28 Ocak 2012 Cumartesi

Fenerbahçe kendi kalesine gol attı


Türk Futbolu tarihine tanıklık etmeye devam ediyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız, gelecek nesil bu günleri kitaplarda okuyacak. Bu süreci yakından yaşayanlardan olduğumuz için kendimizi şanslı mı hissetmeliyiz, yoksa kahretmeli miyiz bilemedim?

1992 yılında Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerkliğe kavuştuğu tarihten bu yana yapılan genel kurullardan sadece üçüne katılamadım. Yanılmıyorsam o günden bu yana tam 17 genel kurul gerçekleşti. Bu genel kurullarda silah da çekildi, çiçek de verildi. Ama hiç biri bu kadar ilginç değildi. Böylesini yaşamamıştım. Öncesiyle, sonrasıyla bu diğerlerinden çok farklıydı.

TFF genel kurullarının en büyük özelliği, toplantının yapıldığı salonda yaşanılanlardan daha ziyade, lobide yaşanılanların süreci etkilemesidir. Bu yüzden genel kuruldan önceki gece herkes için hayati önem taşır. Delegeler lobide harıl harıl kulis yapar, nabız yoklarlar. Ertesi gün de lobinin fikri salondaki genel kurula yansır. Bu hep böyle olmuştu. Ancak bu defa kesinlikle öyle olmadı.

Genel Kurul’dan bir önceki gece üç maç olması elbette etkenlerden biriydi. Nitekim maçı olan takımların delegeleri otele çok geç saate gelirken, maçı olmayan takımların delegeleri lobide oturmak yerine odalarına çıkıp maç izlediler.

Kapıda delegeleri Başkanvekili Göksel Gümüşdağ karşıladı. Hani şu Başkanvekilliğini yaptığı TFF tarafından disiplin kuruluna sevk edilen ve futbol camiasında küfür etmediği isim kalmayan, torpilli yönetici. Şahsen ben kendi adıma böyle bir isimin hala o koltuğu işgal ediyor olmasından utanıyorum. Nitekim delegelerden de benim gibi düşünen hiçte azımsanacak sayıda değildi.

Gece sakin geçerken, sabah herkes birbirine, “Ne olacak şimdi?”,Kabul edersek ne olur, kabul etmezsek ne olur?” şeklinde sanki uzaydan gelmişçesine sorular soruyordu. Büyük bir belirsizlik vardı. Delegeler ortada şaşkın ördek yavrusu gibi dolaşıyordu. Süper Lig kulüpleri olaya daha vakıftı. Zira sürekli toplandıklarından ve süreci yönettiklerinden daha bilinçliydiler. 
Divan Başkanı oylamayı etkiledi

Salona girildiğinde yapılacak oylamadan az bir farkla evet çıkması muhtemel gözüküyordu. Çünkü o güne kadar yapılan tüm genel kurullarda TFF tarafından verilen hiçbir önerge ret olmamıştı. Ancak, buna rağmen bu az fark ‘Evet’çileri endişelendiriyordu ve işlerini garantiye almak istiyordular. Kulis için zaman bulunamamıştı. Yanlış bir şey yapmaktan korkuyorlardı. Nitekim bir önerge verdiler ve 1 saatlik ara talep ettiler. Divan Başkanı Yalçın Karadeniz de ‘Evet’çiler gibi düşünüyordu. Bunu da başkanlığını yaptığı divandan açık açık söyledi ve delegelerden 1 saatlik ara için evet oyu istedi. Ancak ‘Evet’ diyenler, ‘Hayır‘ diyenlerin nerdeyse yarısı kadardı. Fakat Divan Başkanı oylamayı hiçe sayıp arayı verdi.

İşte ne olduysa bu arada oldu aslında.

Divan Başkanı’nın bu tavrı özellikle 3. Lig kulüpleri tarafından çok büyük tepki topladı. Verilen arada da Süper Lig Kulüpleri kendi aralarında ciddi bir şekilde birbirine girince, hatta yumruklaşmaya varan kavgalar yaşanınca, ara sonrasında delegeler arasında bir denge oluştu.

Daha önceki bütün genel kurullarda konuşmacılar dinlenmez, konuşmalar esnasında salon boşalır ve oylamaya kadar delegeler dışarıda kulis çalışması yapardı. Oysa bu kez çok fazla konuşmacı olmasına rağmen, hemen hemen bütün delegeler pür dikkat konuşmacıları dinledi. Özellikle Şenol Güneş ve Altay Başkanı Ömer Hızlıok’un konuşmaları delegelerin fikirlerinin değişmesinde büyük rol oynadı.

Genel Kurul öncesinde Fenerbahçe büyük bir blöf yaparak 58. Madde değişmesin diye görüş bildirmişti. Nitekim Fenerbahçe adına kürsüye çıkan her konuşmacı bu yönde konuştu. Konuştu konuşmasına ama aslında bu maddenin değişmemesi halinde en büyük zararı kendileri göreceklerini biliyorlardı. Ama maddenin değişeceğinden o kadar emindiler ki! Mağduru oynamak ve bundan prim yaparak hem değişmiş maddede daha az cezayla yırtmak hem de aslında istediklerinin olması en büyük arzularıydı.

Ama beklenen olmadı. Lütfi Arıboğan’ın delegelere teklif ettiği rüşvet gibi yardım teklifine rağmen, şike karşıtı delegeler kazandı ve madde olduğu gibi kaldı.

Fenerbahçe bu sonuçla adeta kendi kalesine gol attı. Çünkü 30.000 sayfa belge ve 400 küsür sayfa iddianame, üstüne üstlük Etik Kurul raporu karşısında ceza almamaları imkânsız gözüküyordu. Kendi kalelerine attıkları bu golle, aslında kendileri ile birlikte diğer rakiplerini de aşağıya çektiler. “Biz düşeceksek siz de bizimle geleceksiniz” dediler. Zira Galatasaray ve Fenerbahçe taban tabana zıt oldukları bir konuda nasıl olur da fikir birliği yapar, aynı yönde oy kullanır? Bunun başka bir izahı var mı?

Şenes Erzik konu mankeni

UEFA’da Platini’den sonra en etkin isim olarak bilinen, TFF’nin de Onursal Başkanı durumundaki Şenes Erzik’in tavrı ise tam bir hayal kırıklığıydı. Türk Futbolu can çekişirken yardım elini uzatmak yerine izlemeyi tercih etti. Yol göstermek, akıl vermek şöyle dursun, çıkıp görüşünü bile söylemeye yüreği yetmedi. Elini taşın altına koymaktan, kaçındı. Yine kendini düşündü. Adı yıpranmasın diye sessizce olanı biteni izledi.

Oysa aynı Şenes Erzik 2006’da UEFA adına gelen gözlemciyi yaptığı konuşma sonrası 4 büyük kulüp başkanı ile görüştürmüş ve adeta baskı yaparak konuşmasını değiştirtmişti. Nitekim sonrasında bu baskı ve UEFA’nın gözünü yumması neticesinde Hasan Doğan başkan seçilmişti. O zaman çıkıp konuşan, her türlü riski alan Şenes Erzik bu defa süt dökmüş kediydi!

Kasımpaşa neden sustu?

Bir başka hayal kırıklığı da Suha Sidal’dı. Bir hafta önce katıldığı bir televizyon programında, Türk futbolu Göksel Gümüşdağ'dan kurtulmalı", “Genel Kurul’a gelirse orada onu rezil edeceğim” diye veryansın eden Sidal da sesi soluğu çıkmayanlardandı.

Genel Kurul sona erdiğinde kaos biteceğine daha da arttı. Hiç kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Mehmet Ali Aydınlar’ın istifa edeceği sinyalleri vermesi üzerine işler hepten karıştı. 58. madde bu durumda ne zaman işleyecek?  UEFA ne kadar süre verdi? Takımlar hemen mi düşürülecek? Mehmet Ali Aydınlar istifa ederse yerine kim gelecek? Herkes birbirine bu soruları sordu durdu.

Bence Mehmet Ali Aydınlar muhteşem bir kapanış konuşması yaptı. Aldığım duyumlara göre Yönetim Kurulu arkadaşlarına “İstifa etmeliyiz” dedi. Ancak özellikle Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ bu fikre karşı çıkarak devam etmeleri gerektiği konusunda Başkanı ikna etti. Kafası karışan Mehmet Ali Aydınlar’da bir hafta düşünmek için süre istedi. Bence bu süreyi bile beklemeden Genel kurul kararı alacak ve istifa edecek.

Çünkü gündemin bu kadar yoğun ve karışık olduğu bir dönemde tatile çıkmanın izahı olmadığı gibi aslında kabul edilir tarafı da yok.

Aslında bakılırsa bu Yönetim Kurulu 14 Şubat 2006’da seçilen Hasan Doğan Yönetimi’nin uzantısı. Her ne kadar 2 başkan değişmiş olsa da iskelet aynıdır. Zaten o tarihten bu yana da delegeler kendi hür iradelerini genel kurullara yansıtamıyorlardı. Ta ki bu genel kurula kadar. Çünkü bu Genel Kurul’da bir işaret gelmedi. Görüldü ki delegeler hür iradeleri ile karar aldıklarında mevcut yönetim delegeler üzerinde etkili olamıyor.

Olası bir seçimde, bir işaret gelmezse bu iskelet kesinlikle bozulacak. Lütfi Arıboğan ve Göksel Gümüşdağ’ın ellerini Türk Futbolundan çekmesiyle de her şey yoluna girecek ve nefes almaya başlayacaktır.

Bahis soruşturması kapıda

Bu arada çok yakında şike soruşturmasının devamı niteliğinde bir bahis soruşturması olacağı konusunda duyumlar aldım. Eğer bu duyumlar doğruysa yine bir sabah sürpriz gözaltılarla yataklarımızdan kalkabiliriz. 

22 Ocak 2012 Pazar

Tamamen duygusal!

Fenerbahçeli olmak zor zanaat. Fenerbahçeli dostlarımızın şu son on yılda başına gelenler, sanırım pişmiş tavuğun başına gelmedi. Üzüntülerinden kurtulmak, mutluluk tatmak, büyük sevinçler yaşamak için gönülden bağlandıkları Sarı Lacivertli renkler, üzüntülerine üzüntü, dertlerine dert kattı.  Şu dönemde kesinlikle Fenerbahçeli olmak istemezdim. Temmuz ayında görmeye başladıkları kâbustan bir türlü kurtulamadı Fenerbahçeliler. 8 takımın adının geçtiği şike soruşturmasında tek konuşulan ve adı sürekli ön planda olan takım maalesef Fenerbahçe. Ne yazık ki büyük olmanın ceremesini fazlasıyla çekiyor bu güzide kulübümüz. Ancak Beethoven'ın da dediği gibi "Bütün mesele, iyi ve büyük görünmek değil!... Gerçekten iyi ve büyük olmaktır." 


Allah bana üç büyük takımımızın da kulüp muhabirliğini yapmayı nasip etti. Bu nedenle üç camiayı da yakından tanıyorum. Yıllarımı verdiğim Galatasaray'ı elbetteki diğerlerinden daha iyi tanıyorum. Ama bildiğim tek şey var herkes aynı geminin içinde.
Hiç şüphesiz Fenerbahçesiz bir Galatasaray, Galatasaraysız bir Beşiktaş, Beşiktaşsız bir Fenerbahçe düşünülemez. Bu kulüplerimiz Türk futbolunun temel taşlarıdır. Bunlardan biri olmayınca futbolun ne tadı olur ne de tuzu. Biri yoksa diğerlerinin de önemi yok.

Ne hâkimim ne de savcı? Ancak ortada dolaşan bilgi belgeler bakıp da Fenerbahçe şike yapmamıştır demek için ya çok saf olmak gerekiyor ya da durumu kabullenmemek. Aslında herkes durumun farkında ama dilli varmıyor kimsenin bunu açık seçik ifade etmeye. İfade edenler tu kaka oluyor, dışlanıyor. Oysa ki Atatürk'ün  “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” sözünü örnek almayı başarabilsek, çürük elmaları ayıklayabilsek, her şey çok daha güzel olacak.

Türk Futbol tarihinde şike yapan ilk takım elbette ki Fenerbahçe değil. Bugüne kadar şike yoktu, ilk kez geçtiğimiz sezon şike yapıldı diyen taş olur. Bunun böyle olmadığını bu camianın içindeki herkes biliyor. En bariz örnek olarak gösterilen Galatasaray’ın Beşiktaş’la yarıştığı sezonda Ankaragücü maçında yaşanılanları ise herhalde sağır sultan bile duymuştur. O maçın görüntülerini internetten ve yandaki linkten tekrar izleyebilmeniz mümkün. Görüntüler bile belge olmaksızın şike şike diye bağırıyor. Şike hep vardı ve şampiyonlukları hep etkiledi. Hatta daha doğrusu şikesiz şampiyonluk kazanılan şampiyonluklar bir elin parmakları kadar yoktur.

Ama bu duruma bir dur demek gerekiyordu. Nitekim cesur bir savcı çıktı ve o günler geride kalacak dedi. Öyle de olmalıydı. Hiç umulmadık bir şekilde sonuna kadar gitti. Polis de üzerine düşeni yaptı ve çok zor bir konuyu belgelendirmeyi başardı. Şimdi top mahkemede. Mahkeme pozisyona uzak mı kalır golü mü verir, yoksa ofsayt mı der bunu 14 Şubat günü göreceğiz.


Ama bu durumdan rahatsız olanlar da azımsanmayacak kadar çok. Taraftarlığımız, fanatikliğimiz, renktaşlığımız ve en önemlisi ekonomik kaygılarımız; mantığımızın, hakka hukuka olan inancımızın çok daha önüne geçti.

Öyle ya Fenerbahçe’nin olmadığı bir ligin yayın görüntülerini kime pazarlayacak Lig TV? Lig TV’nin para vermediği bir TFF, diğer kulüplere nereden bulupta para verecek? TFF’nin para veremediği kulüpler, gırtlağına kadar girdikleri borç batağından nasıl kurtulacaklar? Bu bir sarmal. En kolay çözümü de Fenerbaçe’yi her ne olursa olsun Lig’de tutmak.


Peki gerçekten çözüm bu mu? Başka çözüm yok mu? Elbette başka çözümler vardı da, arayan yoktu? Beceriksiz ve basiretsiz TFF Yönetimi bu vasıflarına bir de taraflılığı ekleyince bugünlere geldik.


Herkes elini vicdanına koymalı ve bu kadar belge karşısında rakip takımın taraftarı olsa ne düşünürdü onu dille getirmeli. Bunları görebilmek dillendirebilmek için, Fenerbahçeli dostlarımızın dillerine doladıkları masumiyet karinesi kadar tarafsızlık ilkesini de unutmaması gerekiyor. 

Asıl sorun şimdi başlıyor kimse farkında değil! Yaptırımların bir kereye mahsus uygulanmaması gibi abuk bir kararın uygulanması durumunda Türk Futbolu büyük bir çıkmaza girecek.  UEFA’nın TFF’ye dolaylı ve direkt uygulayacağı büyük yaptırımları saymıyorum bile. Öncelikle artık Fenerbahçe’nin adı lekelenmiş durumda. Yetişen yeni nesil, girdiği her ortamda rakip taraftarlarca üzerine yapıştırılacak şikeci yaftasını işitmek istemeyeceğinden, sarı lacivertli kulüp sürekli taraftar kaybedecek. Bu da gelecek on yılda Türk Futbolundaki dengeleri değişmesine neden olacak. Gelecekte herhangi bir nedenle büyük bir ceza alması gündeme gelen her takım, geçmişte yapılmış olan bu uygulamayı örnek göstererek bir kereye mahsus af isteyecek. Bu çözümsüzlük ve karamsar tablo böyle uzar gider…

Benim asıl anlayamadığım Fenerbahçe taraftarının, takımını bu batağa sürükleyen yöneticileri hala savunuyor olması. Bariz bir şekilde görülüyor ki birileri sürecin bu şekilde yürümesini istiyor. Çünkü Fenerbahçe ismiyle, yöneticiler birbirinden ayrılırsa, Fenerbahçe ismi temizlenir ama yöneticiler kendi başlarına kalır.

İddianameyi ve ekindeki 70 klasörden oluşan yaklaşık 30.000 sayfayı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ancak bu klasörlerce dosyalarda şaşırtıcı olan şeylerde yok değil! Nerdeyse yarısından fazlası Fenerbahçe ile ilgili olan bu dosyalarda, nedense Fenerbahçe'nin Aziz Yıldırım’dan sonraki en önemli isimlerinin nerdeyse hiç ismi geçmiyor. Bu yöenticiler alelâde yönetici değillerdi oysa. Etkinlikleri ve güçleri ile isimlerinden söz ettiriyorlardı. Şike ile ilgisi olmayan olağan yönetim kararlarının bile detaylarının yer aldığı bu dosyalara göre, bu yöneticiler bırakın etkin olmayı sıradan bile değillermiş. Bu benim fazlasıyla dikkatimi çekti.

Fenerbahçeli dostlarımın dikkatini Maksim Gorki’nin şu sözüyle çekmek istiyorum :  “Bir sürü dostunun içinde elbet düşmanların olacak ama unutma ki, onca düşmanın içinde belki seni dostun vuracak.”

14 Ocak 2012 Cumartesi

UEFA’nın sonu geliyor mu?

Çamur içinde balçık bir saha ve daha çok Amerikan Futbolu’ndaki uzun direkleri andıran, tahtadan derme çatma kaleler arasında onlarca genç. Yusyuvarlak sıkıştırılmış bir nesneye vurup, oradan oraya koşuşturup duruyorlar.

19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de farklı bir oyun oynamak amacıyla yola çıkan bu gençler, icat ettikleri oyunun gelecekte, bacasız bir sanayiye dönüşeceğinin farkında olsalar, ne yaparlardı acaba?

Adına, ayak topu, yani İngilizce olarak Futbol denilen bu oyun, aradan geçen zaman içinde kabuk değiştirip, bugün bütçesi milyar dolarlarla ifade edilen dev bir sektör haline geldi. 

Öyle ki futbol kimi zaman yönetim şekli bile oldu. Bugün bile kanlı çatışmaların yaşandığı İspanya’da, ülkesini uzun yıllar gül gibi yöneten İspanya Kralı Dede Carlos ölüm yatağında kendisine başarısının sırrını soran medya mensuplarına, sırının (3F)’de gizli olduğunu açıklar. İlk “F” Fiesta, yani dini ayinlerdir. İkinci “F” Futbol, üçüncüsü ise yine futbolun getirdiği festivallerdir.

Avrupa Futbolunun şu anki patronu pozisyonundaki UEFA’nın bu seneki bütçesinin 2,5 milyar İsviçre Frank’ının üzerinde olduğunu ve bu kuruluşun 16 büyük organizasyonu tertip ettiğini söylersek sanırım, ne denli büyük bir sektörden bahsetmiş olduğumuzu anlatabiliriz.

Futbol, içindekine bu kadar güç katınca ve de bu sektörde dönen para bu kadar büyük olunca, doğal olarak mafya da bu pastadan pay almak istiyor. Bu nedenle karanlık dünyada ne kadar lider varsa, futbol kulüplerine yönetici olmaya çalışıyor. Çoğu da bunda başarılı oluyor. Yönetime giremeyenler de yakınlarını, adamlarını etkin görevlere getirmeye çalışıyorlar.  Mafyanın yeşil sahalardaki etkinliği yalnızca idari kadroların oluşturulması ile kalmıyor. Herkesin tahmin edebileceği gibi mafya sahaya iniyor ve teknik direktörlerin, futbolcuların transferlerinde de rol oynuyor. Buraya kadarı bilenen gerçekler.

Ancak sıkı durun! Futbolun en büyük mafyası yine kendi içinde. Hem de Avrupa’da…

Nasıl mı? Globalleşme ve eğlence sanayinin zafer çağında, dünyanın en küresel işi futbol. “Başka hangi malı iki buçuk, üç milyar tüketici alır? Tekel olduğu için hakkında bir dünya dava açılan, hatta bu unvanı mahkeme kararıyla tescil edilen Microsoft bile bu rakama erişemez.” Gerçekten de futbol dünyanın en popüler ve en birleştirici sporu.

UEFA’nın kâbusu konumundaki G-14’leri zamanında işte bu cazibe bir araya getirmişti. 18 kulüpten oluşan ve kendini 15 Şubat 2008’de fesheden bu oluşum, var olduğu dönem içinde UEFA’nın tek korktuğu kurumdu.

Avrupa futboluna gizliden de olsa damgasını vurdu. UEFA’nın aldığı her kararın arkasında, G-14’lerin parmağı vardı. Nitekim UEFA’nın, UEFA Kupası’nı, tıpkı Şampiyonlar Ligi gibi bir lig statüsüne çevirmesi kararının arkasında da, G-14 rolü büyüktü.

 Öncelikle amaçları, Avrupa futbolunun idaresinde söz sahibi olmaktı.  Bunu başardılar da! 1998'de “Mediapartners” adlı kuruluş, aralarında ülkemizden Galatasaray’ında bulunduğu, Avrupa’nın belli başlı kulüplerine alternatif Avrupa Ligi önerisinde bulunması ve 2000 yılının Ağustos ayında Avrupa'nın gözde kulüplerinin temsilcilerinin, Monako’daki bir otelde, bu teklifi konuşmak için bir araya gelmesiyle başlayan bir isyan hareketinden doğmuştu.

UEFA'nın tüm ipleri elinde tutmasından rahatsız olan bu kulüpler,  bu tekeli kırmanın yolunu aramak için arayış içine giriyorlardı. Nitekim en az beş Avrupa Kupası kazanmış sekiz kulüp, başını Real Madrid’in çektiği ve Barselona, Liverpool, Bayern Münih, Juventus, Milan, Inter ile Ajax ortak hedeflerde birleşiyorlardı. Aralarına tarihi başarılarına ve mali yapılarına bakarak Manchester United, Dortmund, PSV Eindhoven, Marsilya, Paris St-Germain ve Porto'yu da davet ediyorlardı. Böylece G-14 yapısını oluşturuyorlar ve dernekleşiyorlardı. Bir anlamda UEFA’nın karşısına mafyavari bir şekilde dikiliyorlardı.

“Mediapartners” ortaya attığı ve UEFA’nın Şampiyonlar Ligi'ne alternatif olarak ortaya çıkan bu organizasyonun vaat ettiği 1.2 milyar dolar öyle büyük bir meblağdı ki, nerdeyse tüm kulüplerin kimlik değiştirmesine neden oluyordu. Real Madrid ve Milan'ın başını çektiği kulüpler UEFA’ya isyan bayrağını açtılar. UEFA'nın kendilerine Şampiyonlar Ligi gelirlerinden çok az pay verdiğini ve bu şartlar altında UEFA çatısı altında bulunmayacaklarını söylüyorlardı. UEFA, Avrupa futbolundaki bölünmeyi engellemek için Şampiyonlar Ligi'nde köklü bir değişime gitti. Toplam geliri 165 milyon dolardan 500 milyon dolara çıkardı ve kulüplerin aldığı payı hatırı sayılır bir şekilde artırdı. Bu sayede bu mafyavari derneğin dediği olmuş oldu. Böylelikle G-14’lerin ilk stratejik başarısı gelmiş oldu. Güçlerine de güç katmış oldular.

Milli takımda görev alan her oyuncu için kulüplere ödeme yapılması fikrini ilk olarak ortaya atanlar da yine G-14’lerdi. Hatta somut bir teklif ortaya koyup, futbolcunun takımdan ayrı kaldığı her gün için 5000 Euro kulüplere tazminat ödenmesini istediler.

Fakat 18 kulüplü yapı bir yerde miadını doldurmuştu ve daha büyümesi gerekiyordu. Daha güçlü olabilmek ve kendileri hakkında verilen kararlar hakkında söz sahibi olabilmek için, 201 takımın katılımıyla, 53 ulusal federasyonun her birinden en az bir takım olması koşuluyla Avrupa Kulüpler Birliği (ECA)’yı kurdular. Orijinal adıyla European Club Association Avrupa'daki futbol kulüplerini temsil eden birliktir

Bu değişim beraberinde neler getirecek hep birlikte göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki ilk olarak G-14’lerin ortaya attığı, ECA’nın üzerinde durduğu ve istim üzerinde beklediği, alternatif Avrupa Ligi rüyası çok yakın bir gelecekte gerçek olacak.

Michael Platini, tıpkı bizde TFF’nin 2008 sonrası yönetimlerinin verdiği ve vermediği kararlarla tartışma konusu olması gibi, kendini kulüplere sevdiremedi. Zira, Platini’nin sürdürdüğü UEFA’sı ile, Rummenigge’nin başkanı olduğu Avrupa Kulüpler Birliği (ECA) yaptıkları açıklamalarla sık sık karşı karşıya geliyorlar.

Nitekim ECA’nın 2. Başkanı aynı zamanda Barcelona Başkanı Sandro Rosell, UEFA'ya rest çekti: "Ya Şampiyonlar Ligi'ni genişletin ya da 2014'ten itibaren yokuz.” Rosell, Avrupa çapında, özellikle önde gelen futbol ülkelerinde liglere katılan takım sayılarının düşürülmesi gerektiğini söylüyor.

Rosell,"İspanya Ligi mesela, önce 18, sonra da 16 takıma inmeli. Takım sayısının azalmasıyla hafta sonlarını Şampiyonlar Ligi maçları için de ayırmak mümkün olacak. Barcelona-Manchester United veya Real Madrid-Bayern Münih maçının bir cumartesi veya pazar günü oynandığını düşünsenize... Şu anda bu ancak finalde mümkün. Bunun sezon içinde gerçekleşebilmesi için sadece İspanya değil, İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde de takım sayılarının düşürülmesi gerekir. Bütün büyük ulusal şampiyonaların 16 takıma düşürülmesiyle takvimlerde bir boşluk ortaya çıkacak. Ortalama 8 maçlık bir azalmadan söz ediyoruz. Bu tarihler Şampiyonlar Ligi için, ya da kulüplerin uluslararası özel maçları için kullanılabilir. Ulusal federasyonların bizim oyuncularımızla oynadığı milli maçlar için ayrılan takvim zaten fazlasıyla büyük. Yeni ortaya çıkacak tarihlerin, milli maçlar için kullanılmasını kabul etmeyiz" diyerek adeta UEFA ve FIFA’ya gözdağı veriyor.

Peki temelde ECA ne istiyor? Öncelikle Şampiyonlar Ligi’nin 32'den 48 takıma çıkarak genişlemesini istiyor. Bunun içinde liglerde takım sayısının maksimum 16 olmasını ve takvimlerde yer açılmasını arzuluyor. Şampiyonlar Ligi’nin fikstürünün belirlenmesinde söz hakkı isteyen ECA bu ligde de maçların hafta sonunda oynanmasından yana. Oyuncuların milli maçlarda sigortalanması ve UEFA yönetimde daha fazla şeffaflık ise ECA’nın üzerinde durduğu bir başka konu

İşte çatışma tam bu noktada başlıyor. Çünkü UEFA'nın ulusal federasyonlara liglerindeki takım sayıları için müdahale etme yetkisi yok. Keza, liglerdeki yayın hakları anlaşmaları mevcut takım sayıları ve maç adetlerine göre yapılmış durumda. Takım sayısının indirilmesi, bu gelirlerin düşmesi demek. Zira, kulüplerin sponsorlarının çoğu lokal. Dolayısıyla yerel ligler için bu gelirleri elde ediyorlar. Liglerin küçülmesi bu gelirleri tehlikeye düşürecek. Özellikle Şampiyonlar Ligi’ne giremeyen takımların gelirlerinin hızla erimesi anlamına gelecek olan bu model kısa süre içinde NBA gibi sürekli aynı takımlar arasında oynanan bir organizasyon meydana getirecek.

Kuruluş aşamasında UEFA ile bir nevi centilmenlik anlaşması imzalayan ECA her fırsatta bu anlaşmanın 2014’te biteceğini de dile getirmeyi ihmal etmiyor. “UEFA şemsiyesini tercih ederiz” demesine rağmen ECA 2. Başkanı aba altından sopa göstermeden etmiyor. Savunduğu düzenlemenin UEFA'nın şemsiyesi altında olmasını tercih edeceğinin altını çizen Rosell, " ECA ile UEFA anlaşabilir. İsteklerimiz karşılanmalı. Bunda ortak nokta bulunmazsa ECA ile UEFA'nın arasındaki anlaşmanın 2014'te sona ereceği unutulmamalı. Anlaşılması iki taraf için de iyi. Anlaşamazlarsa ECA kendi kendine bir organizasyon düzenleyebilir" dedi.

Kim bilir başı şike suçlaması ile belada olan ve UEFA ile mahkemelik durumda bulunan Fenerbahçe için, belki de bu ‘alternatif lig’ umut olur. ECA’nın doğal üyesi konumundaki Fenerbahçe CAS’taki mahkemede sonuç alamazsa büyük cezalarla karşı karşıya kalacağından, tek şansı da bu gözüküyor. 

9 Ocak 2012 Pazartesi

Annemizin ligine hazır mıyız?


Ülkemizde büyük bir cepheleşme yaşanıyor.  A Partili, B Partili; Alevi, Suni; Türk Kürt. Aklınıza gelebilecek hemen her konuda kutuplaşma ciddi boyutlarda. İnsanlar patlamaya hazır saatli bir bomba gibi. Birbirlerini bir kaşık suda boğmaya hazırlar.

En büyük ve belki de en sıkıntılı ayrım ise futbolda yaşanıyor. Öyle ki özünde insanları dostluğa, barışa, kardeşliğe yöneltmesi gereken bir spor dalı, şu günlerde nerdeyse cinayetlere neden olacak.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, henüz muktedir olduğu ve Türk Futboluna yön verdiği günlerde, “ Fenerbahçe ve diğerleri” diye bir kavramı sokmuştu hayatımıza. O günlerde küçük bir azınlık tarafından benimsenen ve savunulan bu anlamsız düşünce, bugün Fenerbahçelilerin tek dayanağı olmuş durumda.


Bu aşırı kutuplaşmadan dolayı futbolu sadece keyif olsun diye izleyenler, başta ev hanımları ve çocuklar olmak üzere futboldan uzaklaşmaya başladılar. Geçtiğimiz yıllarda kombine sahibi olanlar artık kombinelerini yenilemiyorlar. Lig TV aboneliklerini iptal ettiriyorlar.  Artık sadece takımımın Avrupa’daki maçlarını takip edeceğim diyen bir çoğunluk oluşmuş durumda.

Oysa ki bas bas bağırıyoruz, çırpınıyoruz, haykırıyoruz.. Türk Futbolu elden gidiyor. Günden güne eriyor.  Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıyor. Tedbir alın diyoruz. Sesimizi duyuramıyoruz.

Eğer Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) bu kafayla devam ederse, güçlünün yanında olup, mazlumu yok sayarsa sonunu hazırlayacak ve yapayalnız kalacak.

TFF, UEFA ve FIFA’nın talimatlarında yer alan tüm maddelere uymakla yükümlü. Nitekim Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 3. maddesinde de TFF’nin UEFA ile FIFA tarafından konan kurallara uymak zorunda olduğu dile getiriliyor. Yine TFF Hakkındaki Kanun’un 15. maddesinde, şike ve teşvikle ilgili uygulanacak cezaların UEFA ile FIFA kurallarına uygun olarak verileceği belirtiliyor.

 FIFA ile UEFA,ya göre futbol,  ‘Yeşil alanlarda gerçekleştirilen bir şölen’ Gerek bu sporu yapanların, gerekse de izleyicilerin keyif alması asıl amaç. Özellikle bahis sektörünün çok genişlemesi sonrasında artan şike konusunda ‘sıfır tolerans’ ilkesini uygulayan FIFA ve UEFA’nın bu konudaki duruşları çok net.

Bu kapsamda; FIFA Disiplin Talimatı’nın 69. maddesi ile UEFA Disiplin Talimatı’nın 3.; 5. ve 8. maddeleri şike konusunda  hiçbir federasyon, kulüp, yönetici ve futbolcuya taviz verilmeyeceği; küme düşürme cezasının net bir şekilde uygulanacağını belirtiyor.

UEFA’nın “Biz ülke federasyonlarının iç yapılanmalarına ve işleyişlerine karışmayız”  beyanatını sürekli olarak ön plana çıkaran medyamız, “Süreci yakından takip ediyoruz. Gerekli yaptırımları uygulamaktan kaçınmayız” sözlerini görmeme gayreti ile hasır altı etse de enin de sonunda acı gerçekle karşı karşıya kalacak.

UEFA’nın Disiplin Talimatı’nın 3. Maddesi çok açık; “UEFA’ya bağlı federasyonlar, kulüpler, yöneticiler, hakemler, oyuncular ve maçla ilgili çalışan tüm kişiler, UEFA’nın disiplin gücüne tabiidir

Dünya ve Avrupa futbolunun iki patronunun bu konuda koyduğu kesin kurallar çerçevesinde FIFA ile UEFA’ya üye olan TFF’nin kendi disiplin talimatının 58. maddesinde herhangi bir değişiklik yapması halinde ağır cezalarla karşılaşacağı kaçınılmaz.

Evet, iç işlerimize karışmayacaklar. “Annenizin liginde paşa paşa oynayın, ama Edirne’den öteye temizlenmeden bir zahmet gelmeyin” deyiverecekler.

Biz buna hazır mıyız? Önce buna karar vermeliyiz. Dostoyevski’nin de dediği gibi:

Giden dönmeyecekse; kalanların değerini bileceksin.
Ölenle ölünmüyorsa eğer; kalanlarla yaşamaya devam edecesin.


28 Aralık 2011 Çarşamba

Vicdan


Özdemir Asaf  İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri? Yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?” derken sanki benim şu anki duygularımı yaşıyormuş.

Gerçekten biz hep böyle miydik? Yoksa zaman içinde mi bu hale geldik?

Bir tek sportif konularda değil çevremdeki her konuda yaşanılanlardan büyük rahatsızlık duymaya başladım. Elbette haddim olmayan konular benim yazabileceğim, yorum yapabileceğim konular değil. Ben bildiğim konuda yorum yapıp sizlerle paylaşmaktan keyif alıyorum.

Türk insanı etik değerlerini yitiriyor mu? Ya da çoktan yitirdi mi?  Toplumsal olayları değerlendirirken kişisel çıkarlarını, ahlaki, insani ve ulusal çıkarların üstünde tutmak artık işe yaramıyor mu?

Ahlak, onur, erdem… Bunlar artık masallarda mı kaldı?

Kişisel çıkarlar dışında düşünebilmek, her insanın harcı değildir. Bunun için bazı erdemler gerekir. Cömertlik, fedakârlık, adil olma, hoşgörü ve cesaret gibi…

Bu anlamda aslında Türk futbolu adına ciddi bir imtihandan geçiyoruz. Kim ne derse desin bu ülkede, futbolda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu imtihanı verebilirsek sınıf atlayacağız. Yok, eğer veremezsek…

Düşünün ki, 18 yaşından büyük çok sevdiğiniz aile bireyiniz, cinayet suçlamasıyla mahkeme tarafından yargılanıyor. Burada çok sevdiğiniz aile bireyi, anneniz, babanız, oğlunuz kızınız ya da kardeşiniz olabilir. Ama sonuçta canınız, kanınız. Yakınınız kişisel bir çıkarı için iş ortağını anlının tam orta yerinden vurmakla suçlanıyor. İlk bakışta tüm deliller aleyhinize. Bütün işaretler katilin sizin yakınınız olduğunu gösteriyor. Olayın suç aletleri polisin eline geçmiş, mağdurlar var ve hatta şahitler. Bir adım daha öteye gidelim; Siz de bu olayın yakınınız tarafından gerçekleştirildiğine inanıyorsunuz, belki de biliyorsunuz; Hatta şahitsiniz!  Ne yapardınız?

Vicdanınız mı ön planda olurdu yoksa duygularınız mı? Mahkemede şahitliğiniz hangi yönde olurdu? Bırakın şahitliği mahkeme yakınınıza ceza verdiğinde, o suçsuzdur ceza çekmemeli diyebilir miydiniz? Sevdiğiniz kişinin suçuna rağmen ceza almaması için girişimlerde bulunur muydunuz?

Yaşadığımız şike soruşturması aslında bu tip bir davaya benziyor. Fenerbahçeli dostlarımız ortaya çıkan onca belgeye rağmen takımlarının suçlu olabileceği gerçeğini kabullenemiyorlar.
“Ben Fenerbahçeliyim” adı altında oluşumlar başlatıp, olayın örtbas edilmesi, meşru sayılması için mücadele ediyorlar.  Hatta daha ileri giderek “Başkanımız yaptıysa Fenerbahçe için yaptı. Helal olsun!” diyerek suçu meşrulaştırıyorlar. Bu konuda deliller sunan ya da şahitlik yapanları aforoz edip, tehdit ediyorlar. Bilgisi olan gazeteciler sus pus!

Elbette ki tek suçlu Fenerbahçe değil. Nerdeyse tüm büyük kulüplerimiz ucundan kıyısından bu pisliğe bulaşmış durumdalar. Ama Fenerbahçe gerek büyüklüğünden gerekse de yukarıda anlattığım yaklaşım tarzından dolayı ön plana çıkmış durumda.

Her fırsatta dile getiriyorum. Ben yeşil saha üzerinde beyaz çizgilerle çevrili olarak oynanan oyunu seviyorum. Çizgilerin dışında oynananı değil!

Futbolun oyun olduğu gerçeği ile yüz yüze kalmadıkça bu sorunlar bitmeyecek. İnsanlara futbolu gerçekten sevdirmedikçe, hacim büyümeyecek, sponsorluklar artmayacak, tribünler dolmayacak ve amatör ruh canlanmayacak.

30 bin sayfayı aşkın ek iddianame klasörlerinde adı geçen isimlerin konuşmaları, zaten iyice soğuduğum futbola karşı olan sevgimi alıp götürmeye yetti.

Ancak adalete olan inancım da zedelenmeye başladı. Aziz Yıldırım ve arkadaşları 6 aydır içeride yatarken, bu olaylara en az onun kadar bulaşmış ve olayları yönlendirmiş olan Göksel Gümüşdağ nasıl olur da elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşabiliyor anlamış değilim. 30 bin sayfayı kimseden okumasını beklemiyorum ama özellikle 25. Klasörde Göksel Gümüşdağ ile Aziz Yıldırım arasında geçen diyaloglara şöyle bir göz atmanızı isterim. Ben bu konuşmaları gördükten sonra bu camianın bir paydaşı olmaktan utandım.

Son olarak bu gelişmeleri taraflı olarak yönlendiren ve her yaptığı icraatle Türk Futboluna zarar veren Türkiye Futbol Federasyonu Yönetimi onurlu bir davranış örneği sergileyerek artık acilen istifa etmeli. Türk Futbolunun önünü açmalı.

Hadi madem koltuklarını çok seven bu insanlar istifa etmiyorlar ya da edemiyorlar. Bulunduğu makam nedeniyle delilleri karartma riski bulunan ve şu anda spor müsabakalarını izlemesi bile yasak olan Göksel Gümüşdağ nasıl olur da hala TFF Başkanvekilliğini sürdürebilir? Bunun izahını yapabilecek biri var mı? Ben bunu anlayamıyorum.

20 Aralık 2011 Salı

İşimiz ALLAH'a kaldı

‘Türk Futbolu Allahlık oldu’ diyorum, kimseyi inandıramıyorum.

“Gece yatmaz, gündüz kalkmaz” bir şekilde yarasa modunda yaşadığım için, sabahın köründe çok önemli bir konu olmadıkça kimse beni cebimden aramaz.  Ancak 3 Temmuz Pazar sabahı erken saatte telefonum çalınca kendi kendime “HAYIRDIR İNŞALLAH” dedim. 

Şike suçlaması ile yakinen tanığım birçok kişinin gözaltına alındığını öğrenince “İNŞALLAH” önemli bir şey yoktur diye geçirdim içimden. 

Televizyonu açıp olanı biteni gördüğümde şaşkınlıktan “ALAH ALLAH” demekten kendimi alamadım.

Hele ki aralarında çok sevdiğim ve masum olduğuna inandığım birkaç kişiyi de görünce, üzülerek  “HAY ALLAH” diye sızlandım arkadaşlarıma.

Zaman ilerledikçe telefonlarım hiç susmaz oldu. Futbolun çok içindesin, “MAAZALLAH” sen de istemeden belki bulaşmışsındır, ‘Seninle ilgili bir şey yok değil mi?’ diyenler mi istersiniz yoksa sanki ben hukukçuymuşum gibi, ‘ Ne olacak şimdi, bırakırlar mı Aziz Yıldırım’ı?’ soruları soranlar mı?  “EVELALLAH” kendimize güvenimiz tam,  ama gelin görün ki sorular karşısında ” İLLALLAH” ettim.

Olaylar yaşanmadan birkaç gün önce yazdığım bir yazımda  ‘Kulağıma bir şeyler geldi, ama paylaşamam.’ diye satır arasında başka bir konudan bahsetmiştim.  Herkes bana ‘Kesin sen biliyordun,  neden “YA ALLAH” deyip sonuna kadar gitmedin?’  diye serzenişte bulundu.

Onlara ne kadar “VALLAH BİLLAH” diye yemin ederek, taahhütte bulunsam da; inandıramadım.

 “FESUBANNALLAH” diye sabır çektiysem de ,  “HASBÜNALLAH”  diyerek kendimi teskin etsem de; çok canım sıkılmıştı.

Fenerbahçeli dostlarımız durumdan çok etkilenmiş ve çok öfkeliydiler. “ALLAH ALLAH ALLAH” nidalarıyla Şükrü Saraçoğlu Stadı önünde toplandılar.  “MAŞALLAH” iyi organize olmuşlardı. Sonra baktılar ki ellerinden bir şey gelmiyor “EYVALLAH” diyerek dağıldılar.

İşin detayları ortaya çıktıkça, zaten başarısız bulduğum TFF’ye karşı, kendi çapımda bir savaş açtım. “BİSMİLLAH” diyerek sıvadım kolları ve “ALİMALLAH” o günden beri de bu konuda yazıp çiziyorum bıkıp usanmadan.

15 Aralık 2011 Perşembe

Umutsuz Vaka

Bizler büyük bir oyunun küçük bir parçasıyız. Hepimiz bize verilen rolü oynuyoruz. Kimimiz bu rolü kusursuz oynarken, kimimiz kurallara uymayarak ezber bozabiliyoruz. Ezber bozanlar, oyun sahipleri tarafından oyun dışına itilmeye çalışıyor. Rolünü eksiksiz ve kusursuz yerine getirenler ise mükâfat olarak köşe başlarını tutuyor. Bir de kendine verilen rolün farkına varmadan oyun içinde olanlar var. Onlar ise olup bitenden bir haber, oyun sahiplerine hizmet ediyorlar. Bu oyunun adı kimi zaman siyaset, kimi zaman spor, kimi zaman da yaşamın ta kendisi…

Ben kendi adıma rolünün farkında olmayanlarla ezber bozanlar arasında gidip geldiğimi düşünüyorum.  Oyun arkadaşlarım ise çoğunlukla rolünün farkında olmayanlar ile zaman zaman rolünü eksiksiz oynayanlar.

Bugüne kadar futbol camiasında bu oyunu oynadık durduk. Ama bu oyunda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Oyun belki tam anlamıyla bozulmadı, ama oyun sahipleri ciddi bir yara aldılar.

Herkesin bildiklerini, herkesin yazdıklarını kaleme almayı sevmiyorum. Bana bu mesleği öğreten büyüklerim farklı olmayı, bakış açımı değiştirmeyi öğrettiler. Ben de elimden geldiğince bu öğretileri uygulamaya çalışıyorum.

Bu mesleğin içinde olup “Tarafsızım,” diyen herkes yalan söyler.  Ama mühim olan taraf olduğu halde tarafsız,  yalın ve objektif gözle bakmayı becerebilmektir. İşte ben de olaylara renkli gözlüklerle bakmak yerine saydam gözlüklerle bakıyorum.

Benim aylar önce yazdıklarımı şimdilerde birçok meslektaşım ilk kez kendileri kaleme alıyormuşçasına yazıp, sonra da atıp tutuyorlar. Arkalarına aldıkları rüzgâra göre yön alan bu kişiler, kardan adam olduklarının bile farkında değiller.

Sevdiklerimden, dostlarımdan sürekli uyarılar alıyorum. “Sana ne sana mı kaldı Türk Futbolunu kurtarmak?”, “Sakin ol! Bu ne şiddet bu ne celal!”,  “Bulaşma bu işlere” … Son zamanlarda en çok duyduğum sözler bunlar oldu.

Yazdıklarımdan keyif almaya başladım. İnsanların telefonla arayıp ihbarlarda bulunması, bilgiler aktarması,  attıkları maillerle tepkiler vermesi beni çok mutlu ediyor.

Maillerde en fazla iddianame ile ilgili düşüncem sorulmuş. Sokaktan geçen en alakasız kişilerin bile fikir sahibi olduğu bu iddianameyi yorumlamayacağım.  Hukukçu değilim ki hukuki bir değerlendirme yapabileyim.  Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, savcı çok zor bir konuda, çok zor bir iddianameyi olabildiğince başarılı bir şekilde hazırlamış. Yüzlerce sayfa iddianame hakkında birkaç satırda yorum yapmak doğru değil.

Türkiye Futbol Federasyonu krizi iyi yönetemedi. Hemen hemen herkes bu konuda hem fikir. İlk başta alması gereken kararları alamadı. İçindeki çürük yumurtaları temizleyemedi. UEFA ile ilişkileri koordine edemedi. Yayıncı kuruluşun etkisi altında kaldı. Ve en önemlisi tüm hamlelerini “Fenerbahçe’yi nasıl düşürmem!”  hesabı yaptı. Verilen tüm kararların arkasında bu düşünce var.

Hal böyle olunca da bugünlere geldik. Günü kurtarmak adına yarınları çoktan feda ettik.  19 Nisan 2011’de yazdığım bir yazımda “Yanlış tedavi hastayı öldürmese bile sakat bırakırmış. Aynı hesap Türk Futbolu da ha öldü ha ölecek, ama ölmese bile bu gidişle sakat kalacak,” demiştim. Türk Futbol beceriksiz ve yeteneksiz yöneticilerin elinde ciddi bir şekilde sakatlandı. Umarım sahalara dönüşü uzamaz.

prosentez@prosentez.com

www.twitter.com/prosentez

28 Kasım 2011 Pazartesi

Dedikodu ya doğruysa ?


Bas bas bağırıyoruz, çırpınıyoruz, haykırıyoruz.. Türk Futbolu elden gidiyor. Günden güne eriyor.  Yaşanılanlar, yapılanlar, işi her geçen gün daha da dönülmez noktaya taşıyor. 

Futbolsever sayısındaki düşüş,  futbola olan ilgi, güven, dibe vurmuş durumda. Futbolun içinde olanlar, bu spordan beslenenler, bu sporla yaşayanlar bindikleri dalı kesmekten geri durmuyorlar.
Medya anlaşılmaz bir şekilde olaylara seyirci kalmakta. Hatta birçok noktada, olayların bu şekilde cereyan etmesine çanak tutmakta.

Kim ne derse desin bu ülkede, futbolda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

7 ay önce büyük bir titizlikle çıkartıldığı iddia edilen, Avrupa’ya iftiharla sunulan ve Kamuoyu tarafından şike yasası diye bilinen yasa, bir çırpıda tüm partilerin uzlaşısıyla değiştiriliverdi. Her ne kadar BDP son anda geri çekilmiş olsa da, ilk başta bu yasa değişikliğine onlar da onay vermişlerdi.

Kimse aptal değil. Bir yasanın bu şekilde alelacele değiştirilmesi alıştığımız bir şey de değil. Bu ülkede yaşayan, bu işlerin gelişimini biraz takip eden veya kafası biraz çalışan herkes bunun neden yapıldığını biliyor. Zaten bu konuda yazma ve konuşma cesareti olan birkaç kişi bunu çeşitli organlarda açıkladılar. Bir düğmeye basıldı ve bu operasyon yapıldı.

Spor tarihimizin bu en büyük şike operasyonunda baş aktörlerden birinin Fenerbahçe olması yaşanılanların bu noktaya gelmesinde başlıca sebep.  Öyle ya da böyle birçok kulübün adı bu işe bulaşmış olsa da, söz konusu Fenerbahçe olunca akan sular duruyor. Devlet Büyüklerimiz, Siyasilerimiz, Hukukçularımız, Aydınlarımız, Muhaliflerimiz, mantıklarından, vicdanlarından önce kalplerine ve duygularına yenik düşüyorlar.

Yine hepimiz biliyoruz ki bu olayların içinde Fenerbahçe olmasa , ne yasa değişirdi ne de tutuklanan isimler için bugün konuşulan tahliye seçenekleri gündeme gelirdi. Adı geçen tüm kulüpler zaten çoktan bir alt ligi boylamıştı. Fenerbahçe’nin hatırına diğer kulüplerde şu an için korunuyor.

Ne Fenerbahçeliyim ne de hukukçu. Ama olayları rahatlıkla görebiliyor ve yorumlayabiliyorum.  Zaten artık Fenerbahçe’nin içinde bulunduğu durum özellikten çıkarak,  tüm futbolseverleri yakından ilgilendiren bir duruma geldi.

Bu olaylar ilk patlak verdiğinde Fenerbahçe Başkan Vekili Nihat Özdemir çıkıp, “Başkanımızın ve tutuklanan diğer Yönetim Kurulu Üyelerimizin suçsuz olduklarına inanıyoruz. Ancak, kulübümüzün menfaatleri için mahkemece aklanana dek kulüpteki görevlerini askıya alıyoruz. Aklanırlarsa onlar birer Fenerbahçe kahramanıdır. “ dese ve Kulübü Olağanüstü Genel Kurula götürme yürekliliğini gösterseydi, bugün her şey daha farklı olurdu.

Fenerbahçe gerçekleriyle yüzleşmelidir. Bundan 4 yıl önce Türkiye Futbol Federasyonu’nun o zaman ki Yönetim Kurulu Üyesi, Fenerbahçe Altyapı Komitesi eski Başkanı Tahir Kıran’ın, kendi kulübü o gün söyledikleri, Fenerbahçeliler tarafından dikkate alınsa, belki bugün bu durumlara hiç gelinmeyecekti.  Ogün onu kulüpten ihraç edenler bugün kara kara kulüplerinin geleceğini düşünüyor.

Yine Fenerbahçe’nin içinden bir isim olan Cihan Oskay, vaktinde bugün yaşanılanlardan farklı ne söylemişti? Hemen hemen aynı şeylerin o zamanki versiyonlarını dile getirmemiş miydi? Fenerbahçeliler ne yaptı? Onu da aforoz etti!

Hukukçular bu durumu daha iyi yorumlayacaktır ancak Fenerbahçe’de bugün alınan bütün kararlar, atılan bütün imzalar hukuken geçersiz! Bunu da kimse irdelemiyor dile getirmiyor, konuşmuyor. Kimse açıp Fenerbahçe Tüzüğünü okumuyor. Fenerbahçe Tüzüğü’ne göre, her ne sebeple olursa olsun Başkan 3 ay görevinde bulunamadığı zaman, Fenerbahçe Olağanüstü Genel Kurula gitmek durumundadır. Düşünsenize Bugün Aziz Yıldırım hapiste değil de bitkisel hayata girmiş ve ne zaman ayılacağı bilinmez bir şekilde hastane de olabilirdi.  Ne olacaktı o durumda? Yine beklenecek miydi Mayıs ayına kadar?

Kimsenin yazmadığı ama kulaktan kulağa konuşulan bir konu var ki dudak uçuklatacak cinsten. Bu senaryoya her ne kadar inanmasam da son yaşanılan gelişmeler karşısında acaba demekten kendimi alamıyorum?

Ben bu tarz senaryolara itibar etmem. Siyasetten anlamadığım için de doğruluğunu bilemem, ama iş sporla birleşince soru işaretlerim artıyor.
Her yerde dillenmeye başlayan bu senaryoya göre;  Başbakanımız Alex ile birlikte Aziz Yıldırım’ı makamında ağırladığı gün, Aziz Yıldırım’dan bir Nato ihalesine girmemesini rica eder. Aziz Yıldırım ise ortaklarına bunu izah edemeyeceğini ve bu ihaleye girmesi gerektiğini söyler. Başbakan, beklemediği bu cevap karşısında  “Sen bilirsin” der.

Buraya kadar ki kısım bazı yayın organlarında yer aldığı için birçok kişi tarafından biliniyor. Söylenenlere göre asıl işin bundan sonraki kısmı çok ilginç.

Aziz Yıldırım bu görüşme sonrası çok sinirlenir. Telefonda Başbakan’ın bu talebini birilerine anlatır. Hatta sinirle Başbakan ve eşi için ağıza alınmayacak sinkaflı ifadeler kullanır. Bu konuşmalar Başbakanın önüne geldiğinde, o güne kadar şike soruşturmasını frenleyen Başbakan ne gerekiyorsa yapın talimatını verir.

Nitekim düğmeye basılır. Amaç; Aziz Yıldırım’ın sabıka almasını sağlamak, böylece hem haddini bildirmek hem de bundan sonra hiçbir Nato ihalesine katılmasına olanak tanımamaktır.

Ancak bir sorun vardır. Aziz Yıldırım’la birlikte Fenerbahçe ve diğer kulüpler de yanacaktır. Bunun için de Genel Seçimler ve TFF Başkanlık Seçimleri beklenir. TFF seçimlerine girmesine kesin olarak bakılan ve favori olarak görülen Mehmet Atalay son anda geri çekilir. Yerine Fenerbahçeli bir isim Mehmet Ali Aydınlar getirilir. Bu operasyonun birinci adımıdır.

Tutuklamalar sonrasında küme düşmeler gündeme geldiğinde, bu konuda baskı yapacak takımlarla ilgili tedbir alınması gerekiyordur. Bu amaçla UEFA ile yürütülen pazarlıklar sonrasında adı şike davasına bulaşmış olmasına rağmen Beşiktaş ve Trabzonspor Avrupa’ya gönderilir.  Olaylara tepkiyle ve hararetle yaklaşan Galatasaray’ı da susturmak gerekiyordur. Bu sebeple Galatasaray’ın da adı bir şekilde şikeye çekilir ve geçmişteki Denizlispor maçı gündeme taşınır. Zaten bu haberler gazetelere yansıdıktan itibaren Galatasaraylı hiçbir yönetici çıkıp bir daha şike lafını ağzına bile almamıştır. Fenerbahçe’nin küme düşürülmesi sezon sonuna ertelenir. Bu zaman çerçevesinde olay sulandırılacak, küllenmesi sağlanacak, değişecek bir talimatla da puan cezasıyla yırtması sağlanacaktır. Senaryo mükemmel ilerlemektedir. Ta ki Fenerbahçe’nin olayı kabullenmek ve kapanması için mücadele edecek yerde UEFA ile savaş içine girmesine kadar. Fenerbahçe’nin CAS’a başvurması ve UEFA ile mahkemelik olması üzerine, UEFA Başkanı Platini olaya el koyar.

Bu senaryoya göre Fenerbahçe’nin artık kurtulması imkânsız. Çünkü UEFA olayı onur meselesi yapmış durumda. Ya Türk Futbolu ya Fenerbahçe seçeneği ile karşımıza gelecek.

TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın seçimini merakla bekliyorum?

20 Kasım 2011 Pazar

Değişen ne?


Çok farklı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu az çok biliyordum, ama artık eminim. Bu ülkenin vatandaşı olmaktan, Türk olmaktan büyük bir mutluluk ve onur duyuyorum. Lakin gelin görün ki yaşanılan bazı olaylar insanı çileden çıkartıyor.

Sporda şiddet ve düzensizliğin önlenmesine dair 6222 nolu kanun, pek görülmedik bir biçimde tüm siyasi partilerin uzlaşısı ile 13 Nisan 2011 tarihinde Cumhurbaşkanı’nın onayından geçerek yürürlüğe girmişti.  

Aradan sadece 7 ay geçmiş olmasına rağmen bu kanunun değiştirilmesi gündeme geldi. Hem de
Mecliste gurubu bulunan bütün partiler başka hiçbir konuda varamadıkları uzlaşı ile bu kararı komisyona taşıdılar.

Eğer bu ülkede yaşamasam, gündemi takip etmeyen biri olsam ya da vurdumduymaz biri olsam, atladım diyeceğim, ama bu ülkede Mart ayından bu yana bir şey değişti de benim mi haberim yok?

O günden bu güne ülkemizde ne kadar köklü bir değişiklik oldu? İktidar mı, yoksa yasayı çıkaran partiler mi değişti? Yeni bir düşünce anlayışı mı geldi? Sosyo-ekonomik yapımızda görünmeyen bir şeyler mi oldu? Refah seviyemiz mi arttı ya da düştü? Suç oranlarımızda mı değişiklik var?

Ne olur biri çıksın benim burada sormayı akıl edemediğim bir soru varsa sorsun ya da sorduklarımın bir cevabı varsa yanıtlasın. Çünkü işin içinden çıkamıyorum.

Elbette bir ülkede yasalar değişir. Şartlar değişir, ihtiyaçlar değişir, suçlar değişir doğal olarak yasa da değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. 

Ancak,bu ülkede hayati önem taşıyan konularda bile uzlaşı sağlayamayan partilerin başına 7 ayda taş mı düştü? Bu iş yazboz tahtası mı? Ayrıca bir suç varsa, suçu işleyen cezasını çekmeli. Vicdanları nasıl temiz tutabilirsiniz sonra?

Ev sahibimiz bile en azından 1 yıllık kontrat olmadan evi kiralamıyorken, siz bu ülkeyi temsil eden partiler olarak çıkarttığınız bir yasayı 7 ayda değiştirme lüksünü nerden buluyorsunuz?

Çok değerli ve önemli bir mevkideki hukukçu bir büyüğüme bu yasa hakkındaki düşüncesini sorduğumda aldığım yanıt beni hepten umutsuzluğa itti: “Siyasi irade ne isterse o olur! Cinayete de af çıkmadı mı? Bunun onun yanında esamesi mi okunur?”

Siyasetten zaten nefret ediyordum, bir kez daha nefretim arttı. Sağ-sol, A partisi-B partisi beni hiç ilgilendirmiyor. Beni benim yaşadıklarım, aldığım hizmet ve her şeyden önemlisi adalet ilgilendiriyor.
Siyasi iradenin top yekûn almaya çalıştığı bu karar, beni derinden yaralıyor. 

Yazı içinde sorduğum soruların aslında tek bir yanıtı var. Sanırım onu da bugün bu yasadan yargılanmakta olan, bu kanunun ilk sanıkları biliyor. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

Sesimi duyan var mı?

Yok, hayır, başlığa bakıp da sakın yanlış anlamayın; Ben bağırmıyorum, ”Sesimi duyan var mı?” diye. Enkazın altında kalmış, can çekişen Türk Futbolunun haykırışı bu. Uzunca bir süredir haykırıyor : “Kimse yok mu? Sesimi duyan var mı?” diye…

Çoğunuz hatırlayacaktır. Çok değil, üzerinden sadece dört yıl geçti çünkü. 2007’nin son çeyreğinde ülke futbolumuz için yine kritik günler söz konusuydu. 2006 Dünya Şampiyonası’na, kötü yönetimler elinde katılamamış bir Milli Takımımız vardı. Ve EURO 2008’e katılamamak hayat memat meselesi halindeydi. Ardı ardına iki büyük turnuvaya katılmamak demek, bir jenerasyonun sonu anlamına geliyordu ki, bu bir anlamda küme düşmek demekti. Ay Yıldızlılarımızın önünde iki tane kritik maç vardı ve şampiyonaya katılabilmek için bu iki maçtan da galibiyetle ayrılmak gerekiyordu. Olası bir beraberlik bile gitmemize engeldi.

Medyamız başta olmak üzere, Haluk Ulusoy yönetimine karşı çıkanlar, ellerini ovuşturup, “Tamam bu kez bitti. Bu iş imkânsız” diyorlardı. Gerçekten de çok zordu Millilerimizin işi.  Uluslararası turnuvalardan ihraç edilmek üzereyken, Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının üstün gayreti nedeniyle cezası seyircisiz, yurtdışı maçlarına dönüştürülmüştü ama zar zor da olsa yine potadaydı işte.  Rakip ise güçlü Norveç ve sürekli yükselişte olan Bosna Hersek’ti.

Çok bilenlerimizin sandığı üzere, başarı bir tek sahada kazanılmıyor. Öyle hiç kolay değil, kritik maçlardan alnının akıyla ayrılmak.


15 günlük kamp süresince Haluk Ulusoy futbolcularla yattı, onlarla kalktı. Bir an olsun yalnız bırakmadı. Başkanvekili Affan Keçeci zaten kampın tek sorumlusuydu.  Ulusoy motivasyon için çırpındı durdu. Bir dediklerini iki etmedi. Özel hayatlarına varıncaya kadar tüm dertleri ile ilgilendi.

Takımın başında ise, futbolcumuzla aynı dili konuşan, o takıma yıllarca kaptanlık yapmış, kariyeri başarılarla dolu bizden bir teknik direktör vardı. Yalvararak getirmediğimiz, Süper Lig’deki teknik direktörlerle aşağı yukarı aynı parayı kazanan, Türk Futbolunun geleceği için mücadele eden bir hoca. Yani Fatih Terim. Türkiye’nin en iyi motivasyon uzmanlarından biri olan Fatih Hoca, takımımızı taktik ve fizik olarak olduğu kadar, psikolojik olarak da bu maçlara hazırladı. Tek amaç, tek inanç ve tek bir yürek vardı.

Sonuçta iki maçı da kazandık ve EURO 2008’e gitmeye hak kazandık. Millilerimizi bu büyük şampiyonaya götürmeyi başaran yöneticiler, teşekkür beklerken bir anda alaşağı edildiler üretilen suni depremlerle.
Ancak bu depremi hazırlayanların hesaplamadıkları bir şey vardı. Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşları, malzemeden çalınmamış, iyi yapılmış bir bina misali kuvvetli bir alt yapıya sahiptiler. Bu tür suni depremler onları yıkamazdı. Binaları ayakta kaldı. Ama depremi yapanlar derme çatma yaptıkları yapının altında kaldılar. Ama işin kötüsü emanet aldıkları Türk Futbolu da onlarla birlikte depremzede oldu.

Türk Futbolu 2008’de yaşadığı depremden bu yana enkaz altında ve hala can çekişiyor. O zamandan bu zamana, enkazın altından mesaj atan depremzede misali sinyallerini vermişti. Ama kurtarma ekipleri maalesef bu kadar kötü icraatlar karşısında bu depremzedeye ulaşamıyor.

Kimse bana masal anlatmasın, 2008 deki Avrupa Şampiyonası’ndaki başarı, mirası yiyen Hasan Doğan’ın değil, o mirası bırakan Haluk Ulusoy ve çalışma arkadaşlarının başarısıdır.
Haluk Ulusoy öyle bir miras bıraktı ki, bu mirası hak etmeyen 3 tane mirasyedi başkan bile yiye yiye bitiremedi. Ta ki Hırvatistan maçına kadar. Maalesef miras bitti.

Mirasyediler her alanda çuvalladılar. Konfiçyusün dediği gibi; ”Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.”

Ulusoy yönetimi, 2008 senesinde görevi bıraktığında, federasyon kasasında 74 Milyon TL vardı. Mirasyedi depremzedeler döneminde çarçur edilen bu paranın bugün nerelere gittiği ve kasanın durumu meçhul…

Bilinen Hiddink’in bugüne kadar Türkiye Futbol Federasyonu’ndan tam 20 Milyon TL aldığı. Ayrıca Haluk Ulusoy döneminde çalışan personelin yüzde 90’nın görevine son verip, şişirilen kadrolar ve uydurma görevlerle,  600’ü bulan çalışan sayısı, israfın bir kanıtı niteliğinde adeta.

Oysa Haluk Ulusoy 18 ay zorunlu olarak görevine ara verip tekrar o göreve başladığında, bir kişinin görevine dahi son vermemişti. Hatta daha sonra kendisini arkasından vuracak, Truva atı Genel Sekreter Lütfi Arıboğan’ı bile tüm ikazlara ve uyarılara rağmen kovmamıştı.  Personel sayısını ise ihtiyaç olmasına rağmen mevcut sayının ancak yüzde 10’u kadar arttırmıştı.
Yıllarını futbola vermiş, hocaların hocası Gündüz Tekin Onay’a 15.000TL maaş veriyor diye eleştirildi. Oysa aynı görevleri yapan insanların bugün 100 binlerle ifade edilen maaşlarına kimse ses çıkarmadı.
Milli Takımın başarısı zaten ortada ama rakamlara vuracak olursak; O günden bugüne 44 Milli maç oynamışız. Bunun 19’u özel maç. 25 resmi maçta aldığımız galibiyet sayısı ise sadece 12.
Bu rakamlar bile enkazın ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Türk futbolunun acil olarak bir arama kurtarma ekibine ihtiyacı var.
Bunları dilim döndüğünce zaman zaman yazdım.  Kimileri yazdıklarıma inandı, kimileri ise ”Bu yönetim seni kovduğu için böyle yazıyorsun” dedi. Geldiğimiz noktada sanırım haklı çıktım.

Türk futbolu, girdiği bu enkazdan nasıl kurtulacak? Türk Futbolunun sesini duyan olacak mı?
Önümüzdeki günler hepimize, herkese o beklenen kurtarma ekibinin iş başına gelip gelmeyeceğini gösterecek. Merak etmeyin…

twitter.com/prosentez

3 Kasım 2011 Perşembe

Arapsaçı



Türk sporunu bekleyen gizli bir tehlike ile karşı karşıyayız. Türk Eğitim sistemindeki bir değişim nedeniyle okullar arası spor müsabakaları ve dolaylı olarak da Beden Eğitimi dersleri tehlike altına girmiş durumda. 
Sorun siyasi bir tercihten mi kaynaklanıyor, yoksa basiretsizce alınmış bir karardan mı (?)  bilmiyorum, ama acilen çözüme kavuşması gerekiyor.

Okullar arası spor müsabakalarının Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınarak, yapılan bir protokolle Gençlik Spor Genel Müdürlüğü’ne (GSGM) devredilmesi sonrası işler arapsaçına döndü. Kasım Ayı gelmesine rağmen okullar arası müsabakaların tarihi henüz açıklanmış değil. Hangi okulların hangi branşta yarışmalara katılacağının belirleneceği formlar dahi okullara ulaşmamış durumda.

Peki, asıl sorun nereden kaynaklanıyor, bu noktaya nasıl gelindi?

Geçtiğimiz senelerde bu tip müsabakaların kontrolü ve idaresi, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Beden Eğitimi Spor ve İzcilik Daire Başkanlığı tarafından gerçekleştiriliyordu. Müsabaka takvimleri, idarecilerin görev izinleri, hakemler hep bu kurum tarafından organize ediliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı döneminde de zaman zaman aksaklıklar yaşanıyordu ama bugünkü gelinen noktaya hiçbir zaman gelinmemişti.

Aslına bakarsanız yasaya göre bu işin asıl yükünün Türkiye Okul Sporları Federasyonu’nda olması gerekiyor.  Türkiye’deki özerk federasyonlar dışındaki tüm federasyonlar gibi TOSF da GSGM’ye bağlı. GSGM bu işin yükümlülüğünü MEB’ten alıp kendi üstlenince normal şartlarda TOSF’un daha etkin bir rol alması beklenir.  Ancak Türkiye’deki tüm okullardan sorumlu olan TOSF’un resmi internet sitesine göre çalışan sayısı Genel Sekreter dahil sadece 4 (dört) kişi. Binlerce okulun yükü sadece bu dört kişide.  Zaten başarı beklemek aptallık olurdu. Hal böyle olunca iş yine GSGM’ye kalıyor. 

Diyelim ki bir okul herhangi bir branşta müsabakaya katılacak. Takımdan sorumlu olacak Beden Eğitimi öğretmenin o gün idari olarak görevli izinli sayılması gerekiyor. Ancak MEB ortada kendileri ile yapılmış bir protokol olmadığı için, “yetkimiz yok” diyerek bu izni vermiyor. GSGM ise ortaya çıkan bürokrasi nedeniyle bir anlamda “uğraşamam” diyerek başından savıyor.  Ortaya garip bir işleyiş çıkmış durumda. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Çözmek için bir gayret gösteren de yok.
Olan tabi Lise ve ilköğretimdeki sporcu gençlere oluyor. Tüm amatör spor branşlarındaki alt yapıların paralı hale geldiği ülkemizde, ücretsiz spor okulu bulmakta zorlanan gençler, ücretsiz olarak spor yapabildikleri ender platformlardan birini daha yitirmek üzereler.

Sayın Spor Bakanımız Suat Kılıç’a buradan sesleniyorum; Böyle giderse değil olimpiyatlarda başarı elde etmek,olimpiyatlara gönderecek sporcu dahi bulamayacağız.  Acilen tedbir alıp bu soruna el atmalısınız. GSGM’de Mehmet Baykan sizin seçiminiz mi bilmiyorum (?) ama keşke kendisine bu büyük görevi vermeden önce, TFF’de amatörlerden sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak amatör futbolu ne hale soktuğuna bir baksaydınız.