26 Eylül 2010 Pazar
Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler!
Sevgili Arif arayıp Cumhuriyet Spor Eki’ni yeniden hayata geçiriyoruz dediğinde yaşadığım mutluluğu tarif edemem.
Sanal dünyada da olsa tekrar o çatının altında yazacak olmanın heyecanını yaşadım. O günkü anılarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Daha çocuk denecek yaşta girdiğim meslekte, ikinci yuvamdı Cumhuriyet. 90’lı yılların hemen başında efsane kadrosu ile sadece benim için değil, bir çok genç meslektaşım için tam bir okuldu Cumhuriyet Spor Servisi. Rahmetli Abdül Ağabey başta olmak üzere, Arif Kızılyalın’ın, Asena Özkan’ın, Yunus Türkay’ın, Mustafa Ersoy’un, rahmetli Ercan Turcan’ın, rahmetli Necmi Gülümser’in, Levet Yücelman’ın, Levet Dikmener’in, Hakan Akarsu’nun ve Metin Tükenmez’in üzerimdeki etkilerini ve emeklerini unutmak mümkün değil. Onlara müteşekkirim. Öte yandan atılmak üzere olan ve yok olmaktan kurtararak düzenlediğim Spor Servisi’nin o paha biçilmez arşivinin hala kullanıldığını bilmek benim için büyük bir onur.
İlk yazıma gelecek olursak; Futbolun bacasız sanayi haline geldiği günümüzde, hiç şüphe yok ki sokaktaki adamdan, meclisteki milletvekiline, esnafından iş adamına herkes kendince bir “Futbolsever”. Hatta eskiden sadece erkeklerin gözdesi olan bu büyülü spor, bugün artık bayanların da vazgeçilmezi halinde.
Düz mantıkla bakıldığında futbol keyif almak için oynanan, oynayana ve izleyene güzel vakit geçirten, basit ama bir o kadar da keyifli olan bir oyun. Ancak kimse bunun bir oyun olduğunun ve bundan keyif alınması gerektiğinin farkında değil.
Ülke futbolu yangın yerine dönmüş durumda. Tablo hiç iç açıcı değil! Hemen her hafta sahalarımızda olay var. Tribündeki seyirci sayısında her geçen gün gözle görülür bir düşüş yaşanıyor. Kulüpler borç batağı içinde. Anlı şanlı geçmişi olan birçok takım ya kapandı ya da yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bahis çeteleri, mafya futbolun önüne geçmiş, şaibeler ayuka çıkmış durumda. Anneler, babalar çocuklarını artık futbol yerine salon sporlarına teşvik ediyorlar. Zaten liglerimizde uygulanan yabancı politikaları nedeniyle can çekişen alt yapımız, böylece tam anlamıyla kaderiyle baş başa kalmış durumda.
Futbolu yönetenler, yönetilenler, yaşanılanları aktaranlar ve izleyiciler, boş muhabbetleri, kısır takım çekişmeleri ve kavgaları ile futbolu oyun olmaktan çıkarmak için adeta yarış halinde. Türkiye Futbol Federasyonu ve kulüplerimizin üst düzey yöneticileri ülke futbolunun gelişimine hizmet edecek fikirler üretmek yerine, sadece kendi çıkarlarına hizmet edecek uygulamalar içindeler. Gaflet, delalet, hatta hıyanet!
Basınımız ise güzide kulüplerimiz Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş dışındaki kulüplerimizi, devekuşu misali kafasını kuma sokmuş görmezden gelmeye devam ediyor. Anadolu kulüplerinin başarısı tiraj getirmediğinden ranta dayalı bu sistemde, medya patronları büyük başarıları bile görmezden gelip 3 büyüklerdeki dedikoduları ön plana çıkarıyor. Öyle ki geçtiğimiz senenin şampiyonu bu senenin 6’da 6 yapmış Bursaspor’u bile kendine arka sayfalarda yer buluyor.
Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.
Elbette, sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler, değiştirmek isteyenleri ise dışlarlar. Fakat bu gidişle ellerinde sistem kalmayacağının da farkında değiller bu zavallılar.
Birilerinin bu işe el atması gerekiyor. El atanlar hemen bir acil eylem planı hazırlamalı ve bunu uygulamaya sokmalı. Bu acil eylem planında mutlaka olması gereken bazı maddeler var. Sistemi değiştirmek istemeyenler aslında bunları herkesten çok daha iyi biliyor.
Şöyle birkaç madde ile üzerinden geçmek gerekirse; Çıkıyordu, çıktı, çıkacak denilerek, yılan hikâyesine dönen ve yıllardır rafta bekletilen spor yasası, kusursuz bir şekilde acilen çıkmalı. Kulüplerin mali durumlarını kontrol ve denetim altında tutan bir yapılanma oluşturulmalı. Yabancı sayısı ya sınırlanmalı ya da nitelikli yabancının gelmesine yönelik tedbir alınmalı. Spor Toto Süper Lig yeniden yapılandırılmalı kesinlikle takım sayısı düşürülmelidir. Keza bu ligdeki naklen yayın sayısı da haftada üçten fazla olmamalıdır. Statlardaki güvenlik önlemleri UEFA kriterlerinin daha üstüne çekilmeli, maçlara giren her taraftar kontrol altında tutulmalıdır.
Bu maddeler böyle uzar gider. Her konu üzerinde sayfalarca yazılacak öneri, düşünce ve gerçekler var. En büyük gerçekse kimsenin bu işe el atmadığı.
Oysaki futbolun ülkemizdeki kalitesinin ve hacminin büyümesine katkıda bulunmak, bir futbolsever olarak hepimizin vazifesi. Günümüzde artık dev bir sanayi haline gelmiş olan bu sektörün, ülkemize daha fazla katma değer üretmesine yardımcı olmak boynumuzun borcu.
Basit bir oyunla bu kadar uğraştığımız için çoğu zaman basitlikle suçlanan biz yazarlar, ülke futboluna çözüm sunacak önerileri dile getirebilirsek ve özellikle de futbol terörünün çözümüne katkıda bulunmak gibi yüce bir ideali gerçekleştirebilirsek, bu suçlamalardan kendimizi biraz olsun uzak tutabiliriz. Başarının gölgesinde yüceliriz biraz.
7 Eylül 2010 Salı
Sıra 3. Zarfta
Türkiye Futbol Federasyonu Genel Sekreteri Ahmet Güvener ve Genel Sekreter Yardımcısı Orhan Gorbon'un görevlerine son verilmesi gündeme bomba gibi düştü.
Bilindik hikâyedir;
Zamanın birinde ülkenin birinde işler iyi gitmemektedir ve artık halk ayaklanmaya başlamıştır. Ülkenin selameti açısında padişahın tahtı bırakmaktan başka çaresi kalmamıştır.
Eski padişah ayrılırken yerine geçecek olan oğlu ile bir araya gelir. Baba oğluna üzgün bir ifadeyle:
Bir zaman sonra ülkede işler düzelmez ve daha kötüye gitmeye başlar, yeni padişah hemen zarfları hatırlar. Gider çekmecesinden 1 numaralı zarfı alır ve açar. Okudukları onu heyecanlandırır:
Senden öncekileri kötüle!
"Akıllı adammış." der yeni padişah. Gerçekten de, işlerin iyi gitmemesinden dolayı eski veziri, eski bakanları ve babasını suçlar durur. Fakat günler geçer, haftalar geçer, işler daha da sarpa sarar. Aklına 2 numaralı zarf gelir. O da yeni padişahı heyecanlandırır:
Yanındakileri kötüle, organizasyonu değiştir!
Yeni padişah hemen veziri ile bakanlarından birkaçının yerlerini değiştirir, sancakbeylerinin ikisini merkeze alır, beş bakanınıda sürgüne yollar. Ama ortada düzelen bir durum yoktur. Gün geçtikçe işler daha da kötüye gitmektedir. Artık son zarfa gelmiştir sıra. Yeni padişah bir kere daha heyecanla çekmecesini açar, zarfı çıkarır, açar ve okur:
Sen de 3 yeni zarf hazırla!
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Mahmut Özgener ve ekibi göreve gelir gelmez TFF’de köklü değişik yaparak profesyonel kadronun nerdeyse tamamını değiştirmişti. O dönem her fırsatta Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarını suçlayarak adeta 1. zarfı uygulamaya geçirmişlerdi.
Nitekim 1.zarfın etkileri çoktan bitti. Taşlar yerinden oynamaya başladı. Özgener uzunca bir müddet 2. Zarfı açmamak için direndi. Ancak yaşanılan gelişmeler ve gerek içten ve gerekse dıştan gelen baskılar sonucunda 2 numaralı zarfı da açmak zorunda kaldı.
Aslına bakarsanız bunlar beklenen bir gelişmeler. Uzun zamandır TFF üzerindeki hâkimiyeti tartışmasız olan Lütfi Arıboğan ipleri elinden bırakmak istemiyordu. Son zamanlarda birçok konuda Ahmet Güvener ile ters düşünce geçmiş ve bilinen defterleri karıştırdı. Sonucunda da bu en önemli makama bu kez TFF 2. Başkanı olarak oturdu. Bir koltukta iki karpuz. Yani hem yöneticilik hem Genel Sekreterlik yapacak. Zaten vekilliğini de kendisinin TFF’ye getirdiği Ülker kökenli Ali Parlak yapıyor olacak. Yani artık tüm kontrol resmen Lütfi Arıboğan’da..
Elbette Ahmet Güvener’in ve Orhan Gorbon’un gönderilmesinde göz ardı edilmeyecek çok önemli bir etken de, AK Parti hükümetinin Mahmut Özgener ve ekibinden EURO 2016 konusunda gereğinin yapılmasını ve başarısızlığın faturasının kesilmesini istemesi. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar tarihinin hiçbir döneminde yapılmayanı yaparak, bir futbol turnuvası için bir milyar dolar garanti vermesine ve gerek Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve gerekse Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan nezdinde devletimiz tüm girişimlerde bulunup, üzerine düşeni fazlasıyla yapmasına rağmen, EURO 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapamayacak olmamamız hükümette büyük bir hayal kırıklığı oluşturmuştu.
Bir çok kişinin aklına takılan ve cevabı aranan sorular var.
Ahmet Güvener ve Orhan Gorbon ikilisi son 2 ayda da mı, şirket kurup temsilcilik alıp TFF’yi zarar uğrattı? Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticileri çıkıp bu ikili hakkında açıklama da bulunduğunda bu gerçekleri spor camiasındaki sağır sultan bile bilirken Mahmut Özgener ve ekibi mi bilmiyordu?
Peki diyelim ki Gorbon ve Güvener’i, eski defterler yüzünden, 2009'lardan, 2008'lerden kalan hesaplar yüzünden gönderiyorsunuz, ama şimdi karar verdiniz böyle bir tasarrufu hayata geçirmeye. O zaman TFF zarara uğratıldıysa neden yasal yollara başvurmuyorsunuz? Yoksa başvurmanız durumunda sizin de başınız ağrıtacak başka gerçekler mi söz konusu? TFF’nin tarihinde ilk kez bütçesinin açık vermesinde bu ikilinin tek başına parmağı olamaz herhalde!
Daha 2 ay önce yapılan ve TFF yönetiminin tarihinde ilk kez ibra edilmediği, büyük bir ihtimalle de iptal edilecek Olağan Mali Genel Kurul’da durum bugünkünden farklı mıydı? O zaman TFF’yi mali açıdan ibra etmeyen delegelerin haklılıkları bir kez daha ortaya çıkmadı mı? Ne yaparsam yanıma kar kalır mantığı daha ne kadar devam edecek?
İşleri ve görevleri sadece kamuya bilgi vermek olan medya mensuplarını, her fırsatta yukarıdan bakan ve yeren üslupla yalanlayan Medya İletişim Departmanı, bu konuda da kamuoyunu bilgilendirmek adına açıklama yapar mı acaba?
Bir başka iddia da, Fenerbahçe ile arası pek iyi olmayan ayrıca Galatasaraylılığı ile bilinen Ahmet Güvener'in ve Euro 2106 adaylığı sürecinde Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'nu aday statlar arasında göstermeyen Orhan Gorbon'un görevlerinden alınması için Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın TFF’ye baskı yaptığı. Bu iddia doğruysa zaten durum daha da vahim. Futbolla ilgi ihtilaflı konuların tamamından ve her taşın altından Aziz Yıldırım çıkıyor. Yıldırım, Türk futbolunun artık gizli değil aleni patronu olmuş durumda. Tıpkı Lütfi Arıboğan’nın TFF’de yaptığı gibi.
Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor. Mahmut Özgener’in de artık yakın çevresine çok yorulduğunu ısrarla vurgulaması ve her fırsatta bırakmak istediğini söylemesiyle birlikte artık 3. zarfı açma vakti geldi sanırım.
14 Ağustos 2010 Cumartesi
Telefonu kimsede olmayan Part-Time hoca
Fatih Terim’in istifasının ardından, aylarca peşinden koşulup Şubat ayında şartlı olarak ikna edilerek anlaşılan Hollandalı teknik adam İstanbul’da yaptığı ilk basın toplantısında “'İşimin en büyük ve sevdiğim kısmı, Türkiye'deki maçları takip etmek olacak. Zaten oynayan oyuncuları seçiyorum. Pek çok maçı ve oyuncuyu görmek için sabırsızlanıyorum. Birçok oyuncuyu takip ediyorum, ama bunu derinleştirmem gerek. Milli takım olarak pek yerinizde duramazsınız. Seyahat etmek durumundasınız. Ben de seyahat eden bir yöneticiyim. Türkiye'de olduğu gibi yurt dışında da seyahat edeceğim. Avrupa'ya da gideceğim. Burada da vakit geçireceğim” diyerek aslında part-time çalışacağının sinyallerini vermişti.
Nitekim, ABD’de yapılan ve bir hazırlık kampından çok turistik seyahati andıran maçların ardından, Romanya maçına kadar olan süre içinde, Hiddink’in TFF’nin İstinye’de bulunan binasında kendisine tahsis edilen odasında harcadığı mesai sayısı bir elin parmaklarını geçmedi.
Rusya Milli Takımını 7 milyon euro yıllık ücretle çalıştıran Guus Hiddink’in, A Milli Takımın başına yaklaşık 4 milyon euro gibi rakama gelmesi herkesi şaşkına çevirmişti. Fakat olayın gerçek yüzü kısa sürede ortaya çıkmış ve aslında Hollandalı teknik adam milli takımımızı çalıştırmak için adeta küçük bir servetin altına imza attığı basına yansımıştı. Maç başına galibiyet primi 300 bin euro alacak olan Hiddink, Avrupa Şampiyonasına milli takımımızı götürmesi durumunda 2 milyon euro ekstra prim alacak. Hollandalı bunun dışında çeyrek final için 2, yarı final için 3, final için 4, Avrupa Şampiyonluğu için de 5 milyon euro prim alacak. Bu arada Hiddink'in, Türkiye'ye gidiş gelişlerindeki tüm birinci sınıf uçak biletleri de TFF tarafından karşılanacak. Ayrıca Hollandalı teknik adamın Türkiye'de kaldığı süre içinde Çırağan'da konaklayacağı ve otel odasının ücretinin de TFF tarafından ödenecek.
Part-time çalışma için oldukça iyi rakamlar olsa gerek!
Şimdi sıkı durun! Bu büyük rakamlarla göreve gelen, yardımcılıklarını Oğuz Çetin ile Engin İpekoğlu’nun yaptığı Guus Hiddink’i, yaklaşık 14 teknik adam ve eski futbolcudan oluşan bir ekip destekliyor.
Ben TFF’de görev aldığım dönem içinde Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Ersun Yanal ve Fatih Terim gibi birbirinden değerli tam 4 farklı yerli teknik adamla A Milli takımda birlikte çalışma fırsatı buldum. Milli Takımlardaki işleyişi de çok iyi bilirim. A Milli Takım’ın yaklaşık 30 kişilik geniş aday kadrosu vardır. Milli Takım işte bu aday kadro içinden seçilir. Çok özel ve olağanüstü bir şey olmadıkça bu kadronun dışına çıkılmaz. Bu futbolcular periyodik olarak takip edilir. Ümit Milli Takım ve alt yapı da zaman zaman bu aday kadroyu şekillendirir.
Aldığı ücret Hiddink’in yarısı kadar bile olmayan ama buna karşın çok büyük eleştirilere maruz kalan eski teknik direktörümüz Fatih Terim, tıpkı diğer yerli hocalarımız gibi her gün sabah erkenden görevinin başına gelir, tüm mesaisini sonuna kadar TFF için harcar ve Türk futbolunun gelişmesi için kendisinden de bir şeyler katarak saha dışında da çalışmalarda bulunurdu. Katıldığı sosyal sorumluluk projelerini saymıyorum bile. Oynanan bütün maçları ya bizzat kendi izler ya da beraber çalıştığı A Milli Takım antrenörlerine izletirdi. Ekibinin yetişemediği durumlarda ise Ümit Milli Takım ve alt yapı hocalarından ek yardım alırdı.
Hiddink’in göreve getirilmesiyle birlikte A Milli Takım Maç ve Oyuncu İzleme Bölümü adında bir departman kuruldu. Yaklaşık 14 eski futbolcu ve antrenörden oluşan bu bölümün sorumluğunu Gökhan Keskin ve Zeki Önatlı birlikte üstleniyor. Yani 30 futbolcuyu takip etmek için Oğuz Çetin ve Engin İpekoğlu dışında 14 kişi. Her 2 futbolcuyu 1 hoca izliyor demektir bu.
Elbette böyle olunca hangi teknik adam olursa olsun part-time çalışır tabi.
TFF bünyesinde şu anda çalışan kaç antrenör çalışıyor ve bütçeye nasıl bir yük veriyor çok merak ediyorum. Sadece şu yukarıdaki antrenör sayısı ve rakamlar bile TFF’nin dev bütçesinin nasıl açık verdiğini, neden ibra edilmediğini gösteriyor.
Bazı yazıları yazarken gerçekler ve doğrular adına istemeden de olsa sevdiğiniz insanlara zarar verebilirisiniz. Bu departmanda çalışan isimlerin birçoğu benim yakından tanıdığım ve çok sevdiğim insanlar. Ancak doğru bildiğin yolda yalnız kalmayı göze almak gerekiyor. Elbette TFF’den futbola hizmet etmiş, emeği geçmiş eski futbolcu ve antrenörlerin ekmek yemesi gerekiyor. Bu emektarlara tabi ki bir istihdam açılması gerekiyor. Ama bunun yeri yetişmiş futbolcuların mücadele ettiği A Milli takım yerine, futbolcu gelişimi ve yetiştirilmesi olmalı.
Bu arada eski bir TFF çalışanı olmanın avantajıyla bazı bilgiler kulağımıza gelmiyor değil hani. Mesela A Milli Takım dışındaki bütün kategorilerin başında bulunan ve bir anlamda Türk futbolunun geleceğine yön veren, Fatih Terim’den önce A Milli Takım’ın hocası olan Ersun Yanal hala Guus Hiddink ile bir araya gelmiş değil. Ne acıdır ki Yanal’la, Hiddink’i bir araya getirme çabaları maalesef aylardır gerçekleşmiyor. Yanal randevu talebine hala yanıt alabilmiş değil! Bu buluşmanın gerçekleşememesinin nedeni, part-time hocamızın vakitsizliği midir yoksa bu buluşmayı organize edecek kişilerin güç ve yetki hırslarının, akıl ve mantıklarının önüne geçmesi midir bilinmez? Ancak bildiğimiz bir şey var ki part-time hocamızın telefon numarası, yardımcısı Oğuz Çetin dışında TFF’de hiç kimsede yok.
Kim ne derse desin, bugün A Milli Takımın başında Guus Hiddink değil, Oğuz Çetin var. Çünkü buradaki bütün koordinasyonu yapan, takımı şekillendiren, isimleri belirleyen, Hollandalı’ya raporlayan ve idari işleyişi şekillendirip kontrol eden kişi Oğuz Çetin’dir. Bir anlamda A Milli Takımımızın gölge teknik direktörüdür.
Hal böyleyken full-time yerli hocalarımızın başaramadığı ekol oluşturma becerisini, part-time hocamız Guus Hiddink mi gösterecek? Zaman bunu hepimize gösterecek.
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Türk Futbolunun sonu mu geliyor?
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) verdiği ve vermediği kararlarla tarih yazmaya devam ediyor. Türk futbolu, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen ve TFF yönetiminin tarihinde ilk kez ibra edilmediği, büyük bir ihtimalle de iptal edilecek Genel Kurul’un etkileri daha henüz soğumadan, yeni bir tehlike ve büyük bir skandalla karşı karşıya.
Geçtiğimiz sezon yaşanan tartışmalı sürecin ardından Süper Lig'den Bank Asya'ya düşürülen Ankaraspor artık yok!.. TFF aleyhine açtığı davayı geri çekmesi için verilen süre içinde herhangi bir işlem yapmadığı için başkent kulübü ile ilgili son karar verildi ve Ankaraspor ihraç edildi. Mavi Beyazlılar bundan böyle küçükler liginde bile mücadele edemeyecek.
TFF’nin Ankaraspor ile ilgili içine düştüğü durum, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.
Ankaraspor geçtiğimiz sezon Turkcell Süper Lig’den düşürüldüğünde ve tahkimden de olumsuz sonuç aldığında, haklarının gasp edildiğini ileri sürüp durumun hukuka aykırı olduğunu savunarak yerel mahkemeye başvurmuştu. 12 milyon lira tazminat talebinde bulunan Ankaraspor için, ilgili mahkeme Tahkim Kurulu’nun oluşum ve işlemlerinin Anayasa’ya uygunluğunun sorgulanması için Anayasa Mahkemesi’nden görüş istemişti. Adeta TFF’ ye savaş açan başkent ekibi, aslında bir anlamda bu mahkemeyle birlikte Mayıs 2009’da TBMM’de kabul edilen 5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunun iptali içinde Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş oldu. Halen devam bu davanın TFF aleyhine sonuçlanması durumunda, Ankaraspor yüklü bir tazminat alacak ve haklarının iadesi mümkün olabilecek.
Bu süreç üzerine harekete geçen Futbol Federasyonu ise çerçeve statü gereği kulüplerin verdiği taahhütnameyi gerekçe göstererek Ankaraspor’un da talimatlara uymasını istemişti. Türkiye liglerinde mücadele eden kulüpler her sezon başında aşağıdaki taahhüdü verirler:
“Kulübümüz Türkiye Futbol Federasyonu bünyesinde amatör futbol faaliyetlerine katıldığından / katılacağından Türkiye Futbol Federasyonu’nun Kanun,Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Ana Statü ve Federasyonca düzenlenen talimatlara,tescil ve müsabaka esaslarına uyacağımızı, Federasyonla, diğer kulüp ve futbolcularla çıkacak ihtilafların 3813 sayılı Kanuna, FİFA Kurallarına ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’na göre kurulup çalışan Tahkim Kurulu tarafından çözümlenmesini ve bu kurulun kararlarına uyacağımızı, bu kararlara karşı hiçbir İdari ve Adli Yargıya Temyiz,Tashihi karar,yargılamanın iadesi gibi Kanun yollarına başvurmayacağımızı ve bütün bunlara aykırı hareket ettiğimiz takdirde tescilimizin iptalini ve müsabakalara iştirak ettirilmemeyi kabul ve taahhüt ederiz.”
Bu taahhüdü vermeyen takım tescil edilmez ve müsabakalara alınmazlar.
Şimdi birçok futbolsever gibi benim de aklıma takılan bir takım sorular var;
Ankaraspor TFF’yi mahkemeye bugün vermedi ki! Neden mahkemeye verdiği an tescilini iptal etmediniz? Hadi tescilini iptal etmediniz, sene başında kulüplerden aldığınız bu taahhüdü Ankaraspor’dan alamadığınız halde, neden liglere ve fikstür çekimine kabul ettiniz? Bu durumda geçtiğimiz hafta yaptığınız fikstür çekiminden önce ihracı gerçekleştirilemez miydi? Bank Asya 1. Lig’inde düşecek takım sayısı, henüz lig başlamadığı halde 3 ten 2’ye düşürülmüş oldu, bu ligdeki kaliteyi etkilemeyecek mi? Lig henüz başlamadan liglerden ihraç edilen takım neden tüm maçlarda hükmen mağlup edilir ve her maçı oynuyormuşçasına diğer takımlara 3 puan verilir? Burada bilmediğimiz bir çıkar ilişkisi mi söz konusu? TRT’nin bu oynanmayan maçlardan doğan zararlarını kim karşılayacak? Sırf Bank Asya 1. Lig’de olduğu için Ankaraspor’a transfer olan genç futbolcuların durumu ne olacak? Bu futbolculara yazık değil mi? Bütün kulüplerin takımını oluşturduğu ve bütçelerini bitirdiği bu saatten sonra, bu futbolcular kendilerine yeni kulüp bulabilir mi?
Bu soruların yanıtları verilir ya da verilmez. Netice de yaşam da futbolda devam ediyor ve edecek. Ankaraspor yerel mahkemede açtığı davada kazanması halinde, bu soruların oluşturduğu zararların birçoğu maddi anlamda karşılığını bulur. Bu sadece TFF’nin bütçesindeki açığın büyümesine ve itibarını kaybetmesine neden olur. Telafisi mümkündür. Ancak yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi’ndeki başvurusu Türk futbolu için hayati bir önem oluşturuyor. Eğer Anayasa Mahkemesi bu başvuruyu değerlendirip kanunu iptal ederse, asıl kızılca kıyamet o zaman kopacak. Böyle bir karar adeta Türkiye’nin Bosman davası olacak. İşte o zaman hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sonuçlarını bugünden tahmin etmek çok zor. Ama TFF’nin zaten kuvvetli olmayan otoritesi, bu karar sonrası kökten kaybolacak. Asıl amacı işleri hızlandırmak ve acil kararlar vermek olan Tahkim Kurulu’nun kararları bağlayıcılığını yitirecek ve isteyen her kulüp yerel mahkemelere başvuracak. Kararların çıkması ayları, hatta yılları bulacak. Kulüplerin TFF’den ayrılması söz konusu olabilecek.
Kısacası Türk Futbolu’nda 20 yılda oluşturulan düzen işin ehli olmayan kişiler yüzünden büyük bir kaosa doğru sürükleniyor. İş işten geçmeden TFF Genel Kurulu acilen olağanüstü toplanmalı ve kanayan yaraya pansuman yapmalıdır.
20 Temmuz 2010 Salı
TFF Genel Kurulu iptal edilecek (mi)?
Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerk olduğu tarihten bugüne kadar, yapılan bütün genel kurullarda çeşitli görevlerle bir şekilde yer aldım. Özellikle son 10 yılda yapılan tarihi kongreleri en yakından yaşayan ve tarihe tanıklık yapan insanlardan biriydim. Kavga da gördüm, coşku da… İhanet de gördüm, destek de... Ama hiçbir zaman görmediğim sahneyi bu kez üzülerek de olsa gördüm. Maalesef TFF tarihinde ilk kez ibra edilmedi. Hem de usulünce yapılmayan ve kuvvetle muhtemel iptal edilecek olan bir Genel Kurul’da.
Aslına bakarsanız böyle bir gelişmeyi ben bekliyordum açıkçası. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Genel Kurul öncesinde delegelere gönderilen mali raporlarda her şey apaçık ortadaydı. TFF tarihinde mali tablo ilk kez zarar gösteriyordu. Türkiye’nin en büyük gelir kalemlerinden birine sahip olan dev kurumu, milyonlarca dolar gelire, onlarca sponsora ve hatta devletin büyük desteğine karşın zarar içindeydi. Raporları defalarca incelememe rağmen bu olumsuz tabloya bir türlü anlam veremedim. Oysaki bir önceki yönetim TFF’yi tarihinin en büyük kârıyla bırakmıştı. Ama gelin görün ki aradan sadece 2 yıl geçmiş olmasına karşın artan sponsorlara rağmen mali tablo içler acısıydı.
Peki, Genel Kurul neden iptal edilecek? Neden böyle bir beklenti var? Nedeni çok basit! Çünkü Genel Kurul yetkisini kanundan alıyor. Oysaki bu kanun bu kez ayaklar altına alındı;
Statüde
“Türkiye Futbol Federasyonu Statüsü”nün “Genel Kurul’un Niteliği ve Oluşumu” başlıklı 21. Maddesi 1. Fıkrasında,“Genel Kurul, TFF üyelerini temsil eden delegelerden oluşur ve TFF’nin en yetkili karar organıdır.” ve 2. Fıkrasında, “Sadece usulüne uygun olarak toplanan bir Genel Kurul karar alma yetkisine sahiptir.” hükümleri yer alır. Yine aynı maddenin 4. Fıkrasında “TFF, Genel Kurula ilişkin işlemleri Genel Kurul İç Tüzüğüne uygun olarak yapar.” hükmü ile bu genel kurula ilişkin işlemlerin iç tüzüğe göre yapılması gerektiği öngörülmüştür. Bu statünün 22. Maddesinin “Delegeler ve Oylar” başlığı altında düzenlenen maddesinde ise Genel Kurulun, çağrı tarihindeki belirtilen delegelerden oluştuğu belirtilmektedir. Bu maddenin (h) bendinde ise delege olarak Federasyon üyesi Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği başkanı ile beş delegeden bahsedilmektedir. Aynı maddenin 2. Bendinde “DELEGELERİN, TEMSİL ETTİKLERİ ÜYENİN YETKİLİ ORGANI TARAFINDAN TAYİN EDİLMİŞ VEYA SEÇİLMİŞ OLMASI ZORUNLUDUR. Delegeler, Genel Kurulda talep edilmesi halinde bu durumu kanıtlayan delil sunmakla yükümlüdürler.”
denilmekteyken, Genel Kurul’da Faal Futbol Hakemler Derneğinin Başkanı ve yetkili kıldığı 5 delege yer almamaktaydı. Bu üye derneğe, Genel Kurul İç Tüzüğü hükümlerine göre de gerekli tebligatlar yapılmamıştı. Bu nedenlerle; Statü de açıkça belirtildiği üzere sadece usulüne uygun olarak toplanan Genel Kurul karar alma yetkisine sahip olacağından ve bu Genel Kurul usulüne uygun toplanmadığından Genel Kurulun iptal edilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu konuda Genel Kurul’un iptali ile ilgili bir dava açılmış durumda ve 13 Ekim’de duruşması yapılacak. Elbetteki Türk Adaleti en doğru kararı verecektir. Buna en ufak bir şüphe yok. Buradaki asıl soru, neden bu duruma gelindi?
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ve İBB Başkanı Göksel Gümüşdağ tıpkı bir önceki kongrede olduğu gibi yine başrollerdeydi. Bütün kongrede herkes onların ağzının içine bakıyordu. Onların ve onlara yakın kişilerin belirlediği isimlerden oluşan Divan Başkanlığı muhteşemdi! Divan Başkanlığı verilen önergelerin tümünü inanılmaz bir kıvraklıkla bertaraf etmeyi ve TFF yönetimini kollamayı başardı! Ankaraspor delegeleri, Divan Başkanlığı’na 13 sorudan oluşan bir soru önergesi verdi. Bu 13 soruda içinde bulunulan mali tablo ve yönetim ile ilgili çok ciddi sorular vardı. Divan Başkanlığı TFF Yönetimi’nden statü gereği bu soruları anında yanıtlamasını istemek yerine, traji-komik bir şekilde bunu yazılı olarak yanıtlamasını uygun gördü. Oysaki bu usulen yanlıştı.
Sonuçta 5 Ankaraspor delegesi ile bir TFF eski yöneticisi toplam 6 delege TFF’yi ibra etmedi. Kim bilir belki de sorulan bu sorular, tatmin edici olarak yanıtlanmış olsaydı, bu delegeler her şeye rağmen TFF’yi ibra edecekti. Hatta bu Genel Kurul’un delege yapısının statüde belirtilen şekilde usulüne uygun olarak oluşturulmamış olmasına ve muhtemelen 13 Ekim’deki mahkemede iptal edilecek olmasına rağmen.
Bakalım zaman ne gösterecek. Hep birlikte göreceğiz.
11 Temmuz 2010 Pazar
Devlet uyuma, kulübüme sahip çık
Gençleri kötülüklerden, alkolden, uyuşturucudan ve sigaradan uzak tutmanın en iyi yolu hiç şüphesiz spordur. Sanatsal ve kültürel aktiviteler de hiç şüphesiz spor kadar önemli olsa da, bu konuda sporun eline su dökemezler. Spor yapan kişi sosyal yaşantısına dikkat etmek, bedensel ve ruhsal olarak daima hazır olmak zorundadır. Bu nedenle her türlü kendine zarar verecek unsurlardan doğal olarak uzak durmaktadır. Sporcu Alkolden ve uyuşturucudan uzak durur. Sosyal çevresi genişler. Saygıyı ve ahlakı yaşayarak öğrenir.
Nitekim Devletimiz de Anayasamızın 59. maddesiyle sporun geliştirilmesini sağlamak zorundadır. 59. Madde aynen şu şekildedir; Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder. Devlet başarılı sporcuyu korur.
TAPDK diye bir kurumun adını duydunuz mu hiç? Varlığından haberdar mısınız?
Birçoğunuzun bu harf yığının ne anlama geldiği konusunda bir fikri olduğunu sanmıyorum. Hatta ilk kez duyduğunuzu iddia bile edebilirim. TAPDK, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun kısaltılmış hali. Yani devletin bir kurumu, bir anlamda DEVLET. Bu kurum düşünmüş taşınmış, gençlerimizi alkolden korumanın en iyi yolu nedir deyip bir dizi düzenleme hazırlamış.
TAPDK yeni düzenlemeleri nedeniyle uzun yıllardır Türkiye Basketboluna hizmet veren Efes Pilsen Spor Kulübü, kapanma tehlikesiyle yüz yüze bulunuyor.
Peki Efes Pilsen deyince aklınıza ne geliyor?
Şuna yüzde yüz eminim ki bu satırları okuyan herkesin ağzından bu soru karşısında, Basketbol, Koraç Kupası, Hidayet, Avrupa’da başarı gibi sportif kelimeler dökülüyor. Kimsenin aklına ilk planda alkollü bir içki markası geldiğini sanmıyorum.
Hepiniz biliyorsunuzdur ama ben bilgilerinizi tazelemek adına yer avantajımı da kullanarak bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
Ülke sporunun gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla 1976 yılında kurulan Efes Pilsen Spor Kulübü, kurulduğu günden beri sayısız başarıya imza attı. Türk spor tarihinde ilk kez bir Avrupa Kupası kazanan takım olma unvanını alan Efes Pilsen Spor Kulübü, birçok kez Türkiye Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve Türkiye Kupası kazandı ve defalarca yurtdışında Türkiye’yi başarıyla temsil etti. Altyapı takımlarında oynayan sayısız oyuncusu ile Türk Milli Basketbol takımlarına sürekli oyuncu yetiştiren Efes Pilsen ayrıca FIBA ve NBA nezdinde Avrupa’nın en prestijli basketbol takımı. Son derece başarılı bir sosyal sorumluluk örneği olan Efes İle İlk Adım Basketbol Okulları ile birçok ilimizde binlerce genci ücretsiz olarak basketbol ile tanıştırdı ve hayatlarına sporu soktu. Efes Pilsen Basketbol Kulübü’nün Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa düzenlediği Efes İle İlk Adım Basketbol Okulları, 31 ilde 33 merkezde yaklaşık 15 bin gence ücretsiz basketbol eğitimi verdi.
İşte böyle bir marka Efes Pilsen. Ticari markasının çok üstüne geçmiş olan sportif bir marka. Yılda yaklaşık 40 milyon dolara yakın spora para akıtan belki de tek marka.
İşte bu adını ilk kez duyduğunuzu sandığım TAPDK’nın yeni düzenlemesinin yasalaşması halinde, metnin 24. maddesinin (e) fıkrası ile yıllardır Türkiye’de basketbolun gelişimine büyük katkılar sağlayan Efes Pilsen Spor Kulübü’nün faaliyetleri sona erdirilecek. Bu düzenleme, aralarında her yıl başarıyla düzenlenen ve Türk Milli Basketbol Takımı ile diğer ülke milli basketbol takımlarının katıldığı Efes Pilsen World Cup organizasyonunun bulunduğu diğer spor sponsorlukları da sonlandıracaktır.
Yahu sen Devlet olarak sporu destekleyecek yeni sponsorlar bulacağına, hatta alkolü içecek markalarını bu konuda zorunlu olarak sporun içine çekeceğine, uzaklaştırıyorsun. Bu nasıl bir anlayış, nasıl bir mantık!
21 Haziran 2010 Pazartesi
Bir barışma hikayesi...
Gündüz Tekin Onay futbolun Atatürk’üydü dersem sanırım abartmış olmam. Türk futbolunda yaptığı sayısız devrim niteliğindeki çalışması, tarzı, konuşmaları, çalışma prensibi, disiplini ve en önemlisi futbol sevgisiyle farklı biriydi O.
Hayatımda tanıdığım en çalışkan insandı. Sanırım Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarihi boyunca Gündüz Tekin Onay gibi çalışkan bir profesyoneli olmamıştır. Sabahleyin tan yeri ağarırken gelirdi TFF’ ye. Normal mesai saatine kadar tek başına çalışırdı. Bu saatleri altın saatler olarak nitelendirir ve “En verimli çalışmalarımı bu zaman diliminde yapıyorum” derdi.
Bürokrasiden nefret ederdi. “Çözümün anahtarıyız” sloganı ile pratik çözümler üretirdi. Zamanın TFF Başkanı Haluk Ulusoy ile olan ilişkisi ise sıra dışıydı. Ulusoy’u Türk futboluna kazandırmış olmanın ayrıcalığı ile Başkan üzerindeki etkisi çok büyüktü. Türk futbolu için devrim niteliğindeki birçok kararı yönetimden pratik şekilde geçirmesinde hiç şüphesiz bu iyi ilişkinin de rolü vardı. Haluk Ulusoy’a sık sık özel mektuplar yazar ve kişisel yorumlarıyla gidişatı değerlendirirdi. Yanlış giden şeyleri söylemekten hiç kaçınmaz, ağır eleştirilerde bile bulunurdu.
Ofisinde çalışma masasının hemen arkasında, çalıştığı kulüplerin ve de kazandığı başarıların üzerine işlendiği bir kupa vardı. Zaman zaman bu kupayı çıkartır, işte tüm hayatım burada derdi. Onun futbola olan sevgisi, bildiğim bütün sevgilerden çok daha farklıydı. Futbol için ölümü bile göze alabilirdi. Nitekim hasta yatağında, ölüm döşeğinde bile futbol aşkı hiç bitmemişti. Yeni yıldızların yetişmesi, çocukların futbolu daha çok sevmesi için son nefesine kadar futbol için çalışmaya devam etti. Doktorlarının şiddetle dinlenmesini söylediği hastalığının ileri evrelerinde bile evden TFF’ deki işlerini götürmeye gayret etti. Eksiklikleri, hataları o halde bile gördü ve düzeltti.
Adanaspor’ la duygusal bir bağı vardı. Kulüpten bahsederken sanki çocuğundan bahsediyor gibiydi ve adeta gözlerinin içi gülüyordu. En büyük hedeflerinden biri tekrar bu kulübün başına geçerek, Adanaspor’ un adını Avrupa’da duyurmaktı. Yaşadığı kriz ve özel nedenlerden dolayı Adanaspor’un profesyonel liglerden ihracı gündeme geldiğinde, bu sorunun çözümü için birçok formül üretti. Çalmadık kapı bırakmadı. Bayram Akgül ile ilk kez kendi evinde bir araya geldiğinde, ben de oradaydım. Bayram Akgül arda arda şampiyonluk sözü ve sınırsız destek vereceğini söylediğinde mutluluktan havalarda uçuyordu. Başkan Akgül’e “Takım Süper Lige çıkınca başkan ben olacağım ona göre. Kendi ekibimi kurar, onlarla çalışır seni de artık fahri başkan yaparım” takılırdı.
Onun, o amansız hastalığa yakalanmasına neden olan sigaraya olan bağlılığı, gerçekten hayret vericiydi. Uykuyu hiç sevmez, yaşamda kaybedilmiş zaman olarak düşünürdü. Sigaraya olan bağımlılığını da “Bir tane daha fazla sigara içebilmek için dayanabildiğim kadar uyanık kalıyorum ve bir an önce sigara içebilmek için erkenden uyanıyorum” diye anlatırdı. Hastanede yattığı dönemde, ziyaretçilerinden zorla edindiği sigaraları, yaramazlık yapan bir çocuk gibi doktorlardan ve hemşirelerden çekinerek, odasındaki tuvalette gizli gizli içerken aldığı keyifi dün gibi hatırlıyorum.
Daha önce hiçbir yerde açıklamadığım ve kimsenin bildiğini sanmadığım bir sırrımı bu satırlarda sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu sırrı açılmak konusunda çok tereddüt ettim, ancak tarihi bir olaya aracılık etmiş olmam nedeniyle açıklamamda bir sakınca olmadığını düşündüm.
Gündüz Tekin Onay, TFF’de ikinci kez göreve geldiğinde Fatih Terim ile araları sudan bir sebepten dolayı açıktı. Gündüz Hoca, Fatih Hocayı çok sevmesine karşın, tarzını benimsemiyor ve çevresiyle olan ilişkilerini her fırsatta eleştiriyordu. En çokta etraflarında bulunan yağcılara çok kızıyordu. Sohbetlerimizde de buna atıfta bulunarak ,“Fatih’le benim aramdaki en büyük fark ne biliyor musun? Fatih, kendisine ‘İmparator’ denince inanıyor ve havaya giriyor. Bense bana yapılan övgülere gülüp geçiyor ve daha çok işimin olduğunu düşünüyorum” derdi.
Fatih Terim’le güçlerini birleştirdiklerinde neler yapabileceklerinin her ikisi de farkındaydı. Ama daha önce onun hocalığını yapmış ve onu ilk milli takım almış olan biri olarak ilk adımı önce ondan bekliyordu. Fatih Hoca da aralarında yaşadıkları olayda kendini haklı gördüğü için buna pek sıcak bakmıyor aksine ilk hareketin ondan gelmesini bekliyordu. Bu durum TFF’nin Beylerbeyi’nde çalışan tüm personeli için de kâbusu olmuştu. Herkes iki dev ismin arasında sıkışmış kalmış ve nasıl davranacakları konusunda sıkıntılar yaşamaya başlamıştı. TFF içinde, Gündüz Hocanın adamları ve Fatih Hocanın adamları şeklinde, insanlar sınıflanmaya başlamıştı. Bu durum yöneticileri de rahatsız ediyordu. İkisinin barışması için araya bir sürü aracılar sokuldu. İkisinin de katılması gereken toplantılar konuldu. Ama ikisi de Nuh diyor, Peygamber demiyordu. Bütün çabalar sonuçsuz kalıyor, bir türlü barışmıyorlardı.
Bense hem Gündüz Hocanın, hem de Fatih Terim’in Medya Danışmanlığını yapan biri olarak bu duruma çok üzülüyordum. İkisine de çok yakın biri olarak durumdan kendime vazife çıkardım ve kendimce bir formül bularak, bunu uygulamaya soktum. Gündüz Hocanın ağzından bir mektup yazarak Fatih Hocaya, Fatih Hocanın ağzından da bir mektup yazarak Gündüz Hocaya verdim. İkisi de bu mektubu benim yazdığımın farkına varmadı. Çünkü ikisinin de tarzına çok hâkimdim ve yaşadıkları olaydaki yumuşak karınlarının ne olduğunu çok iyi biliyordum.
Bu mektuplar aralardaki buzların erimesine ve kendi gerçek mektuplarını yazmalarına neden oldu. Zaten takip eden ilk toplantıda barıştılar. Barış sonrasında da devrim niteliğinde projeleri birlikte uygulamaya başladılar.
Bugün bile Türk Futbolu o gün uygulamaya geçen projelerin meyvesini yiyor.
Gündüz Hoca ile ilgili anılarım, düşüncelerim sayfalara sığmayacak kadar çok. Tek bildiğim şeyse, hayatımdaki en büyük eksiklerimden birinin onu geç tanımak olduğudur. Öz Babam gibiydi, onu çok özlüyorum. Nur içinde yat!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)