama hiç biri bu kadar ilginç değildi. Böylesini yaşamamıştım. Öncesiyle, sonrasıyla bu diğerlerinden çok farklıydı.

TFF genel kurullarının en büyük özelliği, toplantının yapıldığı salonda yaşanılanlardan daha ziyade, lobide yaşanılanların süreci etkilemesidir. Bu yüzden genel kuruldan önceki gece herkes için hayati önem taşır. Delegeler lobide harıl harıl kulis yapar, nabız yoklarlar. Ertesi gün de lobinin fikri salondaki genel kurula yansır. Bu hep böyle olmuştu. Ancak bu defa kesinlikle öyle olmadı.

Genel Kurul’dan bir önceki gece üç maç olması elbette etkenlerden biriydi. Nitekim maçı olan takımların delegeleri otele çok geç saate gelirken, maçı olmayan takımların delegeleri lobide oturmak yerine odalarına çıkıp maç izlediler.

Kapıda delegeleri Başkanvekili Göksel Gümüşdağ karşıladı. Hani şu Başkanvekilliğini yaptığı TFF tarafından disiplin kuruluna sevk edilen ve futbol camiasında küfür etmediği isim kalmayan, torpilli yönetici. Şahsen ben kendi adıma böyle bir isimin hala o koltuğu işgal ediyor olmasından utanıyorum. Nitekim delegelerden de benim gibi düşünen hiçte azımsanacak sayıda değildi.

Gece sakin geçerken, sabah herkes birbirine, “Ne olacak şimdi?”,Kabul edersek ne olur, kabul etmezsek ne olur?” şeklinde sanki uzaydan gelmişçesine sorular soruyordu. Büyük bir belirsizlik vardı. Delegeler ortada şaşkın ördek yavrusu gibi dolaşıyordu. Süper Lig kulüpleri olaya daha vakıftı. Zira sürekli toplandıklarından ve süreci yönettiklerinden daha bilinçliydiler. 
Divan Başkanı oylamayı etkiledi

Salona girildiğinde yapılacak oylamadan az bir farkla evet çıkması muhtemel gözüküyordu. Çünkü o güne kadar yapılan tüm genel kurullarda TFF tarafından verilen hiçbir önerge ret olmamıştı. Ancak, buna rağmen bu az fark ‘Evet’çileri endişelendiriyordu ve işlerini garantiye almak istiyordular. Kulis için zaman bulunamamıştı. Yanlış bir şey yapmaktan korkuyorlardı. Nitekim bir önerge verdiler ve 1 saatlik ara talep ettiler. Divan Başkanı Yalçın Karadeniz de ‘Evet’çiler gibi düşünüyordu. Bunu da başkanlığını yaptığı divandan açık açık söyledi ve delegelerden 1 saatlik ara için evet oyu istedi. Ancak ‘Evet’ diyenler, ‘Hayır‘ diyenlerin nerdeyse yarısı kadardı. Fakat Divan Başkanı oylamayı hiçe sayıp arayı verdi.

İşte ne olduysa bu arada oldu aslında.

Divan Başkanı’nın bu tavrı özellikle 3. Lig kulüpleri tarafından çok büyük tepki topladı. Verilen arada da Süper Lig Kulüpleri kendi aralarında ciddi bir şekilde birbirine girince, hatta yumruklaşmaya varan kavgalar yaşanınca, ara sonrasında delegeler arasında bir denge oluştu.

Daha önceki bütün genel kurullarda konuşmacılar dinlenmez, konuşmalar esnasında salon boşalır ve oylamaya kadar delegeler dışarıda kulis çalışması yapardı. Oysa bu kez çok fazla konuşmacı olmasına rağmen, hemen hemen bütün delegeler pür dikkat konuşmacıları dinledi. Özellikle Şenol Güneş ve Altay Başkanı Ömer Hızlıok’un konuşmaları delegelerin fikirlerinin değişmesinde büyük rol oynadı.

Genel Kurul öncesinde Fenerbahçe büyük bir blöf yaparak 58. Madde değişmesin diye görüş bildirmişti. Nitekim Fenerbahçe adına kürsüye çıkan her konuşmacı bu yönde konuştu. Konuştu konuşmasına ama aslında bu maddenin değişmemesi halinde en büyük zararı kendileri göreceklerini biliyorlardı. Ama maddenin değişeceğinden o kadar emindiler ki! Mağduru oynamak ve bundan prim yaparak hem değişmiş maddede daha az cezayla yırtmak hem de aslında istediklerinin olması en büyük arzularıydı.

Ama beklenen olmadı. Lütfi Arıboğan’ın delegelere teklif ettiği rüşvet gibi yardım teklifine rağmen, şike karşıtı delegeler kazandı ve madde olduğu gibi kaldı.

Fenerbahçe bu sonuçla adeta kendi kalesine gol attı. Çünkü 30.000 sayfa belge ve 400 küsür sayfa iddianame, üstüne üstlük Etik Kurul raporu karşısında ceza almamaları imkânsız gözüküyordu. Kendi kalelerine attıkları bu golle, aslında kendileri ile birlikte diğer rakiplerini de aşağıya çektiler. “Biz düşeceksek siz de bizimle geleceksiniz” dediler. Zira Galatasaray ve Fenerbahçe taban tabana zıt oldukları bir konuda nasıl olur da fikir birliği yapar, aynı yönde oy kullanır? Bunun başka bir izahı var mı?

Şenes Erzik konu mankeni

UEFA’da Platini’den sonra en etkin isim olarak bilinen, TFF’nin de Onursal Başkanı durumundaki Şenes Erzik’in tavrı ise tam bir hayal kırıklığıydı. Türk Futbolu can çekişirken yardım elini uzatmak yerine izlemeyi tercih etti. Yol göstermek, akıl vermek şöyle dursun, çıkıp görüşünü bile söylemeye yüreği yetmedi. Elini taşın altına koymaktan, kaçındı. Yine kendini düşündü. Adı yıpranmasın diye sessizce olanı biteni izledi.

Oysa aynı Şenes Erzik 2006’da UEFA adına gelen gözlemciyi yaptığı konuşma sonrası 4 büyük kulüp başkanı ile görüştürmüş ve adeta baskı yaparak konuşmasını değiştirtmişti. Nitekim sonrasında bu baskı ve UEFA’nın gözünü yumması neticesinde Hasan Doğan başkan seçilmişti. O zaman çıkıp konuşan, her türlü riski alan Şenes Erzik bu defa süt dökmüş kediydi!

Kasımpaşa neden sustu?

Bir başka hayal kırıklığı da Suha Sidal’dı. Bir hafta önce katıldığı bir televizyon programında, Türk futbolu Göksel Gümüşdağ'dan kurtulmalı", “Genel Kurul’a gelirse orada onu rezil edeceğim” diye veryansın eden Sidal da sesi soluğu çıkmayanlardandı.

Genel Kurul sona erdiğinde kaos biteceğine daha da arttı. Hiç kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Mehmet Ali Aydınlar’ın istifa edeceği sinyalleri vermesi üzerine işler hepten karıştı. 58. madde bu durumda ne zaman işleyecek?  UEFA ne kadar süre verdi? Takımlar hemen mi düşürülecek? Mehmet Ali Aydınlar istifa ederse yerine kim gelecek? Herkes birbirine bu soruları sordu durdu.

Bence Mehmet Ali Aydınlar muhteşem bir kapanış konuşması yaptı. Aldığım duyumlara göre Yönetim Kurulu arkadaşlarına “İstifa etmeliyiz” dedi. Ancak özellikle Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ bu fikre karşı çıkarak devam etmeleri gerektiği konusunda Başkanı ikna etti. Kafası karışan Mehmet Ali Aydınlar’da bir hafta düşünmek için süre istedi. Bence bu süreyi bile beklemeden Genel kurul kararı alacak ve istifa edecek.

Çünkü gündemin bu kadar yoğun ve karışık olduğu bir dönemde tatile çıkmanın izahı olmadığı gibi aslında kabul edilir tarafı da yok.

Aslında bakılırsa bu Yönetim Kurulu 14 Şubat 2006’da seçilen Hasan Doğan Yönetimi’nin uzantısı. Her ne kadar 2 başkan değişmiş olsa da iskelet aynıdır. Zaten o tarihten bu yana da delegeler kendi hür iradelerini genel kurullara yansıtamıyorlardı. Ta ki bu genel kurula kadar. Çünkü bu Genel Kurul’da bir işaret gelmedi. Görüldü ki delegeler hür iradeleri ile karar aldıklarında mevcut yönetim delegeler üzerinde etkili olamıyor.

Olası bir seçimde, bir işaret gelmezse bu iskelet kesinlikle bozulacak. Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ’ın ellerini Türk Futbolundan çekmesiyle de her şey yoluna girecek ve nefes almaya başlayacaktır.

Bahis soruşturması kapıda

Bu arada çok yakında şike soruşturmasının devamı niteliğinde bir bahis soruşturması olacağı konusunda duyumlar aldım. Eğer bu duyumlar doğruysa yine bir sabah sürpriz gözaltılarla yataklarımızdan kalkabiliriz. 

22 Ocak 2012 Pazar

Tamamen duygusal!

Fenerbahçeli olmak zor zanaat. Fenerbahçeli dostlarımızın şu son on yılda başına gelenler, sanırım pişmiş tavuğun başına gelmedi. Üzüntülerinden kurtulmak, mutluluk tatmak, büyük sevinçler yaşamak için gönülden bağlandıkları Sarı Lacivertli renkler, üzüntülerine üzüntü, dertlerine dert kattı.  Şu dönemde kesinlikle Fenerbahçeli olmak istemezdim. Temmuz ayında görmeye başladıkları kâbustan bir türlü kurtulamadı Fenerbahçeliler. 8 takımın adının geçtiği şike soruşturmasında tek konuşulan ve adı sürekli ön planda olan takım maalesef Fenerbahçe. Ne yazık ki büyük olmanın ceremesini fazlasıyla çekiyor bu güzide kulübümüz. Ancak Beethoven'ın da dediği gibi "Bütün mesele, iyi ve büyük görünmek değil!... Gerçekten iyi ve büyük olmaktır." 


Allah bana üç büyük takımımızın da kulüp muhabirliğini yapmayı nasip etti. Bu nedenle üç camiayı da yakından tanıyorum. Yıllarımı verdiğim Galatasaray'ı elbetteki diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Ama bildiğim tek şey var herkes aynı geminin içinde.
Hiç şüphesiz Fenerbahçesiz bir Galatasaray, Galatasaraysız bir Beşiktaş, Beşiktaşsız bir Fenerbahçe düşünülemez. Bu kulüplerimiz Türk futbolunun temel taşlarıdır. Bunlardan biri olmayınca futbolun ne tadı olur ne de tuzu. Biri yoksa diğerlerinin de önemi yok.

Ne hâkimim ne de savcı? Ancak ortada dolaşan bilgi belgeler bakıp da Fenerbahçe şike yapmamıştır demek için ya çok saf olmak gerekiyor ya da durumu kabullenmemek. Aslında herkes durumun farkında ama dilli varmıyor kimsenin bunu açık seçik ifade etmeye. İfade edenler tu kaka oluyor, dışlanıyor. Oysa ki Atatürk'ün  “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” sözünü örnek almayı başarabilsek, çürük elmaları ayıklayabilsek, her şey çok daha güzel olacak.

Türk Futbol tarihinde şike yapan ilk takım elbette ki Fenerbahçe değil. Bugüne kadar şike yoktu, ilk kez geçtiğimiz sezon şike yapıldı diyen taş olur. Bunun böyle olmadığını bu camianın içindeki herkes biliyor. En bariz örnek olarak gösterilen Galatasaray’ın Beşiktaş’la yarıştığı sezonda Ankaragücü maçında yaşanılanları ise herhalde sağır sultan bile duymuştur. O maçın görüntülerini internetten ve yandaki linkten tekrar izleyebilmeniz mümkün. Görüntüler bile belge olmaksızın şike şike diye bağırıyor. Şike hep vardı ve şampiyonlukları hep etkiledi. Hatta daha doğrusu şikesiz şampiyonluk kazanılan şampiyonluklar bir elin parmakları kadar yoktur.

Ama bu duruma bir dur demek gerekiyordu. Nitekim cesur bir savcı çıktı ve o günler geride kalacak dedi. Öyle de olmalıydı. Hiç umulmadık bir şekilde sonuna kadar gitti. Polis de üzerine düşeni yaptı ve çok zor bir konuyu belgelendirmeyi başardı. Şimdi top mahkemede. Mahkeme pozisyona uzak mı kalır golü mü verir, yoksa ofsayt mı der bunu 14 Şubat günü göreceğiz.


Ama bu durumdan rahatsız olanlar da azımsanmayacak kadar çok. Taraftarlığımız, fanatikliğimiz, renktaşlığımız ve en önemlisi ekonomik kaygılarımız; mantığımızın, hakka hukuka olan inancımızın çok daha önüne geçti.

Öyle ya Fenerbahçe’nin olmadığı bir ligin yayın görüntülerini kime pazarlayacak Lig TV? Lig TV’nin para vermediği bir TFF, diğer kulüplere nereden bulupta para verecek? TFF’nin para veremediği kulüpler, gırtlağına kadar girdikleri borç batağından nasıl kurtulacaklar? Bu bir sarmal. En kolay çözümü de Fenerbaçe’yi her ne olursa olsun Lig’de tutmak.


Peki gerçekten çözüm bu mu? Başka çözüm yok mu? Elbette başka çözümler vardı da, arayan yoktu? Beceriksiz ve basiretsiz TFF Yönetimi bu vasıflarına bir de taraflılığı ekleyince bugünlere geldik.


Herkes elini vicdanına koymalı ve bu kadar belge karşısında rakip takımın taraftarı olsa ne düşünürdü onu dille getirmeli. Bunları görebilmek dillendirebilmek için, Fenerbahçeli dostlarımızın dillerine doladıkları masumiyet karinesi kadar tarafsızlık ilkesini de unutmaması gerekiyor. 

Asıl sorun şimdi başlıyor kimse farkında değil! Yaptırımların bir kereye mahsus uygulanmaması gibi abuk bir kararın uygulanması durumunda Türk Futbolu büyük bir çıkmaza girecek.  UEFA’nın TFF’ye dolaylı ve direkt uygulayacağı büyük yaptırımları saymıyorum bile. Öncelikle artık Fenerbahçe’nin adı lekelenmiş durumda. Yetişen yeni nesil, girdiği her ortamda rakip taraftarlarca üzerine yapıştırılacak şikeci yaftasını işitmek istemeyeceğinden, sarı lacivertli kulüp sürekli taraftar kaybedecek. Bu da gelecek on yılda Türk Futbolundaki dengeleri değişmesine neden olacak. Gelecekte herhangi bir nedenle büyük bir ceza alması gündeme gelen her takım, geçmişte yapılmış olan bu uygulamayı örnek göstererek bir kereye mahsus af isteyecek. Bu çözümsüzlük ve karamsar tablo böyle uzar gider…

Benim asıl anlayamadığım Fenerbahçe taraftarının, takımını bu batağa sürükleyen yöneticileri hala savunuyor olması. Bariz bir şekilde görülüyor ki birileri sürecin bu şekilde yürümesini istiyor. Çünkü Fenerbahçe ismiyle, yöneticiler birbirinden ayrılırsa, Fenerbahçe ismi temizlenir ama yöneticiler kendi başlarına kalır.

İddianameyi ve ekindeki 70 klasörden oluşan yaklaşık 30.000 sayfayı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ancak bu klasörlerce dosyalarda şaşırtıcı olan şeylerde yok değil! Nerdeyse yarısından fazlası Fenerbahçe ile ilgili olan bu dosyalarda, nedense Fenerbahçe'nin Aziz Yıldırım’dan sonraki en önemli isimlerinin nerdeyse hiç ismi geçmiyor. Bu yöenticiler alelâde yönetici değillerdi oysa. Etkinlikleri ve güçleri ile isimlerinden söz ettiriyorlardı. Şike ile ilgisi olmayan olağan yönetim kararlarının bile detaylarının yer aldığı bu dosyalara göre, bu yöneticiler bırakın etkin olmayı sıradan bile değillermiş. Bu benim fazlasıyla dikkatimi çekti.

Fenerbahçeli dostlarımın dikkatini Maksim Gorki’nin şu sözüyle çekmek istiyorum :  “Bir sürü dostunun içinde elbet düşmanların olacak ama unutma ki, onca düşmanın içinde belki seni dostun vuracak.”

14 Ocak 2012 Cumartesi

UEFA’nın sonu geliyor mu?

Çamur içinde balçık bir saha ve daha çok Amerikan Futbolu’ndaki uzun direkleri andıran, tahtadan derme çatma kaleler arasında onlarca genç. Yusyuvarlak sıkıştırılmış bir nesneye vurup, oradan oraya koşuşturup duruyorlar.

19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de farklı bir oyun oynamak amacıyla yola çıkan bu gençler, icat ettikleri oyunun gelecekte, bacasız bir sanayiye dönüşeceğinin farkında olsalar, ne yaparlardı acaba?

Adına, ayak topu, yani İngilizce olarak Futbol denilen bu oyun, aradan geçen zaman içinde kabuk değiştirip, bugün bütçesi milyar dolarlarla ifade edilen dev bir sektör haline geldi. 

Öyle ki futbol kimi zaman yönetim şekli bile oldu. Bugün bile kanlı çatışmaların yaşandığı İspanya’da, ülkesini uzun yıllar gül gibi yöneten İspanya Kralı Dede Carlos ölüm yatağında kendisine başarısının sırrını soran medya mensuplarına, sırının (3F)’de gizli olduğunu açıklar. İlk “F” Fiesta, yani dini ayinlerdir. İkinci “F” Futbol, üçüncüsü ise yine futbolun getirdiği festivallerdir.

Avrupa Futbolunun şu anki patronu pozisyonundaki UEFA’nın bu seneki bütçesinin 2,5 milyar İsviçre Frank’ının üzerinde olduğunu ve bu kuruluşun 16 büyük organizasyonu tertip ettiğini söylersek sanırım, ne denli büyük bir sektörden bahsetmiş olduğumuzu anlatabiliriz.

Futbol, içindekine bu kadar güç katınca ve de bu sektörde dönen para bu kadar büyük olunca, doğal olarak mafya da bu pastadan pay almak istiyor. Bu nedenle karanlık dünyada ne kadar lider varsa, futbol kulüplerine yönetici olmaya çalışıyor. Çoğu da bunda başarılı oluyor. Yönetime giremeyenler de yakınlarını, adamlarını etkin görevlere getirmeye çalışıyorlar.  Mafyanın yeşil sahalardaki etkinliği yalnızca idari kadroların oluşturulması ile kalmıyor. Herkesin tahmin edebileceği gibi mafya sahaya iniyor ve teknik direktörlerin, futbolcuların transferlerinde de rol oynuyor. Buraya kadarı bilenen gerçekler.

Ancak sıkı durun! Futbolun en büyük mafyası yine kendi içinde. Hem de Avrupa’da…

Nasıl mı? Globalleşme ve eğlence sanayinin zafer çağında, dünyanın en küresel işi futbol. “Başka hangi malı iki buçuk, üç milyar tüketici alır? Tekel olduğu için hakkında bir dünya dava açılan, hatta bu unvanı mahkeme kararıyla tescil edilen Microsoft bile bu rakama erişemez.” Gerçekten de futbol dünyanın en popüler ve en birleştirici sporu.

UEFA’nın kâbusu konumundaki G-14’leri zamanında işte bu cazibe bir araya getirmişti. 18 kulüpten oluşan ve kendini 15 Şubat 2008’de fesheden bu oluşum, var olduğu dönem içinde UEFA’nın tek korktuğu kurumdu.

Avrupa futboluna gizliden de olsa damgasını vurdu. UEFA’nın aldığı her kararın arkasında, G-14’lerin parmağı vardı. Nitekim UEFA’nın, UEFA Kupası’nı, tıpkı Şampiyonlar Ligi gibi bir lig statüsüne çevirmesi kararının arkasında da, G-14 rolü büyüktü.

 Öncelikle amaçları, Avrupa futbolunun idaresinde söz sahibi olmaktı.  Bunu başardılar da! 1998'de “Mediapartners” adlı kuruluş, aralarında ülkemizden Galatasaray’ında bulunduğu, Avrupa’nın belli başlı kulüplerine alternatif Avrupa Ligi önerisinde bulunması ve 2000 yılının Ağustos ayında Avrupa'nın gözde kulüplerinin temsilcilerinin, Monako’daki bir otelde, bu teklifi konuşmak için bir araya gelmesiyle başlayan bir isyan hareketinden doğmuştu.

UEFA'nın tüm ipleri elinde tutmasından rahatsız olan bu kulüpler,  bu tekeli kırmanın yolunu aramak için arayış içine giriyorlardı. Nitekim en az beş Avrupa Kupası kazanmış sekiz kulüp, başını Real Madrid’in çektiği ve Barselona, Liverpool, Bayern Münih, Juventus, Milan, Inter ile Ajax ortak hedeflerde birleşiyorlardı. Aralarına tarihi başarılarına ve mali yapılarına bakarak Manchester United, Dortmund, PSV Eindhoven, Marsilya, Paris St-Germain ve Porto'yu da davet ediyorlardı. Böylece G-14 yapısını oluşturuyorlar ve dernekleşiyorlardı. Bir anlamda UEFA’nın karşısına mafyavari bir şekilde dikiliyorlardı.

“Mediapartners” ortaya attığı ve UEFA’nın Şampiyonlar Ligi'ne alternatif olarak ortaya çıkan bu organizasyonun vaat ettiği 1.2 milyar dolar öyle büyük bir meblağdı ki, nerdeyse tüm kulüplerin kimlik değiştirmesine neden oluyordu. Real Madrid ve Milan'ın başını çektiği kulüpler UEFA’ya isyan bayrağını açtılar. UEFA'nın kendilerine Şampiyonlar Ligi gelirlerinden çok az pay verdiğini ve bu şartlar altında UEFA çatısı altında bulunmayacaklarını söylüyorlardı. UEFA, Avrupa futbolundaki bölünmeyi engellemek için Şampiyonlar Ligi'nde köklü bir değişime gitti. Toplam geliri 165 milyon dolardan 500 milyon dolara çıkardı ve kulüplerin aldığı payı hatırı sayılır bir şekilde artırdı. Bu sayede bu mafyavari derneğin dediği olmuş oldu. Böylelikle G-14’lerin ilk stratejik başarısı gelmiş oldu. Güçlerine de güç katmış oldular.

Milli takımda görev alan her oyuncu için kulüplere ödeme yapılması fikrini ilk olarak ortaya atanlar da yine G-14’lerdi. Hatta somut bir teklif ortaya koyup, futbolcunun takımdan ayrı kaldığı her gün için 5000 Euro kulüplere tazminat ödenmesini istediler.

Fakat 18 kulüplü yapı bir yerde miadını doldurmuştu ve daha büyümesi gerekiyordu. Daha güçlü olabilmek ve kendileri hakkında verilen kararlar hakkında söz sahibi olabilmek için, 201 takımın katılımıyla, 53 ulusal federasyonun her birinden en az bir takım olması koşuluyla Avrupa Kulüpler Birliği (ECA)’yı kurdular. Orijinal adıyla European Club Association Avrupa'daki futbol kulüplerini temsil eden birliktir

Bu değişim beraberinde neler getirecek hep birlikte göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki ilk olarak G-14’lerin ortaya attığı, ECA’nın üzerinde durduğu ve istim üzerinde beklediği, alternatif Avrupa Ligi rüyası çok yakın bir gelecekte gerçek olacak.

Michael Platini, tıpkı bizde TFF’nin 2008 sonrası yönetimlerinin verdiği ve vermediği kararlarla tartışma konusu olması gibi, kendini kulüplere sevdiremedi. Zira, Platini’nin sürdürdüğü UEFA’sı ile, Rummenigge’nin başkanı olduğu Avrupa Kulüpler Birliği (ECA) yaptıkları açıklamalarla sık sık karşı karşıya geliyorlar.

Nitekim ECA’nın 2. Başkanı aynı zamanda Barcelona Başkanı Sandro Rosell, UEFA'ya rest çekti: "Ya Şampiyonlar Ligi'ni genişletin ya da 2014'ten itibaren yokuz.” Rosell, Avrupa çapında, özellikle önde gelen futbol ülkelerinde liglere katılan takım sayılarının düşürülmesi gerektiğini söylüyor.

Rosell,"İspanya Ligi mesela, önce 18, sonra da 16 takıma inmeli. Takım sayısının azalmasıyla hafta sonlarını Şampiyonlar Ligi maçları için de ayırmak mümkün olacak. Barcelona-Manchester United veya Real Madrid-Bayern Münih maçının bir cumartesi veya pazar günü oynandığını düşünsenize... Şu anda bu ancak finalde mümkün. Bunun sezon içinde gerçekleşebilmesi için sadece İspanya değil, İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde de takım sayılarının düşürülmesi gerekir. Bütün büyük ulusal şampiyonaların 16 takıma düşürülmesiyle takvimlerde bir boşluk ortaya çıkacak. Ortalama 8 maçlık bir azalmadan söz ediyoruz. Bu tarihler Şampiyonlar Ligi için, ya da kulüplerin uluslararası özel maçları için kullanılabilir. Ulusal federasyonların bizim oyuncularımızla oynadığı milli maçlar için ayrılan takvim zaten fazlasıyla büyük. Yeni ortaya çıkacak tarihlerin, milli maçlar için kullanılmasını kabul etmeyiz" diyerek adeta UEFA ve FIFA’ya gözdağı veriyor.

Peki temelde ECA ne istiyor? Öncelikle Şampiyonlar Ligi’nin 32'den 48 takıma çıkarak genişlemesini istiyor. Bunun içinde liglerde takım sayısının maksimum 16 olmasını ve takvimlerde yer açılmasını arzuluyor. Şampiyonlar Ligi’nin fikstürünün belirlenmesinde söz hakkı isteyen ECA bu ligde de maçların hafta sonunda oynanmasından yana. Oyuncuların milli maçlarda sigortalanması ve UEFA yönetimde daha fazla şeffaflık ise ECA’nın üzerinde durduğu bir başka konu

İşte çatışma tam bu noktada başlıyor. Çünkü UEFA'nın ulusal federasyonlara liglerindeki takım sayıları için müdahale etme yetkisi yok. Keza, liglerdeki yayın hakları anlaşmaları mevcut takım sayıları ve maç adetlerine göre yapılmış durumda. Takım sayısının indirilmesi, bu gelirlerin düşmesi demek. Zira, kulüplerin sponsorlarının çoğu lokal. Dolayısıyla yerel ligler için bu gelirleri elde ediyorlar. Liglerin küçülmesi bu gelirleri tehlikeye düşürecek. Özellikle Şampiyonlar Ligi’ne giremeyen takımların gelirlerinin hızla erimesi anlamına gelecek olan bu model kısa süre içinde NBA gibi sürekli aynı takımlar arasında oynanan bir organizasyon meydana getirecek.

Kuruluş aşamasında UEFA ile bir nevi centilmenlik anlaşması imzalayan ECA her fırsatta bu anlaşmanın 2014’te biteceğini de dile getirmeyi ihmal etmiyor. “UEFA şemsiyesini tercih ederiz” demesine rağmen ECA 2. Başkanı aba altından sopa göstermeden etmiyor. Savunduğu düzenlemenin UEFA'nın şemsiyesi altında olmasını tercih edeceğinin altını çizen Rosell, " ECA ile UEFA anlaşabilir. İsteklerimiz karşılanmalı. Bunda ortak nokta bulunmazsa ECA ile UEFA'nın arasındaki anlaşmanın 2014'te sona ereceği unutulmamalı. Anlaşılması iki taraf için de iyi. Anlaşamazlarsa ECA kendi kendine bir organizasyon düzenleyebilir" dedi.

Kim bilir başı şike suçlaması ile belada olan ve UEFA ile mahkemelik durumda bulunan Fenerbahçe için, belki de bu ‘alternatif lig’ umut olur. ECA’nın doğal üyesi konumundaki Fenerbahçe CAS’taki mahkemede sonuç alamazsa büyük cezalarla karşı karşıya kalacağından, tek şansı da bu gözüküyor. 

9 Ocak 2012 Pazartesi

Annemizin ligine hazır mıyız?


Ülkemizde büyük bir cepheleşme yaşanıyor.  A Partili, B Partili; Alevi, Suni; Türk Kürt. Aklınıza gelebilecek hemen her konuda kutuplaşma ciddi boyutlarda. İnsanlar patlamaya hazır saatli bir bomba gibi. Birbirlerini bir kaşık suda boğmaya hazırlar.

En büyük ve belki de en sıkıntılı ayrım ise futbolda yaşanıyor. Öyle ki özünde insanları dostluğa, barışa, kardeşliğe yöneltmesi gereken bir spor dalı, şu günlerde nerdeyse cinayetlere neden olacak.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, henüz muktedir olduğu ve Türk Futboluna yön verdiği günlerde, “ Fenerbahçe ve diğerleri” diye bir kavramı sokmuştu hayatımıza. O günlerde küçük bir azınlık tarafından benimsenen ve savunulan bu anlamsız düşünce, bugün Fenerbahçelilerin tek dayanağı olmuş durumda.


Bu aşırı kutuplaşmadan dolayı futbolu sadece keyif olsun diye izleyenler, başta ev hanımları ve çocuklar olmak üzere futboldan uzaklaşmaya başladılar. Geçtiğimiz yıllarda kombine sahibi olanlar artık kombinelerini yenilemiyorlar. Lig TV aboneliklerini iptal ettiriyorlar.  Artık sadece takımımın Avrupa’daki maçlarını takip edeceğim diyen bir çoğunluk oluşmuş durumda.

Oysa ki bas bas bağırıyoruz, çırpınıyoruz, haykırıyoruz.. Türk Futbolu elden gidiyor. Günden güne eriyor.  Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıyor. Tedbir alın diyoruz. Sesimizi duyuramıyoruz.

Eğer Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) bu kafayla devam ederse, güçlünün yanında olup, mazlumu yok sayarsa sonunu hazırlayacak ve yapayalnız kalacak.

TFF, UEFA ve FIFA’nın talimatlarında yer alan tüm maddelere uymakla yükümlü. Nitekim Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 3. maddesinde de TFF’nin UEFA ile FIFA tarafından konan kurallara uymak zorunda olduğu dile getiriliyor. Yine TFF Hakkındaki Kanun’un 15. maddesinde, şike ve teşvikle ilgili uygulanacak cezaların UEFA ile FIFA kurallarına uygun olarak verileceği belirtiliyor.

 FIFA ile UEFA,ya göre futbol,  ‘Yeşil alanlarda gerçekleştirilen bir şölen’ Gerek bu sporu yapanların, gerekse de izleyicilerin keyif alması asıl amaç. Özellikle bahis sektörünün çok genişlemesi sonrasında artan şike konusunda ‘sıfır tolerans’ ilkesini uygulayan FIFA ve UEFA’nın bu konudaki duruşları çok net.

Bu kapsamda; FIFA Disiplin Talimatı’nın 69. maddesi ile UEFA Disiplin Talimatı’nın 3.; 5. ve 8. maddeleri şike konusunda  hiçbir federasyon, kulüp, yönetici ve futbolcuya taviz verilmeyeceği; küme düşürme cezasının net bir şekilde uygulanacağını belirtiyor.

UEFA’nın “Biz ülke federasyonlarının iç yapılanmalarına ve işleyişlerine karışmayız”  beyanatını sürekli olarak ön plana çıkaran medyamız, “Süreci yakından takip ediyoruz. Gerekli yaptırımları uygulamaktan kaçınmayız” sözlerini görmeme gayreti ile hasır altı etse de enin de sonunda acı gerçekle karşı karşıya kalacak.

UEFA’nın Disiplin Talimatı’nın 3. Maddesi çok açık; “UEFA’ya bağlı federasyonlar, kulüpler, yöneticiler, hakemler, oyuncular ve maçla ilgili çalışan tüm kişiler, UEFA’nın disiplin gücüne tabiidir

Dünya ve Avrupa futbolunun iki patronunun bu konuda koyduğu kesin kurallar çerçevesinde FIFA ile UEFA’ya üye olan TFF’nin kendi disiplin talimatının 58. maddesinde herhangi bir değişiklik yapması halinde ağır cezalarla karşılaşacağı kaçınılmaz.

Evet, iç işlerimize karışmayacaklar. “Annenizin liginde paşa paşa oynayın, ama Edirne’den öteye temizlenmeden bir zahmet gelmeyin” deyiverecekler.

Biz buna hazır mıyız? Önce buna karar vermeliyiz. Dostoyevski’nin de dediği gibi:

Giden dönmeyecekse; kalanların değerini bileceksin.
Ölenle ölünmüyorsa eğer; kalanlarla yaşamaya devam edecesin.