TFF Ailesinin Saygıdeğer Üyeleri,
Değerli Büyüklerim,
Sevgili Çalışma Arkadaşlarım,
1997 yılından bu yana şirketim Prosentez aracılığıyla hizmet verdiğim ve son iki buçuk yıldır da Yayın Arşiv Dokümantasyon Direktörü olarak bir fiil görev yaptığım TFF çatısından, Yeni Yönetim Kurulumuzun gördüğü lüzum üzerine ve benimle çalışmak istememesi nedeniyle 27 Mart 2008 itibari ile ayrılmış bulunuyorum.
Bu 11 yıl içinde, bu kutsal çatı altında sizlerle çalışmış, tanışmış ve birçoğunuzla yakın ilişkiler kurmuş olmaktan dolayı kendimi şanslı hissediyorum. TFF ailesinin bir parçası olabilmenin haklı gururunu yaşıyorum. Sayısız organizasyonda birlikte çalıştığımız, kimisi artık TFF çatısı altında bile olmayan dostlarım da dahil olmak üzere, iş dışında da bir çok şey paylaştığım dostlarıma ve özellikle kadim dostum, kader arkadaşım, aynı odayı paylaştığım Mustafa Kemal Artalan ile her başım sıkıştığında yardımıma koşan Zeki Çol başta olmak üzere, bana verdiğiniz destek, arkadaşlığınız, yakınlığınız, anlayışınız, sevginiz ve sabrınız için sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bilmeyerek ya da istemeyerek sizleri kırdıysam özür dilerim.
Ancak sözleşmemin sona erdirildiğini, Milli Takım kampına gittiğimde elimde bavullarla kapıda kalınca, idari menajerden öğrenmem hiç şık olmadı. Verdiğim emeklerin karşılığında bunu hak etmediğimi, en azından kampa gitmeden önce bağlı bulunduğum yetkili bir ağızdan sözlü dahi olsa bir tebligatın yapılması gerekirdi diye düşünüyorum.
Sayın Metin Kazancıoğlu TFF camiasında 1996 yılında rahmetli Orhan Şahin’den sonra tanıdığım ilk insandır. Kendisini hiçbir zaman bir TFF çalışanı ya da yönetici gibi görmemiş aksine tıpkı yukarıda bahsettiğim satırlarda olduğu gibi, bir ağabey, bir dost, bir arkadaş gibi kendime çok yakın hissetmişimdir. Türk futboluna medya içinde ve dışında, gazeteci olarak 20 yılını vermiş ve herhangi olumsuz bir sebepten dolayı sözleşmesi sona erdirilmemiş biri olarak, TFF Genel Sekreteri Metin Kazancıoğlu’nun tebligat konusunda göstermediği saygıyı, benim canım “Metin Abim” den sevgi dolu bir telefon olarak beklerdim.
Öte yandan, gerek basketbol oynadığı dönemde gazeteci – sporcu, gerek Ülkerspor’da yöneticilik yaptığı dönemde gazeteci idareci, gerekse de TFF Genel Sekreteri olduğunda işveren - çalışan ilişkisinde bir saygıdeğer büyüğüm ve abim olarak görüp sevdiğim, saygımı hiçbir zaman eksik etmediğim Sayın Lutfi Arıboğan’ın, tüm bu süreçlerdeki hukukumuza rağmen, Nisan 2007 den bu yana talep ettiğim sayısız randevu talebine ve maillerime yanıt vermeyerek, TFF Yönetim Kurulu’na girdikten sonra da bambaşka bir insan olması beni derin bir hayal kırıklığına uğratmıştır.
İşte bu sebepler ve yaşananlar yüzünden daha da hassas ve kırgınım. Yüzümde buruk bir tebessüm ile aranızdan ayrılırken bir gün tekrar beraber olmak umuduyla saygılarımı sunarım.
Hakkınızı helal edin…
Cüneyt Yalınkılıç
Yapımcı-Yönetmen-Medya Danışmanı
28 Mart 2008 Cuma
14 Aralık 2007 Cuma
Nereden nereye...
Nereden, nereye? Futbolumuzun son yıllarda ortaya koyduğu performans için aslında bu iki kelime çok şeyi özetliyor olsa gerek. Bir zamanların şerefli yenilgilerden, şimdi bizden korkup aynı torbaya bile girmek istemeyen rakiplere… Eleme guruplarında tek bir gole bile hasret olan ve “Sonuncu olmayalım yeter!” anlayışından, “Acaba Avrupa Şampiyonluğu Kupası’nı müzemize götürebilir miyiz”, “En az yarı final oynarız” gibi büyük hedeflere…
Bu süreci anlatmak için şöyle geriye doğru bakmak lazım. Şimdinin televizyon yorumcuları, eski futbolcu spor yazarları hep şunu söylerdi, "Bizim zamanımızda tesis mi vardı?" .”Biz çamur deryası balçık kaplı zeminlerde, Macar zaferleri yaşadık ” Aslında onlar haklıydı. Onların zamanında tesis yoktu. İbrahim Tatlıses de ne demişti: "Harran da Oxford mu vardı da, okumadık?" Bunun gibi bir şey işte.
Kim ne derse desin. Türkiye futbolda çağ atlamıştır. Gelişmiş Avrupa ülkeleriyle aynı kulvarda yarışmaktadır. Ülkemiz ekonomik ve siyasal alanda henüz Avrupa Birliğine girememiş olmasına rağmen, futbolda kapıları sonuna kadar açmıştır. Eski futbolcularımız alınmasın ama, o zamandan bu yana köprünün altından çok su geçti. Son onbeş yıl içinde yaşanılanlar, kaderimizi değiştirmiştir. Futbol tarihimizde hiç unutamadığımız övündüğümüz, yerlere göklere sığdıramadığımız Macar zaferi bile, bugün sadece gülümsediğimiz, nostaljik olarak anımsadığımız sıradan bir başarıya dönmüştür.
Türk futbolunun bugüne gelmesinin temelleri aslında büyük bir futbol imparatorluğunun bulunduğu yer olan Florya'da atıldı. Galatasaray'a, Jupp Derwall'in gelişiyle değişti her şey… O zamanlar Galatasaray'ın başkanı Ali Uras, antrenman sahası da Ali Sami Yen Stadı'nın kırmızı topraklı atletizm pistiydi. Dünya çapında başarılara imza atmış olan Alman hoca, önce bir antrenman sahası istedi. Jupp Derwall'e, o günlerde çamur olan ve sadece amatörlerin çalıştığı Florya Tesisleri gösterildiğinde "Tamam" demişti, "İşte burayı çimlendirin, olay biter". Sonra Florya çimlendi. Emsali Avrupa’da bile az olan dev komplekslerin ilk adımları atıldı. Sporcuya, sporcu olduğu hissettirilmeye başlandı. Galatasaray’ın açtığı yolda diğer kulüplerde ilerlemeye başladı. Fenerbahçe kendi tesislerini revize etti. Beşiktaş ise bugünlerde Kempinski Hotel'in yerinde bulunan toprak Şeref Stadı'nda idman yaparken, Fulya’nın yolunu tutmuştu bile.. Futbol devrimi o günlerde gerçekleşti. Ama biz o sonuçları almaya devam ediyorduk. Hani şu, "Yenildik ama ezilmedik” li 8-0'lık, 6-0'lık hezimetlerle…
Sonra Galatasaray'ın başına Mustafa Denizli geçti. Derwall'den öğrendiklerini sahaya yansıttı genç teknik adam. 37 yaşında Galatasaray'a inanılmaz başarılar hediye etti. Sonsuz cesaretli hatta deli gibiydi. Yenilmek onun kitabında yoktu. Ona bir ara yüzde 51 dediler. İşte o 37 yaşındaki genç teknik direktör Galatasaray'a o zamanki adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final keyfi yaşatmıştı. Kazanılan UEFA Kupası’nın, Süper Kupa’nın temelleri işte o günlerde atılmıştı.
Gelelim Milli Takım'a. Kulüpler bazında olayın miladı Jupp Derwall'ken, Milli Takım'da da Sepp Piontek'ti. Derwall, Denizli'yi, Piontek de Fatih Terim'i yanına almıştı. Hiç alışık olmadığımız sistemlerle ve disiplinle tanıştırmıştı Türkiye’yi. Radikal değişiklikleri ve basına karşı aldığı tavır nedeniyle Milli Takım’ın başında olduğu sürede basın tarafından bir türlü sevilemedi. Ancak yaptığı bu radikal değişiklikler sonucunu bir türlü vermiyor ve sahada yine yenilgiler devam ediyordu. Ta ki genç yardımcısı Fatih Terim takımın başına tek patron olarak getirilene kadar. Daha önce Akdeniz oyunları Şampiyonluğu yaşattığı kadroyu yeniden devralan Terim sihirli değneğini değdiriyor ve ilklere imza atıyordu. Daha önce hiç Avrupa Şampiyonası’na katıma başarısı gösteremeyen Milli Takımız, imparatorun yönetiminde Avrupa Şampiyonası Finalleri’ne adını yazdırıyor, ancak sıfır çekerek yurda dönüyordu. Daha sonra takımın başına getirilen Mustafa Denizli EURO 2000 finallerine katılmakla kalmayıp, çeyrek final oynatma başarısı gösteriyordu.
Çıta hep yükseliyordu. Son olarak 1954 yılında, o da kurayla olmak üzere Dünya Kupası Finallerine katılan Ay-Yıldızlı ekibimiz Şenol Güneş yönetiminde tam 47 yıl aradan sonra bu başarıyı hem de bileğinin hakkıyla elde ediyordu. O dönem gerek kariyeri, gerekse de karizması nedeniyle çok eleştirilen A Milli Takımın Teknik Patronu Şenol Güneş ısrarla “Hedefimiz Çeyrek Final. Bu bizim için başarıdır. Kimse bizden fazlasını beklemesin” demesine rağmen, millilerimiz büyük bir sürpriz yapıp finalin eşiğinden dönüyor, ülkemize tarihindeki en büyük başarıyı Dünya üçüncülüğü unvanıyla kazandıryordu. Böylece Ay-Yıldızlı takımımız, bu başarısıyla kendi hüviyetini bir kez daha ispatlamış oluyordu.
Dünya üçüncülüğü, ülke futbolumuza pek yaramadı. Dünya Kupası’nda tozu dumana katan futbolcularımız sonrasında tel tel döküldü. Kimi erkenden futbola veda etmek zorunda kalırken, kimi de gösterdikleri kötü performans nedeniyle yerden yere vuruldu. Nitekim bu beklenmeyen ani düşüş sonuçlarını gösterdi. Diğer güçlü ekiplere göre sıradan bir takım olan komşumuz Yunanistan’ın, Avrupa Şampiyonu olduğu bir turnuvaya katılamamanın verdiği üzüntüyü henüz atlatmışken, olaylı İsviçre maçı sonrası, ev sahibi sayılabileceğimiz Almanya’da gerçekleştirilen Dünya Kupasına katılamayışımız içimize oturdu.
2008 Avrupa Şampiyonası Elemeleri Türkiye açısından kritik bir dönemeçti. Üst üste iki büyük turnuvaya katılamamış olunması, bir anlamda bu elemeleri geçmeyi zorunlu kılıyordu. Düşüşe “Dur” demenin tek yolu buydu. Dibe vurmuş ülke futbolu açısından oldukça önemli olan bu sınav, son maça bırakılmasına rağmen aşılabildi ve bu büyük turnuvada yerimizi aldık.
Hedef şimdi çok büyük… Kuraların çekilmesi ile birlikte, en azından yarı final oynarız çığlıkları atılmaya başlandı. Hatta yarı finali bile başarısızlık kabul edeceğini söyleyen, bazı futbol otoriteleri! oldu. Umarım çıtanın bu kadar yükselmiş olması bizi büyük bir sükûtu hayale uğratmaz. Çünkü bir kez daha kritik bir noktadan geçeceğiz. Yine büyük bir sınavı hep birlikte yaşayacağız. Bu sınavı geçersek artık önümüzü kimse kesemez. Yok, eğer bu sınavı kaybedersek, bu kez gerçekten bizi futbolda kötü ve kritik günler bekliyor.
24 Ekim 2007 Çarşamba
Ben böyle bir şey görmedim!
Yıllardır, hatta internetin ilk çıktığı andan bu yana bu dünya ile iç içeyim. İnternetten çok şey öğrendim. Kazandım, kazandırdım. ancak son iki haftadır yaşadıklarımı hiç yaşamamıştım.
Facebook sayesinde yıllardır görmediğim bir çok arkadaşımı buldum. Onlarla irtibata geçtiş. Yapım gereği eskiye çok önem verdiğim için yaşantımın belki de en mutlu anlarını yaşıyorum.
Kısacası bu siteye hayranım. İçimde tatlı bir kıskançlık var. Niye bunu ben düşünemedim diye o ayrı.
(Aslında düşündü ama bu kadar büyük kapsamlı değildi. uygulamaya da geçirdim. ama başarılı olmadı)
İyi ki varsın Facebook!!!!!
Facebook sayesinde yıllardır görmediğim bir çok arkadaşımı buldum. Onlarla irtibata geçtiş. Yapım gereği eskiye çok önem verdiğim için yaşantımın belki de en mutlu anlarını yaşıyorum.
Kısacası bu siteye hayranım. İçimde tatlı bir kıskançlık var. Niye bunu ben düşünemedim diye o ayrı.
(Aslında düşündü ama bu kadar büyük kapsamlı değildi. uygulamaya da geçirdim. ama başarılı olmadı)
9 Temmuz 2007 Pazartesi
TFF’nin UEFA’dan ne eksiği var !
Fotospor Gazatesi'nde yayınlanan yazım:
“Topu, ayak vuruşu ile karşı kaleye sokma kuralına dayanan ve on birer kişilik iki takım arasında oynanan top oyununu, ayak topu.” Türk Dil Kurumunun sözlüğünde futbol kelimesinin karşısında aynen böyle yazıyor. Bu sözü çok seviyorum. daha önce de bir yazımda aynen bunu kullanmıştım. Nitekim bu yazımda öneceki yazımdan alıntılarda yapacağım. Ne acıdır ki yavaş yavaş futbolun sadece oyun olduğunu, amacın sadece eğelenmek ve eğlendirmek olduğunu unutmaya başladık.
Savaşa Hayır” sloganlarının atıldığı Türkiye’de futbol oyunu, “soğuk savaşa” döndü. “Soğuk savaş” bu hızla giderse “Sıcak savaşa” dönecek. Herkes bunun farkında.. Nasıl ki Amerika tüm Dünya’ya rağmen ben savaşacağım diyor ve kimse buna engel olamıyorsa, Türkiye’de de futbol üzerinde dönen oyunlara kimse dur diyemiyor. “Sportif rekabet” mantığını bir kenara bırakan yöneticiler, spor ile alakası olmayan ve kendi rantları peşinde koşan insanların eksenine giriyor.
Her geçen sezon hızla artan futbol içindeki ve dışındaki şiddet, geçtiğimiz sezon tavan yaptı. Olaysız geçen maçlardan sonra gıpta ile konuşur ve bu durumdan övgüyle söz eder olduk!
Futbol sürekli kan kaybediyor. Nitelikli seyirci statlardan uzaklaşmaya başlarken, seyirci gelirleri her geçen gün daha da düşüyor. Sadece biz de değil tabi ki bu düşüş. Dünya’da, özellikle de Avrupa‘da seyirci sayısı hızla düşüyor. Tribünlerde yaşanan bu hızlı düşüş için Avrupa’nın önde gelen ülkeleri son 10 yıl içinde bir dizi tedbirler aldı.
Öncelikle statlardaki kaliteyi ve niteliği arttırdı. Yeni ve konforlu statlar inşa etti. Maç günleri, bu statlarda kadınlara, çocuklara ve de futbola uzak insanlara yönelik, futbol dışı etkinlikler düzenlemeye başladı. Bu da yetmedi promosyonlar yapmaya başladı. Aslına bakarsanız bir anda futbolun içine giren bahis de bu tedbirlerin bir parçası…
Yeni nesil, iletişim ve teknolojinin sınırlarının zorlandığı günümüz de futboldan iyiden iyiye uzaklaşmaya başladı. Gençlerin ilgisi, outdoor aktiviteleri başta olmak üzere, bireysellik, sanal gerçeklik ve teknolojik sporlara yöneldi. Bir de tabi spordan tamamen kopup kaybedilenler var.
Bu durum futbol dünyasını iyide iyiye tehdit etmeye başlayınca olaya UEFA’da el attı.
Çocuklar futbolu yeniden nasıl sever? Dünyadaki önemli futbol adamları işte bu kilit sorunun cevabını arıyor.
Grassroots, Futsal, Plaj Futbolu gibi birbirinden ilgin ve farklı çeşitli faaliyetler UEFA’ya üye ülkelerde boy göstermeye başladı. Bu projelerdeki asıl amaç, tribündeki seyircinin bu faaliyetlere yönelmesinden daha ziyade, yeni neslin futbol topuyla tanışması…
Bütün bu tedbirler neticesinde düşüş durduruldu ve gelirlerde de gözle görülür bir yükselme sağlandı. Ülkemizdeki statlarda doluluk oranı %35’lerde gezerken, İngiltere’de bu oran %94. Nitekim bu oranlar beraberinde güçlü bir ekonomiyi de getiriyor. Örnek vermek gerekirse Chelsea’nın günlük maç gelirleri 70 avronun üstünde bulunurken, bizim maç günü gelirleri en yüksek olan kulübümüz Fenerbahçe’nin geliri 10 avronun altında.
Türkiye Futbol Federasyonu ARPEG Koordinatörü Gündüz Tekin ONAY, ülkemizde bu tehlikeyi en önce fark eden isim. Geçmişi başarılarla dolu olan bu futbol adamı, geçmişindeki başarılarla övünüp bunların mirasını yemek yerine, gençlerin ve özellikle çocukların futbolu sevmesi için mesaisini harcıyor.
UEFA’nın yıllardır sistemli olrak geliştirdiği futbolu kurtarma projesinin Türkiye’deki mimarı olan Onay, TFF Başkanı Haluk Ulusoy’un da bu konu da tam desteğini alarak Türkiye’nin daha önce adını hiç duymadığı bir kavram ile tanıştırdı bizleri: Grassroots.
Profesyonel futbol içinde yer almayan her tür futbol oyunu bu kavramın içine giriyor. Yaş sınırı, cinsiyet ayrımı mali gereksinim; hiçbirine ihtiyacınız yok Grassroots içinde yer almanız için. Yani aslına bakarsanız halı sahada futbol oynarken, mahallenin çocukları ara sokakta maç yaparken farkında olmadan bu projenin parçası zaten. Ancak bu bir sistem ve eğitim içinde yapıldığında farkı ve faydası da ortaya çıkıyor.
Türk futbolunu kurtuluşu da Grassroots’dan geçiyor. Bu projenin içinde yer alan çocuklar, ille de iyi bir futbolcu olacak diye bir şey yok tabi ki. Edindikleri futbol kültürü ile iyi bir hakem, iyi bir yönetici, iyi bir yorumcu ya da en azından bilinçli bir seyirci oluyorlar.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. UEFA bunu Grassroots ile başardı. Türkiye’nin de başarmaması için hiçbir neden yok.
21 Kasım 2006 Salı
İyi ki varsın ezeli rakibim, ebedi dostum
1971- 72 -73 yılları…
Galatasaray 3 sene üst üste şampiyon olurken, takımın başında efsane teknik direktör İngiliz Brian Birch varmış. Türkiye’de taraftarlar ilk kez yumruk şovla onun sayesinde tanışmış. Sarı kırmızılılar o yıllarda sahaya çıktıklarında hocalarından gördüklerini uyguluyorlarmış ve taraftarlara giderek aynı anda yumruklarını havaya kaldırırlarmış. Güzel bir görüntü, hoş bir espri oluşurmuş.
Tıpkı kendi karakteri gibi, hırçın, sert futbol oynatan bir İngiliz’miş Brian Birch. Hatta o kadar hırçınmış ki sahada foto muhabirlerini kovaladığı, onların fotoğraf makinelerini kırarak olay çıkarttığı bile olurmuş. Talebeleri ondan geri kalır mı, o günlerin yıldız futbolcularından Şevki ve Gökmen de, bir maçta numaralı tribüne tırmanarak seyirci kovalayacak kadar hırçınmış.
Fakat teknik direktörlerin, futbolcuların bu kadar hırçın olduğu bu dönemde bile, numaralı tribünde karışık otururmuş taraftarlar. Bu güne nazaran daha saf, daha spor doluymuş müsabakalar. Maç bitimlerinde galipler tebrik edilir, mağluplar teskin edilirmiş taraflarca… Bırakın kavgayı, dövüşü, küfür bile çıkmazmış ağızlardan.
İnönü Stadı’nda oynanan bir Beşiktaş - Fenerbahçe maçı sonrasında dağılan taraftarlar, Sarı-Kırımızı dolmuşu ile Taksim – Beşiktaş arasında ekmek parasını çıkaran o zamanların meşhur Galatasaraylı amigosu Karıncaezmez Şevki’ye tezahürat yapacak kadar da centilmenlermiş.
Avrupa’nın Fair Play kavramıyla henüz tanışmadığı bu dönemde, saha dışında bunlar olurken saha içinde kendi kabuğumuzun dışına çıkma başarısını gösterememişiz. Takımlarımızın Avrupa arenasında pek esamesi okunmazmış. 1954 özel maçta yaşanılan 3-1’lik Macar zaferi yıllarca mutlu etmiş taraftarları. Zaten Milli Takımımızın bir elin parmaklarını geçmeyen başarıları dışında, kulüp takımlarımızın adını pek duyan olmamış Avrupa’da…
30’lu yaşların henüz başında olduğumdan bunları tabii ki yaşama fırsatı bulamadım. Büyüklerimin bana anlattıklarıyla yetinmeye çalıştım imrenerek…
Hiç şüphesiz Türk futbolu o dönemden bu döneme kadar çok büyük başarılara imza attı. Saha içinde zaferlerden zaferlere koşuldu. Milli Takımımız üst üste iki defa katıldığı Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final oynama başarısı gösterirken, Dünya Kupası’nda 3. olarak gönülleri feth etti. Galatasaray UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı Türkiye’ye taşıdı. Bunun yanı sıra Şampiyonlar Ligi’nde birçok başarıya imza attı. Ama ya saha dışında…
80’li yılların ortalarından itibaren Türkiye hızlı bir değişime uğradı. Hızlı ve apar topar bir şekilde liberal ekonomiye geçiş, beraberinde değişen değer yargıları ve ahlaki değeri de getirdi. Her şey bir değişim aracı olan “para”ya endekslendi.
Çalışarak, hak ederek, layık olarak, toplumun itibar ettiği, saygı duyduğu mevkilere ulaşmak ve maddi-manevi kazanç sağlamak, imkansız hale gelirken; Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sosyal sınıfların hemen hemen hepsinin içinden bir kesit isteklerini gerçekleştirebilmek için anayasa ve kanunlardaki boşluklardan, iyi çalışmayan denetim mekanizmasından, caydırıcı özelliği olmayan ceza yasalarından faydalanarak, köşeyi dönmek için her türlü yolu mubah saydı.
Futbol ailesi de bu değişimden nasibini fazlasıyla aldı. Futbolumuz içindeki yönetici profilleri ve yönetim anlayışları hızla değişti. Başarı için her yol mubah diyen bu düşünce, yavaş yavaş ele geçirdi futbol camiasını. Ne kanun, ne nizam tanıyan bu anlayış “Yapanın yanına kar kalır. Ben yaptım oldu !” felsefeleri ile, ne hak gözetti, ne hukuk.
Futbolumuz; şike, teşvik, ve doping gibi kavramlarla tanışmaya başladı. Gazete ve gazeteciler de, Türkiye’de yaşadıkları için hem bu yozlaşmaya katkıda bulunduklarından, hem de katkıda bulundukları yozlaşmadan kendi paylarını aldıkları için bu sarmalın içinde yer aldılar.
İşte bu nedenle de benim jenerasyonumun o dostane görüntülerin yaşandığı, iyi oynayanın kazandığı, takımların eşit şansının bulunduğu bir futbol ligini yaşama ve seyretme şansı kalmadı.
Peki ne olacak bu Türk Futbolu’nun hali? Kim düzeltecek bu bozulan yapıyı?
Türkiye Futbol Federasyonu’nun bunu tek başına düzeltebilmesi imkânsız.
Her şey aslında şu sihirli sözcükte gizli; İyi ki varsın ezeli rakibim, edebi dostum. Futbol ailesi, içindeki kavgayı bırakıp bu kelimeyi söylemeyi ve uygulamayı başarabildiğinde eski günlere dönüş başlamış olacak.
Aslında düzelmek için tek bir yol var. Herkes futbol içinde bozulan ahlaki ve temel değerleri onarma çabası içinde olmalı. Radikal tedbirler alınmalı ve bunları acilen uygulamaya geçirilmeli.
Futbolcusundan taraftarına, yöneticisinden spor yazarına, devlet adamından teknik adama kadar uzanan geniş bir yelpazede, çeşitli çalışma gurupları kurularak, futbol camiasını bir araya getirecek büyük bir platform oluşturmalı ve bu platformda kaybolan futbol değerlerini tekrar Türkiye’ye kazandırma uğraşı içine girmeli.
Bunlar yapılırken de Türkiye Futbol Adamları Derneği, Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği, Türk Futbol Vakfı, Türkiye Spor Yazarları Derneği gibi konusu ve içeriği futbol olan önemli dernek ve kuruluşlardan da yardım ve destek istenmesi ihmal edilmemelidir.
Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Mehmet Ali Şahin de, kişilerle uğraşmak, intikam peşinde koşmak ve birilerinin çıkarları için kaos yaratmak yerine bu konulara eğilmiş olsa sanırım Türk sporu epeyce yol alır.
Bir futbolsever olarak beklentimiz, hem saha içinde hem de saha dışında Fair Play ruhunun yaşanması. Bir ütopya da olsa, umudumuz taraftarların tıpkı eskiden olduğu gibi kendi takımlarının şapka ve kaşkolleri ile birlikte maç izlemelerini görebilmek. Kim bilir belki de bu ütopya günün birinde gerçek olur!
Galatasaray 3 sene üst üste şampiyon olurken, takımın başında efsane teknik direktör İngiliz Brian Birch varmış. Türkiye’de taraftarlar ilk kez yumruk şovla onun sayesinde tanışmış. Sarı kırmızılılar o yıllarda sahaya çıktıklarında hocalarından gördüklerini uyguluyorlarmış ve taraftarlara giderek aynı anda yumruklarını havaya kaldırırlarmış. Güzel bir görüntü, hoş bir espri oluşurmuş.
Tıpkı kendi karakteri gibi, hırçın, sert futbol oynatan bir İngiliz’miş Brian Birch. Hatta o kadar hırçınmış ki sahada foto muhabirlerini kovaladığı, onların fotoğraf makinelerini kırarak olay çıkarttığı bile olurmuş. Talebeleri ondan geri kalır mı, o günlerin yıldız futbolcularından Şevki ve Gökmen de, bir maçta numaralı tribüne tırmanarak seyirci kovalayacak kadar hırçınmış.
Fakat teknik direktörlerin, futbolcuların bu kadar hırçın olduğu bu dönemde bile, numaralı tribünde karışık otururmuş taraftarlar. Bu güne nazaran daha saf, daha spor doluymuş müsabakalar. Maç bitimlerinde galipler tebrik edilir, mağluplar teskin edilirmiş taraflarca… Bırakın kavgayı, dövüşü, küfür bile çıkmazmış ağızlardan.
İnönü Stadı’nda oynanan bir Beşiktaş - Fenerbahçe maçı sonrasında dağılan taraftarlar, Sarı-Kırımızı dolmuşu ile Taksim – Beşiktaş arasında ekmek parasını çıkaran o zamanların meşhur Galatasaraylı amigosu Karıncaezmez Şevki’ye tezahürat yapacak kadar da centilmenlermiş.
Avrupa’nın Fair Play kavramıyla henüz tanışmadığı bu dönemde, saha dışında bunlar olurken saha içinde kendi kabuğumuzun dışına çıkma başarısını gösterememişiz. Takımlarımızın Avrupa arenasında pek esamesi okunmazmış. 1954 özel maçta yaşanılan 3-1’lik Macar zaferi yıllarca mutlu etmiş taraftarları. Zaten Milli Takımımızın bir elin parmaklarını geçmeyen başarıları dışında, kulüp takımlarımızın adını pek duyan olmamış Avrupa’da…
30’lu yaşların henüz başında olduğumdan bunları tabii ki yaşama fırsatı bulamadım. Büyüklerimin bana anlattıklarıyla yetinmeye çalıştım imrenerek…
Hiç şüphesiz Türk futbolu o dönemden bu döneme kadar çok büyük başarılara imza attı. Saha içinde zaferlerden zaferlere koşuldu. Milli Takımımız üst üste iki defa katıldığı Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final oynama başarısı gösterirken, Dünya Kupası’nda 3. olarak gönülleri feth etti. Galatasaray UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı Türkiye’ye taşıdı. Bunun yanı sıra Şampiyonlar Ligi’nde birçok başarıya imza attı. Ama ya saha dışında…
80’li yılların ortalarından itibaren Türkiye hızlı bir değişime uğradı. Hızlı ve apar topar bir şekilde liberal ekonomiye geçiş, beraberinde değişen değer yargıları ve ahlaki değeri de getirdi. Her şey bir değişim aracı olan “para”ya endekslendi.
Çalışarak, hak ederek, layık olarak, toplumun itibar ettiği, saygı duyduğu mevkilere ulaşmak ve maddi-manevi kazanç sağlamak, imkansız hale gelirken; Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sosyal sınıfların hemen hemen hepsinin içinden bir kesit isteklerini gerçekleştirebilmek için anayasa ve kanunlardaki boşluklardan, iyi çalışmayan denetim mekanizmasından, caydırıcı özelliği olmayan ceza yasalarından faydalanarak, köşeyi dönmek için her türlü yolu mubah saydı.
Futbol ailesi de bu değişimden nasibini fazlasıyla aldı. Futbolumuz içindeki yönetici profilleri ve yönetim anlayışları hızla değişti. Başarı için her yol mubah diyen bu düşünce, yavaş yavaş ele geçirdi futbol camiasını. Ne kanun, ne nizam tanıyan bu anlayış “Yapanın yanına kar kalır. Ben yaptım oldu !” felsefeleri ile, ne hak gözetti, ne hukuk.
Futbolumuz; şike, teşvik, ve doping gibi kavramlarla tanışmaya başladı. Gazete ve gazeteciler de, Türkiye’de yaşadıkları için hem bu yozlaşmaya katkıda bulunduklarından, hem de katkıda bulundukları yozlaşmadan kendi paylarını aldıkları için bu sarmalın içinde yer aldılar.
İşte bu nedenle de benim jenerasyonumun o dostane görüntülerin yaşandığı, iyi oynayanın kazandığı, takımların eşit şansının bulunduğu bir futbol ligini yaşama ve seyretme şansı kalmadı.
Peki ne olacak bu Türk Futbolu’nun hali? Kim düzeltecek bu bozulan yapıyı?
Türkiye Futbol Federasyonu’nun bunu tek başına düzeltebilmesi imkânsız.
Her şey aslında şu sihirli sözcükte gizli; İyi ki varsın ezeli rakibim, edebi dostum. Futbol ailesi, içindeki kavgayı bırakıp bu kelimeyi söylemeyi ve uygulamayı başarabildiğinde eski günlere dönüş başlamış olacak.
Aslında düzelmek için tek bir yol var. Herkes futbol içinde bozulan ahlaki ve temel değerleri onarma çabası içinde olmalı. Radikal tedbirler alınmalı ve bunları acilen uygulamaya geçirilmeli.
Futbolcusundan taraftarına, yöneticisinden spor yazarına, devlet adamından teknik adama kadar uzanan geniş bir yelpazede, çeşitli çalışma gurupları kurularak, futbol camiasını bir araya getirecek büyük bir platform oluşturmalı ve bu platformda kaybolan futbol değerlerini tekrar Türkiye’ye kazandırma uğraşı içine girmeli.
Bunlar yapılırken de Türkiye Futbol Adamları Derneği, Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği, Türk Futbol Vakfı, Türkiye Spor Yazarları Derneği gibi konusu ve içeriği futbol olan önemli dernek ve kuruluşlardan da yardım ve destek istenmesi ihmal edilmemelidir.
Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Mehmet Ali Şahin de, kişilerle uğraşmak, intikam peşinde koşmak ve birilerinin çıkarları için kaos yaratmak yerine bu konulara eğilmiş olsa sanırım Türk sporu epeyce yol alır.
Bir futbolsever olarak beklentimiz, hem saha içinde hem de saha dışında Fair Play ruhunun yaşanması. Bir ütopya da olsa, umudumuz taraftarların tıpkı eskiden olduğu gibi kendi takımlarının şapka ve kaşkolleri ile birlikte maç izlemelerini görebilmek. Kim bilir belki de bu ütopya günün birinde gerçek olur!
8 Kasım 2006 Çarşamba
Hedef: Avrupa Şampiyonu Türkiye
08.11.2006 tarihli Stadyum Dergisi'nde yayınlanan yazım:
Şimdi okuyacağınız satırların bir benzerini bir kaç yıl önce yazmış ve hemen hemen aynı duyguları sizinle paylaşmıştım.
Siyasilerimiz, düşünürlerimiz, sanatçılarımız “Avrupa, Avrupa” diye çırpınıp, yırtınırken ve de kendilerince bu konuda maksimum gayreti gösterdiklerine inanırken, futbolcularımız ve futbolu yönetenler bu kapıyı çoktan araladı.
Siyasilerimiz, düşünürlerimiz, sanatçılarımız “Avrupa, Avrupa” diye çırpınıp, yırtınırken ve de kendilerince bu konuda maksimum gayreti gösterdiklerine inanırken, futbolcularımız ve futbolu yönetenler bu kapıyı çoktan araladı.
2000 yılında Galatasaray, Avrupa’nın en büyük kupalarından birini Kopenhag’da havaya kaldırırken aslında bir inanılmazı başarıyordu. Bugüne kadar takımlarımızın bir üst tura geçmesi bile zafer olarak adlandırılırken Galatasaray’ın böylesi bir kupayı alması elbette zafer ötesi bir şeydi. Fatih’in aslanları tabi ki kahramandı. Kupa Galipleri Kupası’nın o yıl iptal edilerek, UEFA Kupası’na eklenmesi ile daha da zorlaşan bu kupayı o sene kimin kazanacağı Avrupa’da da merak konusuydu. Ve Galatasaray’ın bu kupayı alması tüm Türkiye’yi olduğu kadar tüm Avrupa’yı da şoka soktu. Avrupa’yı şoka sokmakla kalmadı futbolda başarı çıtasını da çok yukarılara çıkardı.
Öyle ki Milli Takımımızın önce Avrupa Şampiyonası’na katılmaya hak kazanması ve hemen ardından bu turnuvada çeyrek final oynaması bile başarı olarak kabul edilmedi ve küçümsendi.
Milli Takımımızın Japonya’da yapılan Dünya Kupası’na gitmeyi garantilemesi ile birçok spor yazarımız felaket telalığı yapmaya başlamışlardı. “Rezil oluruz”, “Puansız döneriz”, “Şenol Güneş ile bu iş olmaz” ...
Spor basınında nerdeyse hiç kimse okuyucusuna ümit vermiyordu. Hemen herkes Ay Yıldızlı takımımızın eleneceği konusunda hem fikirdi. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy’a açık mektuplar yazılarak Teknik Direktör Şenol Güneş’in kellesi istendi. Güneş’in kariyerinin bu turnuvayı kaldıramayacağı iddia edildi... Başkan Ulusoy ise tüm bu eleştirileri göğüsleyip adeta kendini Güneş’e siper etti ve kendisine sonuna kadar güvendiğini açıkladı... Güneş ve onun futbolcuları da Başkan Ulusoy ‘un güvenini boşa çıkarmadı ve Türk ulusuna Dünya üçüncülüğü hediye etti.
Maalesef bu büyük başarı sonrasında iki dev turnuvanın kapısından döndük. Bu kapıları aralayabilmeyi başarsak belki de bu bugün ülke futbolumuzun yeni payeleri olacaktı. Özellikle Almanya’da yapılan Dünya Kupası’nı izlerken üzüntüden kahrolduk.
Bunları unutmak zorundaydık, unuttuk…
Şimdi ise ay-yıldızlılarımızın önünde yeni hedefler, kazanılması gereken büyük başarılar var.
Sezon başında Almanya’da geniş kadro ile yapılan hazırlık kampında temelleri atılan yeni milli takımımız, Avrupa Fatihi hocamızın elinde şekillenerek Moldova maçı ile gerçek kimliğini bulmaya başladı. Arda Turan, Nuri Şahin, Can Arat gibi birbirinden genç oyuncuları kadrosunda barındıran Ay Yıldızlı takımımız, Hakan Şükür, Rüştü Reçber gibi isimlerin tecrübe ve kalitesinden de faydalanmayı ihmal etmedi.
Hedefi olmayan takımlar başarılı olamazlar. Nitekim milli takımızın teknik direktörü Fatih Terim’de göreve geldikten kısa bir süre sonra yaptığı basın toplantısında, gazetecilere milli takımımızın hedefini açıkladı; AVRUPA ŞAMPİYONLUĞU…
Kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi?
İmkânsız mı dersiniz…
Milli takım atmosferini en yakından yaşayan biri olarak her şeyden önce şunu belirtmeliyim. Çok büyük aksilik olmadığı takdirde bu takım final oynayacak ve AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Bunu futbolcuların içindeki azmi ve hırsı çok iyi bildiğim için söylüyorum. Bunu inandığım için söylüyorum. Bunu cezalı maçlarında tüm olumsuz şartlara rağmen tek bir puan bile kaybetmeyen ay - yıldızlı takımımıza güvendiğim için söylüyorum…
Bu takım AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Ama sevgili spor yazarlarımızın kadrosu ile değil Fatih hocamızın kadrosu ile şampiyon olacak. Basınımızın pek sevmediği ve sürekli eleştirdiği Haluk Ulusoy ve arkadaşlarının desteğiyle şampiyon olacak. Ve her okuduğuna inanmayan, mantığını da göz önüne alan taraftarıyla şampiyon alacak...
11 Mart 2003 Salı
Bir derbinin düşündürdükleri
“Topu, ayak vuruşu ile karşı kaleye sokma kuralına dayanan ve on birer kişilik iki takım arasında oynanan top oyununu, ayak topu.” Türk Dil Kurumunun sözlüğünde futbol kelimesinin karşısında aynen böyle yazıyor. Ne acıdır ki yavaş yavaş futbolun sadece oyun olduğunu, amacın sadece eğelenmek ve eğlendirmek olduğunu unutmaya başladık.
“Savaşa Hayır” sloganlarının atıldığı Türkiye’de futbol oyunu, “soğuk savaşa” döndü. “Soğuk savaş” bu hızla giderse “Sıcak savaşa” dönecek. Herkes bunun farkında.. Nasıl ki Amerika tüm Dünya’ya rağmen ben savaşacağım diyor ve kimse buna engel olamıyorsa, Türkiye’de de futbol üzerinde dönen oyunlara kimse dur diyemiyor. “Sportif rekabet” mantığını bir kenara bırakan yöneticiler, spor ile alakası olmayan ve kendi rantları peşinde koşan insanların eksenine giriyor.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü içindeki oldukça yetkili bir arkadaşım, Galatasaray – Fenerbahçe maçı öncesi Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın, maçtan sonra bir takım olayların çıkacağını belirterek kendilerinden 15 yakın koruma istediğini, söyledi. Anlaşılan Şeref Tribünün de çıkan olayların kokusu maçtan günler önce çıkmış.
Maç sonrasında Şeref Tribünün hemen yanındaki VIP tribününde sıcak saatler yaşanıyor. Polis kime el atsa yetkili, kime el atsa görevli. Tam birini topluluktan ayıracak, hemen oradan bir yönetici “Hooop o benim yakınım” diyor. Polis mecburen geri çekiliyor. Mecburen olaylara seyirci kalıyor. Ne de olsa, iki tarafta birilerinin yakını.
Ne yapacağını şaşıran polis, iyi madem birileri suçlu olmalı deyip kabağı basının başına patlattı. Bir polis şefi “Burada bir tane muhabir bir tane kamera istemiyorum” diyerek emrindekileri gazetecilerin üzerine sürdü ve olayların sonrası ve gelişmeleri görüntülenemedi.
Olaylar henüz durulmuştu. Şeref Tribünün içinde ürpermiş gözlerle etrafı inceliyor ve konuşulanlara kulak kabartıyordum. Bir yönetici, yanındaki arkadaşına ballandıra ballandıra nasıl kavga ettiğini şöyle anlatıyordu: “ Ya zaten kıl oluyorum herife ... Baktım buraya gelmiş, yok (burası VIP, sakin olun beyler), yok (akıllı olun beyler) diyor. Hemen akıllandırdım. Çakınca iki tane nasıl da sindi şerefsiz”. Diğeri, “Ya abi yere düştü ya, tüm hırsımı aldım” diyor. Tüm bunlar konuşulurken bile gözlerindeki kini ve nefreti görebiliyorsunuz.
***
Büyük derbide gözden kaçan birkaç ayrıntı daha vardı. Bunlar ne gazete satırlarına, ne de ekran karelerine yansıdı.
Maç 2-0’ a gelmiş ama buna rağmen Galatasaray atak üstüne atak yapıyor, Fenerbahçe kalesinde farkı arıyordu. Rüştü kalesinde soluk alamazken, Ümit Davala ’nın da dediği gibi Mondragon kalesinde adeta çay içiyordu. Galatasaray taraftarı sin-kaflı tezahüratlarının yanı sıra, her oyun durduğunda, Fenerbahçe futbolcularının üzerine yabancı madde yağdırıyordu.
Özel bir şirkete ait olan Ali Sami Yen Stadı’nın ses sisteminin başında anonsları yapan hukuk öğrencisi Emre diye gencecik bir çocuk var. Emre en fanatik taraftardan daha fanatik. Durduğu yerde duramıyor. Sarı-Kırmızılı yöneticiler gerilen atmosfer içinde her fırsatta Emre’den tribünleri sakinleştirmesi için anons yapmasını söylüyorlardı. Emre’de istemeye istemeye de olsa görevini yapıyor ve “Lütfen yapmayın” diye adeta taraftara yalvarıyordu.
Tam bu sırada, Galatasaray yedek kulübesinden masör Erkan Kazancı fırlayarak geldi ve “Onlar bize orada neler yaptı. Tribünleri coşturmak için tüm olanakları kullandı. Siz burada seyirciyi frenliyorsunuz. Bırakın ne yapıyorlarsa yapsınlar. Hem bak Fatih hocada kızmaya başladı. Bak karışmam sonra” diye adeta Emre’yi tehdit etti. Daha Erkan Kazancı sözünü bitirmeden yedek kulübesinden Arif ile Vedat çıkageldi. Zavallı çocuk ne yapacağını bilemedi.
Emre kekeleyerek , “Kem küm…Hakem, anons, yönetici…” diye bir şeyler anlatmaya çalışırken Fatih Hoca’nın bir bakışı yetti. Yutkunarak başladı “Re re ra ra Galatasaray Galatasaray Cimbom.” Daha anons bitmeden 4. hakem Muhittin Boşat Emre’nin yanında bitti. “Seni sahadan atarım” Boşat’ın seni atarım dediği yer ses kulübesinin bir adım arkası Galatasaray Özel Locası. Yani yaptırımı yok. Ceza mı ? Ceza zaten gelecek. Öyle de gelecek böyle de gelecek. Bağırsan da gelecek bağırmasan da…
Daha birkaç dakika geçmişti ki , yeni açık tarafında Fenerbahçe’nin kullanılmak istediği ve bir türlü kullanamadığı korner atışı sırasında aynı Fatih Terim ve futbolcular tribünleri “Aman durun atmayın. Aman yapmayın“ diyerek sözde sakinleştirdi. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”
***
Ve bir zamanlar Sarı Kırmızılı tribünlerin sevgilisi olan Fatih Akyel… Şimdilerde ise aynı taraftarın can düşmanı. Fatih maç boyunca ıslıklandı, maç boyunca küfür yedi. Aslında bun hazırlıklıydı da. Maç öncesi Galatasaray soyunma odası önünde eski takım arkadaşlarıyla sohbet ederken, cebinden kulak tıkaçlarını çıkararak, “Bugün en ihtiyacım olan şeyler bunlar” diyerek şakalaştı bile.
Ama aynı Fatih taraftarın basıksına dayanamadı. Maçta kötü oynaması bir yana, bir pozisyon sonrası eski hocasının da kalbini kırdı. Fenerbahçeli Serhat’ın ofsayt gerekçesi ile sayılmayan golü sonrasında golün iptal edildiğinden habersiz arkasını dönerek, Galatasaray yedek kulübesine sevinçle ! el kol işaretleri yapmaya başladı. Fatih Terim ise golün iptal olduğunu anlatmak için alaylı bir ifade ile arkanı dön gibisinden bir hareket yaptı. Fatih eski hocasının kendisine kızdığını düşünerek “ Sana ne istediğim gibi sevinirim” diyerek hareketlerine devam etti ta ki durumun farkına varıncaya kadar. Birkaç dakika sonra yedek kulübesi önünden kullandığı bir taç atışı sırasında ise durumu toparlamaya çalıştı “Hocam sakın yanlış anlama hareketlerim sana değildi !“
***
Bir tarihi derbi daha geride kaldı. Ama umarım düşündürdükleri bize bir şeyler kazandırır ve Türk Futbolu’nda açılan şiddet yarasının kapanmasına yardımcı olur.
9 Şubat 2003 Pazar
Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur
Sporun Sesi İnternet Sitesi'nde yayınlandı...
Nerelerden nerelere… Tozlu topraklı, çamurlu amatör sahalarda başladığım gazeteciliğimin ilk günlerinde; günün birinde ülkenin en ünlü futbolcularının basın danışmanlığını yapacaksın, ülkenin en fazla okunan medya organlarında yazacaksın deseler, inanmazdım sanırım.
İnternet sitelerine yazı yazmayı niye çok seviyorum biliyor musunuz? Sizi kimse sınırlamıyor. Ne uzunluk kısalık konusunda, ne de yazacağınız yazının içeriği hakkında. Dilediğiniz gibi yazabiliyorsunuz. Aklınızdan o an geçenleri anında okuyucularla paylaşabiliyorsunuz. Teknolojinin gelişmelerini yakından takip etmeyen ve bu nimetlerden faydalanmayan bir çok eski gazeteci ağabeylerim ise çağımızın bu mucize medya organına öcü gözüyle bakıyorlar. Bir türlü kabullenemiyorlar. Bu konudaki düşüncelerimi ileriki yazılarımda sizinle uzun uzun paylaşacağım.
İlk kez tanıştığım hemen herkesin bana sorduğu ilk şey “Nasıl gazeteci oldun ?” sorusu oluyor. Aslında bir okuyucu olarak ben de okuduğum gazetecilerin nasıl gazeteci olduğunu merak etmiyor değilim. Bu nedenle sporunsesi.com için yazdığım ilk yazımda, sınırsız yer avantajımı da değerlendirerek size nasıl gazeteci olduğumu anlatacağım.
1987 senesinde Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanındaki Kenan Evren Lisesi’nde, henüz Ortaokula gidiyordum. Sıkı bir Galatasaraylı olmama karşın futbola olan sevgim nedeniyle, okul çıkışlarında boş vakitlerimi Dereağzındaki Lunapark’a gitmek yerine, Fenerbahçe antrenmanlarını izleyerek değerlendiriyordum.
İşte o zaman bu meslekle tanıştım.“Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” sözünü doğrularcasına burnumu her deliğe sokardım. Sobayla ısınan köhne soyunma odalarının içlerine kadar girer futbolcuları izlerdim. Sonra izlenimlerimi sınıf arkadaşlarıma anlatır ve de okulun duvar gazetesine yazardım.
İşin en eğlenceli tarafıysa gizlice girdiğim soyunma odasından çıkarken başlardı. Patika yolda bekleyen taraftarlar, beni o zamanlar fizik olarak ve yüz hatları olarak tıpa tıp benzediğim, devrin en ünlü futbolcusu 'Küçük Dev Adam' İlyas Tüfekçi sanarak imza alma yarışına girerlerdi. Ben de hiç bozuntuya vermeden imza dağıtır, soruları yanıtlardım. Benim bu uyanıklığımın farkına varanlar da yok değildi. Doğal olarak özellikle gazeteciler yemiyordu bu numaramı. O zamanlar Güneş Gazetesi’nin genç Fenerbahçe muhabiri olan Sadi Kemal Yaşar ve Türkiye Gazetesi’nin zıpkın muhabiri Hasan Sarıçiçek de bu numaramın farkına varanlardandı. Hoşlarına gitmişti bu muzipliğim ve atılganlığım. Sadi Kemal Yaşar’ın “Gel Çamlıca sahasının amatör muhabiri ol” demesiyle gazetecilik denen bu virüsü kaptım.
Sonra da bir türlü atamadım benliğimden bu mikrobu. Gerçekten de gazetecilik bir hastalık gibidir. Hiçbir gazeteci hayatından memnun değildir. Hangi gazeteciye sorsanız hep kurtulmak ister bu meslekten. Ama hiç biri de başka bir iş yapamaz. Bırakamaz gazeteciliği. Çünkü bir kere tadını almıştır haberi koklamanın, bilgiyi ilk elden almanın ve de okuyucu ile paylaşmanın. Hemen hepsi birkaç kere ayrılmayı da denemiştir meslekten. Ayrılmayı başaranlar yok denecek kadar azdır.
İşte amatör olarak başladığım bu meslekte daha sonra o burnumu her yere sokmanın avantajını kullanarak Güneş Gazetesi’nde önce amatör muhabirlerden sorumlu editör, sonra da Gecelerin Kartalı Değer Eraybar’ın yanında Gece Sorumlusu oldum. En nihayetinde ilk spor müdürüm İlker Ateş beni belki de Türkiye’nin en genç Galatasaray Muhabiri olarak görevlendirdi.
Ve böylece bu dünyaya ilk adımlarımı atmış oldum. Yılar yıları kovaladı. O gazete senin, bu televizyon benim derken bir anda kendimi basının farklı bir kolunda buldum. Bir zamanlar futbolcu taklidi yapan ve onlara yakın olmaya çalışan ben, bugün ülkenin en ünlü futbolcularının basın danışmanlığını yapan bir gazetecisi oldum.
İşte bir gazetecinin gazeteci oluşunun öyküsü… Ama şunu hiç unutmayın aslında “Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur”.
22 Haziran 2000 Perşembe
Avrupa Şampiyonu Türkiye
TFF Magazin dergisinde yayınlanan yazım:
Önce Galatasaray sonra Milli Takım... Günlerdir gazetelerin sayfalarını futbol haberleri süslüyor. Sporu, özellikle de benim gibi futbolu seven biri için oldukça keyifli bir olay bu. Siyasilerimiz, düşünürlerimiz, sanatçılarımız Avrupa Avrupa diye yırtınırlarken ve de kendilerince bu konuda maksimum gayreti gösterdiklerine inanırlarken, futbolcularımız bu kapıyı çoktan aradılar.
Galatasaray Avrupa’nın en büyük kupalarından birini Kopenhag’da havaya kaldırırken aslında bir inanılmazı başarıyordu. Bugüne kadar takımlarımızın bir üst tura geçmesi bile zafer olarak adlandırılırken Galatasaray’ın böylesi bir kupayı alması elbette zafer ötesi bir şeydi. Fatih’in aslanları tabi ki kahramandı. Kupa Galipleri Kupası’nın kaldırılarak UEFA Kupası’na eklenmesi ile daha da zorlaşan bu kupayı bu sene kimin kazanacağı Avrupa’da da merak konusuydu. Ve Galatasaray’ın bu kupayı alması tüm Türkiye’dekileri olduğu kadar tüm Avrupa’yı da şoka soktu.
Milli Takımımızın Kasım ayında Avrupa Şampiyonası’na gitmeyi garantilemesi ile birçok spor yazarımız felaket telalığı yapmaya başladılar. “Rezil oluruz”, “Puansız döneriz”, “Denizli ile bu iş olmaz” .....
Spor basınında hiç kimse okuyucusuna ümit vermiyordu. Herkes Ay Yıldızlı takımımızın eleneceği konusunda hem fikirdi. Ama yine de bu büyük turnuva başlarken başlıklara biraz da okuyucuya şirin gözükmek gayesi ile “Bu takım final oynar”, “Kupayı alırız”, “Neden olmasın” gibi iç gıcıklayıcı mesajlar yansıdı.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim. Çok büyük aksilik olmadığı takdirde bu takım final oynayacak ve AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Kimse beni deli zannetmesin. Bunu futbolcuların içindeki azmi ve hırsı çok iyi bildiğim için söylüyorum. Bunu inandığım için söylüyorum. Yoksa değerli medyamız böyle yazdığı için değil. Yani dolduruşa gelmedim.
Mustafa Denizli’ye yazılmadık açık mektup kalmadı. Niye Galatasaraylı futbolcularla sahaya çıkmıyormuş, Fatih Terim kompleksi varmış, Fenerlileri kolluyormuş, kampta disiplin yokmuş.... daha neler neler.
Sanki bu takım değildi elemelerde mücadele eden Almanya’yı Bursa’da ezen, evinde dize getiren. Sanki bu takım değildi Finlandiya gibi bir takıma 4 çeken. Sanki o maçlarda takımda kendi takımında dahi giyemeyen Fatih oynamıyordu. Sanki o maçlarda takımdaki Fenerli sayısı fazla değildi. Sanki Avrupa’da ilk kez yarı final oynayan bir takımın hocası Mustafa Denizli değildi.
İlk maçta aforoz edilen Mustafa Denizli ve talebeleri ikinci maçta ilk maçtan daha kötü bir oyunla İsveç ile berabere kaldılar. Ama bu kez sahada basının istediği bir ilk 11 vardı. Bu bile sevgili spor yazarlarımızın ağız değiştirmesine yetmişti. “Mustafa Hoca doğruyu bulmuştu... “
Kader maçı olan Belçika maçına Mustafa hoca tamamen kafasındaki 11 ile çıktı. İlk 30 dakika takımımız çok kötü bir oyun sergiledi. Her an bir gol yiyebilirdi. Ve belki de bu gol bir faciaya yol açabilirdi. Fakat işte tam devre biterken Hakan Şükür imdada yetişti ve altın bir gol attı. İkinci yarıda Türkiye turnuva boyunca oynadığı en etkili oyunu sahaya yansıttı ve çeyrek finale kaldı.
Eğer maçı kaybetmiş olsaydık idam sehpasını hazırlamış olan spor basınımız, hemen tiraj ve reyting faktörünü göz önüne alıp Mustafa Denizli ve talebelerini kahraman ilan ettiler. Tabi kendilerine de pay çıkararak. “Eleştirdik ve doğru yolu buldular “
Bu takım AVRUPA ŞAMPİYONU olacak. Ama sevgili spor yazarlarımızın kadrosu ile değil Mustafa hocamızın kadrosu ile şampiyon olacak. Basınımızın pek sevmediği Haluk Ulusoy ve arkadaşlarının desteğiyle şampiyon olacak. Ve her okuduğuna inanmayan, mantığını da göz önüne alan taraftarıyla şampiyon alacak....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)